Toplumsal değişim, John J. Macionis tarafından “kültürün ve toplumsal kurumların zaman içindeki dönüşümü” olarak tanımlanmıştır (Macionis, 2017:627). Bir başka ifadeyle toplumsal değişim, zaman içerisinde değişen koşullar ve gereksinimler çerçevesinde toplumsal yapıda ve toplumsal ilişkilerde meydana gelen farklılıklardır. Toplum sürekli olarak hareket halindedir ve toplumu oluşturan bireyler de bu hareketin en önemli parçasıdır. Toplumsal değişime dair mikro ve makro ölçekte farklı bakış açıları mevcuttur. Ancak Sunar (2019)’ın da ifade ettiği gibi toplumsal değişmenin bir sosyal yapı içinde gerçekleştiği konusunda tüm yaklaşımlar arasında bir uzlaşma söz konusudur. Toplumsal değişimi açıklama noktasında farklı yaklaşımlardan birincisi, toplumun sürekli olarak kötüye gittiğini savunan ve değişimi “düşüş” olarak gören bir yaklaşım iken ikinci bir yaklaşım, değişimin tarihi bir döngü içerisinde gerçekleştiğini savunmaktadır. Bu iki yaklaşım, değişimi açıklamada bireylerin dışında var olan makro yapıya rol atfetmektedir. 18. yüzyılda ortaya çıkan modern ilerlemeci yaklaşım ise, toplumsal değişimi “düşüş” olarak gören ilk yaklaşımın aksine insanın rasyonelliğini merkeze alarak toplumun sürekli daha iyiye ve daha ileriye gittiğini savunan bir yaklaşımdır. Son olarak bu üç yaklaşımdan farklı olarak ortaya çıkan karma açıklamalar ise üç açıklamada üstün tutulan farklı belirleyicileri dengeli bir şekilde ele alıp, her belirleyicinin farklı rolleri üzerinde duran açıklamalardır.
Toplumsal değişme olgusuna Türkiye özelinde bakıldığında, Türkiye’nin toplumsal yapısına dair yapılan açıklama ve analizlerin ağırlıklı olarak modernleşme temelli olması, Türkiye’de toplumsal değişimin açıklanmasında ortaya çıkabilecek farklı yaklaşımlar noktasında bir engel teşkil etmektedir. Zira gelişmekte olan bir toplum olarak vurgulanan Türk toplumunun yaşadığı her türlü değişim modernleşme için bir adım veya bir geri adım olarak düşünülmektedir. Klasik sosyoloji teorilerinde birbirine çok yakın olan ATÜT ve patrimonyalizm yaklaşımları, Türkiye’de toplumsal değişim açıklamalarında da önemli bir rol oynamaktadır. Kısaca açıklanacak olduğunda “Asya Tipi Üretim Tarzı”nı ifade eden ATÜT yaklaşımı, Marx’ın Batı dışı toplumların Batı toplumlarından farkını gösteren, ortak mülkiyete dayanan Batı dışı toplumlarının durağan ve değişime kapalı toplumlar olarak görüldüğü yaklaşımdır. Patrimonyalizm yaklaşımı ise Weber’in geleneksel egemenlik açıklamasını ifade etmektedir. Weber, patrimonyalizmin uç noktası olarak gördüğü sultanizmi Osmanlı toplum yapısını ifade etmek için kullanmaktadır. Gelenekler ile yürütülen sultanlık görevi, sultana toplumu istediği gibi yönetme hakkını vermektedir ve her konuda hâkimiyetin sultanın elinde olması Weber’e göre Doğu toplumlarının değişiminin önündeki en temel sebeptir. Türkiye’de toplumsal değişim çalışmaları; ATÜT yaklaşımı, patrimonyalizm modeli ve modernleşme kuramları çerçevesinde gelişmiştir. Ancak yapılan çalışmalar, büyük oranda modernleşme ekseninde yürütülmesi ve temelde Türkiye’nin modernleşme yolunda başarılı olup olmadığı konusu ekseninde düşünülmesi sebebiyle sosyal bilimsel yaklaşımlar toplumsal değişimini açıklamakta yetersiz kalmışlardır.
Toplumsal değişim bağlamında 1980 yılı, Türkiye için önemli bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan ekonomik krizler ve izlenen neoliberal politikalar ile birlikte Türkiye küreselleşme olarak tanımlanan, dünya ile entegrasyon sürecine girmiştir. Günümüzde, Marshall Mc Luchan’ın -dünyanın diğer taraflarında neler olup bittiğini bilmekle kalmayıp, onları bizzat olurken izleyebileceğimiz- ‘küresel bir köy’ olarak dünya fikri gerçekliğini korumaktadır (Slattery, 2017:418). Buna bir parantez açılacak olduğunda, dünyanın herhangi bir bölgesindeki olayları izleyebilmenin ötesinde eşzamanlı olarak hissediyor olmak da küresel dünyanın bir çıktısı olarak ifade edilebilmektedir. Bu bağlamda, küreselleşme sürecini risk kavramıyla açıklayan Ulrich Beck, “risk toplumu” terimini ortaya koymuştur (Beck’ten aktaran Kaya, 2019:14). Beck’in “küçük bir Afrika ülkesinde başlayan bir salgın hastalık, göç, turizm ve ticaret gibi ağlar üzerinden kısa sürede tüm insanlığı tehdit eder hale gelme potansiyeline kavuşmuştur.” şeklindeki açıklamasına ilişkin bir örnek olarak verilebilecek Covid-19 süreci de bu risk toplumunu gözle görülür ve birebir tanık olunan bir duruma getirmiştir.
Türkiye için küreselleşme sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 1980 yılından önce, Türkiye’yi bu sürece hazırlayan ortam ve koşullar incelenmelidir. Türkiye’de 1970’lerin sonlarında siyasi kavgalarda binlerce insanın öldürüldüğü, temel tüketim maddelerinin bile piyasada bulunamadığı, her türlü malda karaborsanın oluştuğu bir ortam söz konusu olmuştur (Aydın’dan aktaran Kaya, 2019:79). Devletin borçlarını ödemekte güçlük çektiği ve enflasyonun giderek arttığı bu süreçte o dönemki hükümet, 1980 yılının Ocak ayında tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen IMF destekli bir yapısal uyum programı başlatmıştır (Kaya, 2019:79). Program, temel olarak dış ticareti arttırıp yabancı yatırımı teşvik ederek ekonomide büyüme ve istikrar sağlamayı, kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesini ve esnek bir döviz kuruna geçişi içermekte olan bir programdır. 12 Eylül 1980’de ise Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasıyla askeri darbe gerçekleşmiştir. 1980’li yıllardan itibaren etkili bir ekonomik yönetici olma işlevini yitirmeye başlayan minimal devlet anlayışı, özelleştirme ve küreselleşme ile 1990’lı yıllara damgasını vuran bir söylem haline gelmiştir. Bir yandan reel ve mali sektörlerde liberalizasyona gidilirken, diğer yandan kamu kesimini küçültüp özel girişimciliği öne çıkaran özelleştirme programları yoğunluk kazanmıştır. Eski, planlı devletçi ekonomiler piyasa mekanizması süreci içinde, serbest ticaretin ve yabancı sermayenin mekânlarından yararlanma çabası içine girmişlerdir. Böylece ulusal devletin ekonomik işlevlerinin sınırlanmasıyla dünyanın tek bir pazar olarak yeniden yapılandırılması sürecinde neoliberalizm küreselleşmenin başvurduğu ideolojik araç olmuştur (Yılmaztürk, 2018:140). 1983 seçimleriyle iktidara gelen Turgut Özal hükümeti, bankacılık ve ticaret sistemlerini büyük oranda küresel ekonomiye açarak liberalleşmeyi ve küresel ekonomiyle entegrasyonu daha da hızlandırmıştır (Kaya, 2019:80). Bu dönemde, yabancı yatırımcılar üzerindeki çoğu sınırlama da esnekleşmiştir. 1991’e kadar geçen süreçte ekonomi önemli ölçüde büyümüş, ithalat ve ihracatta büyük artışlar yaşanmışsa da yüksek enflasyon, ulusal paranın değer kaybı ve sürekli artan iç ve dış borçlar ciddi problemler olarak ortaya çıkmıştır. 1991 seçimlerinin sonrasında da küresel ekonomiye entegrasyon süreci bütün hızıyla devam ederken kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi bu dönemde hızlanmıştır ancak ulusal borç ve enflasyon büyümeye devam etmiştir (Aydın’dan aktaran Kaya, 2019:80). 1990’lı yıllar ve 2000’lerin başı Türkiye için ekonomik ve siyasi krizlerin yaşandığı yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır. 1994 yılında çok büyük bir ekonomik buhran yaşayan Türkiye, 1997-1998 yıllarında ordunun Erbakan hükümetine müdahalesiyle bir siyasi istikrarsızlık dönemine girmiştir. 2001 yılında ise Türkiye tarihinin en ağır iktisadi buhranlarından birini yaşamıştır. Bu süreçte mali sistem neredeyse çökme noktasına gelmiştir. Bu krizlerin ardından Türkiye, IMF ile yeni anlaşmalar imzalamıştır ki bu anlaşmalar ülkeyi ziyadesiyle küresel ekonomiye açmaya itmiştir (Aydın’dan aktaran Kaya, 2019:80). 2002 yılında iktidara gelen ve devam eden AKP hükümeti döneminde de Türkiye küresel ekonomiye entegrasyon sürecinde ilerlemeye devam etmiştir. Hükümet 2001 krizinden sonra IMF ile imzalanan anlaşmalara sadık kalmış ve yabancı yatırımı daha da özendiren ve yabancılara ülke sınırları içerisinde mülk edinme hakkı getiren düzenlemeler çıkarmıştır. Bu dönemde devletin enerji, telekomünikasyon varlığı özelleştirmeler yoluyla büyük oranda sona ermiştir (Kaya, 2019:80). Türkiye, küresel ekonomiye açılımla birlikte görünüşte sanayi ürünleri ihracatçısı bir ülke haline gelmişse de temel olarak düşük işçilik maliyetine dayanan sektörler Türkiye ihracatının çoğunluğunu oluşturmaya devam etmişlerdir. Bu durum, büyük ve ucuz iş gücüne sahip ülkelerin 1990’larda kapılarını uluslararası şirketlere ve küresel ekonomiye açmalarıyla beraber Türkiye ekonomisi için büyük sorunlar doğurmuştur. Ayrıca bu dönemde 1980’e kadar ekonomi ve kalkınma politikalarının belirlenmesinde önemli rol oynanan Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) gücü azalırken Hazine ve özellikle de süreç içinde özerk bir yapıya kavuşan Merkez Bankası güçlenmiştir (Boratav’dan aktaran Kaya, 2019:83). Buna ek olarak, toplumsal yapı içinde bürokratlar, saygınlık ve zenginlik açısından yeni gelişen girişimci ve profesyonel sınıf tarafından gölgelenmiştir. Bütün bunlara bakarak, devletin 1980 öncesi ekonomideki yaygın ve doğrudan varlığının küresel iktisadi entegrasyonla birlikte, yerini daha sınırlı ve daha çok düzenleyici bir role bıraktığını söylemek mümkündür. Küreselleşme ile birlikte diğer ülkelerde de görülen bu durumu O’Rain, “kurumsal tamponların” kaybı olarak adlandırmaktadır (Kaya, 2019:83). Ayrıca, Türkiye’de devlet hâlâ hatırı sayılır bir güce ve bürokratik yapıya sahip olsa da devletin ekonomik ve sosyal alanda yapabileceklerinin Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve IMF gibi uluslararası kurumlar ve bağlı olduğu antlaşmalar tarafından önemli derecede sınırlandırıldığı görülmektedir.
Devletin önemli bir rolünün olduğunun altının çizildiği küreselleşme sürecinin Türkiye üzerindeki sosyo-kültürel etkileri incelenecek olduğunda ilk göze çarpan husus, Türkiye’nin, Batı’yla Doğu’nun, Kuzey’le Güney’in buluştuğu bir noktada, Avrasya’nın merkezinde yer almakta olup, küreselleşmenin etkilerine geniş oranda açık durumda olmasının da etkisiyle bu süreçten oldukça yüksek bir düzeyde etkilenmekte olduğudur (Kıvılcım, 2013:227). Türkiye’nin küreselleşme sürecinden büyük ölçüde etkilenmekte olmasının diğer bir nedeni de coğrafyasında barındırdığı insan topluluğunun özelliğine ilişkindir. Türkiye, sahip olduğu özel coğrafi konumu ve köklü tarihi nedeniyle kültürler ve medeniyetler arası diyaloğa ev sahipliği yapan bir ülke konumundadır. Esasen farklı insan toplulukları arasındaki ilişki ve etkileşimlerin radikal bir şekilde artışı olarak tanımlanan küreselleşmenin, bu özellikte bir ülke olan Türkiye’de büyük etkilere sebep olması kaçınılmazdır.
Giddens, küreselleşmenin ekonomik, politik ve kültürel olmak üzere üç boyutu olduğundan bahsetmektedir (Slattery, 2017:420). Buna göre ekonomik boyut, küresel piyasaların gelişimi ve dünya çapında pazarlar ve fabrikalara sahip Sony veya Ford gibi modern çok uluslu şirketlerin gücündeki artış olarak tezahür etmektedir. Küreselleşmenin ekonomik boyutu çerçevesinde küresel üretimdeki radikal dönüşüm önemli bir noktadır. Günümüzde, geleneksel ulus-devlet temelindeki yapının aksine, üretim faaliyetleri küresel çerçevede yerine getirilmekte, üretimin farklı aşamaları farklı coğrafyalarda sonuçlandırılmaktadır. Bu süreçte, en önemli birim çokuluslu şirketler olarak ortaya çıkmakta, bu şirketler portföy yatırımlarından doğrudan yabancı yatırımlara, uluslararası mal ve hizmet ticaretinden turizme kadar birçok ekonomik alanda faaliyet göstermektedirler (Bayar, 2008:28). Öte yandan, “yeni ekonomi” ve “post-endüstriyel üretim” gibi kavramlarla da tanımlandığı üzere, günümüzdeki üretim sürecinin en önemli özelliği, mal üretiminden ziyade hizmet üretimine ağırlık vermesi ve bu itibarla en önemli üretim faktörünün nitelikli insan kaynağına dönüşmüş olmasıdır.
Giddens, küreselleşmenin diğer iki boyutu olarak kültürel ve politik boyutlardan bahsetmektedir. Buna göre kültürel boyut, kitle iletişim araçları ve uydu fikirleriyle yaratılan küresel fikirler, imgeler ve kimliklerin gelişimini ifade ederken politik boyut, uluslararası diplomasiye geçiş ve yönetim ağlarının da gelişimiyle Avrupa birliği ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nden Güney-Doğu Asya Ulusları Birliği’ne (ASEAN) doğru geçişi ifade etmektedir (Slattery, 2017:420). Bu bağlamda, küreselleşmenin özellikle kültürel boyutu üzerindeki önemli bir etki, 1990’lardan itibaren internetin bulunmasıyla birlikte internet ve bilgisayar kullanımının artmış olmasıdır. Bireyler internet üzerinden alışverişten müziğe birçok alanda kendilerine yer bulmuşlardır. Ayrıca dünyanın dört bir yanından insanları tek bir tıkla birleştirebilen bu ağ, kültürlerarası etkileşimin de sınırlarını ortadan kaldırmıştır. Örneğin yemek kültürü üzerinden bakıldığında, küreselleşmenin en önemli etkisinin “fast food” tüketimi üzerinden olduğunu ifade eden Kaya, Ülkemize 1984’te gelen McDonald’s ve 1995’te gelen Burger King’in oldukça yüksek olan şube sayıları verisiyle bu ifadesini desteklemektedir (Kaya, 2019:128). Buna ek olarak küreselleşmenin yalnızca dışarıdan gelen kültür bağlamında değil, Türkiye üzerine de yurt dışına çıkan birçok girişimci tarafından Türk mutfağı başarılı bir şekilde tanıtılması gibi bir etkisi olduğu söylenebilmektedir. Küreselleşmenin Türkiye üzerindeki politik etkisine bakıldığında ise Türkiye; 1980 yılı ile başlayan süreçte uluslararası ticaret, insan hakları ve çevre gibi birçok konuda anlaşmalara imzaya atmıştır ve zamanla dünya ile daha senkronize hale gelmiştir. Küreselleşme sürecinde ABD’deki gelişmeleri takip ederek profesyoneller tarafından yönetilen bir ekonomi oluşturmak amacıyla Sermaye Piyasası Kuru Kurulu ve Rekabet Kurumu gibi birçok yeni özerk kurumun ortaya çıktığı görülmektedir. Ayrıca Kaya(2019)’nın da ifade ettiği gibi bu süreçte bürokrasinin gücünün azaldığı da söylenebilmektedir. Ancak bu güç azalması, devletin etkisini tamamen kaybetmesi şeklinde sonuçlanmamıştır. Devlet bu süreçte ortaya yeni bir kimlik oluşturmaya çalışmıştır ve gerek terör olayları noktasında gerekse liberalleşmenin olumsuz sonuçları karşısında görev yine devlete düşmüştür.
Küreselleşmenin farklı bir boyutu olarak çevresel/demografik boyutuna bakıldığına, Türkiye üzerinde birçok etkisi görülmektedir. Örneğin, çevre dostu üretim ve tüketim, Türkiye’de giderek artan bir şekilde dikkate alınmaya başlanmıştır. Demografik entegrasyon noktasında Kaya (2019), göç olgusuna ve göçün küreselleşme sürecinde ortaya çıkan bir durum olmayıp, esasen insanlık tarihi kadar eski olduğuna vurgu yapmaktadır. Türkiye’de 1980 öncesi dönemde birçok göç hareketi karşımıza çıkmaktadır. 1980 sonrası dönemde ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından azalan göç, tekrar yükselişe geçmiştir. Birleşmiş Milletler’den aktardığı veriler ile Kaya (2019), 2000 yılında 173 milyon olan toplam göçmen sayısı, 2010 yılında 244 milyona çıktığını ifade etmektedir. Bu artışa sebep olan faktörler arasında ise küreselleşme ile birlikte artan göç çeşitleri, kadının tek başına başka ülkelere göç etmesi gibi etmenler sayılabilmektedir. Ayrıca Kaya (2019), Türkiye’de artan göçün önemli bir sebebinin Türkiye’nin AB bölgesine geçişte transit ülke konumunda olması olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu konuda Doğuş Şimşek’in (2019) “İstanbul’daki Afrikalı Göçmenlerin Gündelik Irkçılık Deneyimleri” adlı çalışmasında bu düşünceyi destekler niteliktedir. Bu çalışmada göçmenlerle yapılan görüşmeler sonucunda birçok Afrikalı göçmenin asıl amacının Avrupa’ya göç etmek için gerekli birikimi elde etmek olduğu şeklinde veriler elde edilmiştir. Ayrıca Türkiye’nin küreselleşmenin kültürel boyutundan da yaygın bir biçimde etkilendiği, bu bağlamda, Türk toplumunun beğeni ve ilgi alanlarının, özellikle son yıllarda, ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçtiği söylenebilmektedir. Ancak, bu, küresel düzeyde tanınan kültürel ve üretim biçimlerinin Türkiye’de yer etmesi kadar, Türk kültür öğelerinin uluslararası tanınırlığının da artması şeklinde gerçekleşmektedir. Ayrıca küreselleşme sürecinde tüketim ve popüler kültür gibi etkenlerle de toplumların birbirine benzeme süreci söz konusudur. Dünyanın hemen her yerinde ABD bayrağı taşıyan giysiler, İngilizcenin küresel dil hale gelmesi, hemen her ortamda aynı müziklerin dinlenmesi gibi olgular, kültürel açından bir küreselleşmenin etkilerini göstermektedir. Öte yandan, küreselleşmenin güvenlik boyutu, Türkiye’yi uluslararası terörizmle mücadele, silahların kontrolü ve silahsızlanma, yasadışı göç, insan ticareti, organize suç, yolsuzluk, uyuşturucu ticareti ve karaparayla mücadele gibi konularla çok daha kapsamlı ve derin bir şekilde ilgilenmeye zorlamakta, bu konularda bölgesel ve uluslararası işbirliğinde öncü rol sahibi olmaya yöneltmektedir (Bayar, 2008:29).
1980 sonrası dönemin Türkiye’deki sınıfsal yapının dönüşümüne olan etkilerine bakıldığında ise Türkiye’nin küresel ekonomiye açılmasıyla Türk sınıf yapısının önemli ölçüde değişiklik yaşadığı görülmektedir. 1980’lerde, Türkiye işçi sınıfı ücretli işçi sayısındaki artış ve sendikal harekette yaşanan canlanma ile belirgin bir gelişme sağlamıştır ancak milli gelirden alınan pay, sendikalaşma oranları, küçük üreticilik, kayıt dışı çalışmanın yüksekliği gibi önemli sorunlar bu sınıfın etkinliğini de oldukça sınırlamıştır (Yıldırım, 2018:90). 1980’lerin başı itibariyle Türkiye işçi sınıfı ve iş gücü piyasasının temel profili değerlendirildiğinde, ilk olarak istihdamda tarım sektörünün önemli derecede ağır bastığı görülmektedir. Nitekim 1923 yılında toplam istihdamın %90’ı tarım sektöründe çalışan işçilerken, 1960 yılına gelindiğinde bu oran %74’e, 1980 yılında ise %54’e düşmüştür (Yıldırım, 2018:91). Aynı yıl toplam istihdamın %27’sini hizmetler, %20’sini ise sanayi sektörü karşılamıştır (Yıldırım, 2018:91). 1960 yılında tüm istihdam edilenlerin sadece %13’ü ücretliyken, bu oran 1980’de %28’e yükselmiştir. Ancak bu dönemde küçük üreticilik Türkiye’deki önemin korumaya devam etmiştir. 1960 yılında tüm çalışanların %55’i olan ücretsiz aile işçileri 1980 yılında biraz düşüşle birlikte %44 gibi çok yüksek oranlarla kendisini göstermektedir (Tokol’dan aktaran Yıldırım, 2018:91). Küresel ortam, tarım politikalarının belirlenmesi sürecinde ulus-ötesi şirketleri ve Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi küresel yönetim kurumlarını güçlendirir ve öne çıkarırken, ulus devletlerin ekonomileri ve piyasaları üzerindeki hâkimiyetlerini de sınırlamıştır (Gürsoy, 2013:35). 2001 yılında yaşanan iktisadi krizin tarımdaki küçük üreticilerin durumunu kötüleştirici etkilerini de belirtmek gerekir. Fiyatların genel artışı karşısında ücretlerin aynı seviyeye ulaşamaması, bir yandan mevcut mevsimlik tarım işçilerinin geçinebilmelerini daha da güçleştirmişken, öte yandan daha fazla küçük üreticiyi tarım işçiliğine yöneltmiştir (Gürsoy, 2013:38). 1980’ler itibariyle kayıt dışı istihdam %60 gibi aşırı yüksek bir seviyede seyretmemiştir. Kayıt dışı çalışan işçilerin aileleriyle birlikte sosyal güvenlikten yoksun olmaları, ücretlerinin düşük ve çalışma saatlerinin uzun olması, tüm bunlardan önemlisi çalışma hayatına yönelik yasal düzenleme ve koruma kapsamının dışında kalmaları, iş gücü piyasasının en önemli kırılganlıklarından birisi olmuştur (Yıldırım, 2018:92). 1980 yılındaki 24 Ocak Kararları ile birlikte ekonomide uygulanmaya başlayan yeni politikalar ve yapısal dönüşüm, işçilere daha önce verilen hak ve güvencelerin de sınırlandırılmasına yol açmıştır. Gittikçe artan grevler, uluslararası rekabet gücü sağlamak amacıyla ücretler ve tarımsal üreticilerin gelirlerinin düşürülmesine yönelik 1980 sonrası iktisadi politikaların işçi sınıfı açısından zor bir sürecin başladığına da işaret etmektedir. (Yıldırım, 2018:92).
1980 sonrasıyla birlikte yaşanan serbestleşme ülkenin reel üretim kesimlerini boğarken finans kapitali zengin etme yolunda ilerlemiş ve ülke içindeki üreticileri geçmişte olduğu gibi yabancı üreticilerle rekabet edemez hale getirmiştir. Üretim değil de ticaret önemsenince maliyet gideri olarak tanımlanan işçi ücretleri ciddi biçimde düşmüştür ve dönemin en sıkıntı çeken sınıfları üreticiler, işçiler ve çiftçiler olmuştur. 12 Eylül rejimi ile birlikte kıdem tazminatının sınırlanması, izinler ve tatil sürelerinin uzatılması ve sendikal faaliyetler engellenmesiyle işçi örgütleri ve hakları ile ilgili çok ciddi bozucu gelişmeler gözlemlenmiştir (Atılgan’dan aktaran Demir, 2017:27). Kentlerde oluşan yoksullaşmış kitlelerin politize olmasını engellemek ve bir sınıf bilincinin şekillenmesini durdurmak için dönemin hükümeti gecekondularda yaşayan kitlelere tapu tahsis belgeleri verilmiş, imar izinleri çıkartılmış; kentleşme adı altında rant odakları oluşturulmuş ve yoksul kesim adına yüksek beklentiler yaratılmıştır (Demir, 2017:27).
Türkiye’nin 1980’de baskın olarak hâlâ bir tarım toplumu olduğu ancak bunun yanı sıra 20 yıl boyunca büyük değişimlerin yaşandığı da görülmektedir. Bu dönemde çiftçi ve tarım işçilerinin toplum içindeki payının azalmasının yanı sıra rutin beyaz yakalılar ve yüksek dereceli profesyoneller ve işverenlerdeki artışlar dikkat çekmektedir. Yüksek mevki meslek sahipleri ve profesyoneller 1980 yılında Türkiye’nin %1,6’lık kısmını oluştururken, bu, 200’de %3’e atlayarak neredeyse ikiye katlanmıştır. Rutin beyaz yakalıların oranı ise 1980’de %5,4 iken 2005’de %12,1’e çıkmıştır. Bu sınıf, genel olarak şehirlerde büyüyen perakende ve hizmet sektörü gibi alanlarda çalışan vasıfsız çalışanlardan oluşmaktadır. İşveren sınıfı ise %1’den daha az bir seviyeden %2,3’e çıkmıştır (Kaya, 2019:86). Türkiye’nin düşük vasıflı emek, kayıt dışı istihdam ve üst yönetici sınıflarının eşzamanlı büyümesi durumunu yaşaması Türkiye’de proleterleşme ve kutuplaşmanın son dalga iktisadi küreselleşme periyodunca gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir. (Kaya, 2007:27). 1980 ve 2010 yılları arasında Türkiye’nin sınıfsal yapısı üzerinde yapılan analizler, bu dönemde en tepedeki girişimci ve profesyonel sınıflarla en altta hizmet ve imalat sektöründe çalışan vasıfsız işçilerden oluşan proleter sınıfın genişlediğini göstermiştir (Boratav’dan, aktaran Kaya, 2019:87). Küresel ekonomiye entegrasyon süreci Türkiye’de toplumsal refah ve eşitsizliği artırıcı olumsuz büyük bir etkide bulunmamışsa da sürecin mimarları olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar tarafından iddia edildiği gibi toplumsal refahı artıran ve ekonomik büyümeden gelen kazanımları tabana yayan bir etkide bulunmamıştır.
Tüm bunların sonucunda, Türkiye’nin toplumsal yapısının dönüşümünde 1980 yılının önemli bir dönüm noktası olduğu söylenebilmektedir. Gerçekleşen askeri darbenin Türkiye’yi yepyeni bir düzene sürüklemesi ve dünyada daha erken başlamış olan ancak Türkiye’de 1980 ile birlikte etkisini gösteren küreselleşme olgusu ile birlikte toplum; sosyal, politik, ekonomik ve kültürel bağlamda büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Halen devam etmekte olan bu süreçte, gerçekleşecek olan yeni dönüşümlerde toplumun ve devletin iç dinamikleri kadar, dünyada yaşanan değişimler de büyük role sahip olacağı söylenebilmektedir.
KAYNAKÇA
- Bayar F. (2008), ‘’Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye’’, Uluslararası Ekonomik Sorunlar, s.25-34.
- Demir, İ. (2017). “Türkiye’de Sınıflar”. Sosyolojik Düşün, 2(1), 12-30.
- Gürsoy, Ö. B. (2013). Bir Yaşam Biçimi Olarak Dışlanma: Türkiye’de Mevsimlik Tarım İşçileri. A. Buğra (Der.) içinde Sınıftan Sınıfa: Fabrika Dışı Çalışma Manzaraları (s. 33-69). İstanbul: İletişim Yayınevi.
- John J. Macionis, Sosyoloji, çev. Vildan Akan (Ankara: Nobel, 2017), s. 689.
- Kaya, Y. (2007). 1980-2005 Arası Türkiye’de Küreselleşme ve Sosyal Sınıf, İLEM Yıllık, 2(2), 23-59.
- Kaya, Y. (2019). Türkiye Ekonomisinin Dönüşümleri Işığında Tabakalaşma. L. Sunar (Ed.) içinde Türkiye’de Toplumsal Yapı ve Değişim (s. 71-92). Ankara: Nobel Yayıncılık.
- Kıvılcım, F. (2013). Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye Açısından Değerlendirilmesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler, 5(1), 219-230.
- Slattery M. (2017). Sosyolojide Temel Fikirler, Bursa: Sentez Yayınları, 528 s.
- Sunar, L. (2019). Toplumsal Değişimi Açıklamak: Temel Kavram ve Kuramlar. L. Sunar (Ed) içinde, Türkiye’de Toplumsal Yapı ve Değişim (s. 1-39). Ankara: Nobel Yayıncılık
- Sunar, L. (2019). Türkiye’de Sosyal Bilimlerde Toplumsal Değişim. L. Sunar (Ed) içinde, Türkiye’de Toplumsal Yapı ve Değişim (s. 39-70). Ankara: Nobel Yayıncılık
- Şimşek, D. (2019). İstanbul’daki Afrikalı Göçmenlerin Gündelik Irkçılık Deneyimleri. Mukaddime, 10(1), 233-248.
- Yıldırım, K. (2018). Türkiye’de Sınıflara Tarihsel Bir Bakış: Devlet Ekonomi ve Sosal Sınıflar. L. Sunar (Ed.) içinde, Türkiye’de Toplumsal Tabakalaşma ve Eşitsizlik I. Cilt (s. 53-101). Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
- Yılmaztürk, A. (2019). Ekonomik ve Sosyal Etkileriyle 21. Yüzyılda Küreselleşme. Ida Academia Muhasebe ve Maliye Dergisi, 2 (2) , 137-154.
- Yunus Kaya, Ayyıldız ve Küre, İstanbul: Nobel Yayınları, 2019, 219 s.