Klasik kuramcılardan gerek Marx gerek Durkheim olsun dertleri şudur: Bu toplum nasıl işliyor? Bu toplum nasıl çalışıyor? Bu toplumun dinamikleri nedir? Bu sorulardan ilerleyerek geniş bir çerçevede cevap arama derdine düşüyorlar. Dolayısıyla bunu yaparken de bize dönemin ruhunu anlatıyorlar. Belli bir sistemi olan ve dünyadaki ilişkileri anlamaya çalışan büyük boy bir kuramcı olan Marx’ın direkt olarak kent üzerine çok fazla çalışması yoktur. Bu nedenle Engels’le yapmış oldukları çalışmalar üzerinden anlatılması daha doğru olacaktır. Büyük boy kuramcı, ekonomist, eylem adamı, sosyolog, filozof, felsefeci ama hepsinden önemlisi de bir devrimci olan Marx’ın derdi, devrim yapmak ve kapitalist sistemi yıkıp yerine sosyalist sistemi koymaktır. Marx’ın bu arzusu şimdi neredeyse mümkün değildir. Çünkü kapitalizm her şartta kendi kurumlarıyla ve kültürüyle giderek sistemleşen bir yapı haline dönüşmeye başlamıştır. Marx teorisini ortaya koyarken en temele bir çatışma yerleştirir, yani toplumsal ilişkilerin temelinde çok önemli bir çatışma olduğunu söyler. Bu çatışma, mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki çatışmadır. Dünyadaki pek çok bütünlük ekonomi üzerinden ilerlemekte ve bu ekonomik ilişkilerde mülk sahipleriyle, mülksüzler arasındaki bir mücadelenin üzerinden ilerlemektedir. Marksist kavramla konuşmak gerekirse mülk sahipleri dediğimiz burjuvazidir. Yani yatırım yapmış, kapitalist ekonomi içinde iş yapmış kişiler burjuvaziyi oluştururken, mülksüzler yani işçi sınıfı ise proletarya sınıfını oluşturmuştur. Dolayısıyla Marx bütün teorisini bunlar üzerinden şekillendirmiştir. Kapitalizm analizindeki bu çatışmanın tarihsel süreçte sistematik olarak ilerlediğini ve bütün toplumların aşağı yukarı bütün evrelerden ortak şekilde ilerlediğini, ortak geçmişten geçeceğini ve sonuçta tarihin belli bir noktaya varacağını, varılan bu noktanın da işçi sınıfının yapacak olduğu bir devrim olacağını anlatmaktadır. Marx’ın bu anlatılan teorisinin içerisinden bir kent teorisi çıkarmak gereklidir. Çünkü Marx bir kent sosyoloğu değil ama kendi teorisi anlatırken bize buram buram kenti anlatmaktadır. Dediğimiz gibi mülk sahipleriyle mülksüzler çatışması tam da kentte gerçekleşmekte ve Marx’ın iddiasına göre sosyalist devrimin ortaya çıkış noktasını da kent oluşturacaktır.
Köyleri ve kırları sevmeyen Marx, çok net bir şekilde kır ve kent ayrımı yapmaktadır. Köylülük, kırda yaşam insanoğlunu devrime giden yoldan alıkoyan bir bütünlük olarak karşımıza çıkmaktadır. Kentleri sömürünün yaşandığı, kapitalizmin derinleştiği alanlar olarak tanımlayan Marx ve Engels’in bunu demesindeki sebebi Marx şöyle açıklamıştır: İnsanlar fabrikada çalışırken arada artı değer üzerinden sömürü gerçekleşmektedir. Bu artı değer üzerinden gerçekleşen sömürü, kapitalist sistemin tam da temeli olmaktadır. İkinci sömürü ise kentte gerçekleşmektedir. Kira yani işçilerin kalacak olduğu evler yine mülk sahipleri tarafından üretilmiş evlerdir. Bu evleri kiralayan işçiler burada yine sömürülmektedir. Dolayısıyla kentler Marx’a göre insanoğlunun çok büyük ve sistemli şekilde sömürüldüğü alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Sömürünün bu kadar derin yaşandığı yerlerde çatışma da artacaktır. Dolayısıyla Marx’a göre kentler, birden fazla sömürünün olduğu, işçinin defalarca sömürüldüğü bu sömürüyle beraber çatışmanın yaşandığı bunun beraberinde de devrim sürecinde ilerlediğini anlatmaktadır. İş bölümünün, sınıflı bir yapının ve kapitalist üretimin gerçekleştiği alan olan kent, tabakalaşmanın ve sınıflaşmanın olduğu bu sınıflaşmayla beraber de tarihi çatışmanın giderek derinleştiği bir bütünlük olarak karşımıza çıkacak, bu bütünlük eninde sonunda devrime varacaktır.
Çok renkli bir karakter olarak karşımıza çıkan Max Weber, en önemli eseri olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı kitabıyla öne çıkmaktadır. Marx, Durkheim ve Weber esasında bir kent sosyoloğu değildir ancak bu üç düşünürün ortak noktası, toplumu anlamaya çalışmalarıdır. Sadece kenti değil aynı zamanda işleyişi ve Avrupa’yı anlamaya çalışan Weber bu işleyişi anlamaya çalışırken kentle ilgilenir ve 1921 yılında “The City” adlı çalışmasını yayınlıyor. Buradan şunu çıkarabiliriz: “ Kent toplumu Avrupa’nın tarihini belirlemede çok etkili olmuştur”. Çünkü Avrupa’nın tarihi, kent tarihidir. Dolayısıyla Avrupa’daki modernlikleri anlama arzusu ister istemez Weber’i kent (The City) çalışmasına mecbur bırakmıştır. Avrupa sistemi nedir? Avrupa’da hayat nasıl yaşanır? Avrupa’da modernlikler nasıl kuruluyor? Sorularını anlamaya çalışan Weber’in genel teorisine baktığımızda çalışmalarının bütünlüklü bir şekilde olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Avrupa kültürünün nasıl olduğunu anlamak için Weber ister istemez kentlere ilerlemek zorunda kalıyor. Durkheim’da dayanışma olarak, Marx’ta ise sömürü olarak görülen mesele Weber’e geldiğimizde derli toplu bir ayrıntı olarak karşımıza çıkmaktadır. Weber’in genel çerçevesine baktığımızda gördüğümüz temel mesele, bir kültür sosyoloğu olmasıdır. Weber, Avrupa’nın kültürel yapısını anlamaya ve analiz etmeye çalışır. Dolayısıyla Avrupa kültürünün temelinin ne olduğuna baktığımızda gördüğümüz temel mesele kapitalizmdir. Kentsel alanlar aynı zamanda burjuvayı da ortaya çıkaran mekânlardır. Dolayısıyla Weber, bu burjuvazinin esasında Avrupa’nın tamamını nasıl inşa ettiğini, nasıl dönüştürdüğünü çok net bir şekilde anlatmaktadır. Weber’in kent incelemesi (The City) çerçevesinde baktığımızda kent, fiziksel bir doğa, fiziksel bir alana kurulmuş siyasi, idari, ekonomik ve hukuksal nitelikleri bulunan bir yerleşim alanıdır. Aynı zamanda bu yerleşim alanları toplumsallıkları, sosyallikleri oluşturan bir bütündür. Weber’e göre kent, basit olarak bir ya da daha fazla yerleşim alanının birleşimi olan görece, kapalı bir yerleşimdir. Weber kentlere bakarken kentleri tarihsel olarak algılamaya çalışır. Dolayısıyla kentleri tarihsel olarak algılamaya çalışmasıyla da Avrupa kent tarihi bir şekilde Weber’in ilgilendiği temel mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Dünyadaki pek çok bütünlük ekonomi üzerinden ilerlemekte ve bu ekonomik ilişkilerde mülk sahipleriyle, mülksüzler arasındaki bir mücadelenin üzerinden ilerlemektedir” diyen Marx’taki ekonomik bakış açısı Weber’de de baskındır. Kapitalizmin üzerinde duran Weber, Avrupa’daki kapitalizmin tarihini analiz etmiştir. Pazar yeri meselesine de değinen Weber bir kentte olması gereken özellikleri de sıralamıştır. Weber’ ilk sıraya tahkimat yani duvar, destek, sur’u koymuştur bu tabi ki rastlantısal bir olgu değildir. Bu surlar bizi ortaçağ kentlerini hatırlatmaktadır. Weber’e göre bir kenti kent yapan etrafı duvarlarla çevrili bir savunma yani Avrupa’daki kentsel mekânların ilk halidir. Sırasıyla diğer maddelere geçecek olursak; ikinciye pazarı, üçüncüye kendine ait bir mahkeme ve özerk bir hukuk, dördüncüye kısmi tutarlılık yani insanları bağlayan birlikteliği son olarak beşinciye ise özerklik ve bağımsızlığı koymuştur. Weber’de ekonomi meselesi önemlidir. Dolayısıyla ortaçağ kentlerini düşünürsek Weber için pazar, pazar yeri önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda Weber üç pazardan bahseder. İlk olarak; duvarların, tahkimatın olduğu Pazar, ikinci olarak; kentin dışında olan Pazar, üçüncü olarak ise çok uzak yerlerden gelen malların ticaretinin olduğu pazarlardır. Üçüncü bölgesel pazarın burjuvazinin oluşmasındaki ilk nüve olması bu pazarın önemini vurgular.
Weber’in ekonomiyle ilişkili olarak başka bir kavrama gelirsek karşımıza üretici ve tüketici kentler çıkacaktır. Weber’de önemli bir kavram olan tüketici kentler, kent içinden veya dışından elde ettikleri gelirleri kente harcayan kentlerdir. Yani kentsel tüketimin çok olduğu kentlere tüketici kentler denmektedir. Üretici kentler ise kentsel alanlardaki tüketimden daha fazla üretimin var olduğu kentler olarak karşımıza çıkar. Weber sadece ve sadece dünyada tek bir kent tipi olduğunu iddia etmez. Mısırdaki, Asya’daki kentlerden de bahseder. Dolayısıyla Weber’de kent, tarihsel bir olgu olarak sadece Avrupa’da değil dünyanın her yerinde farklı görünen bir kent meselesinden bahseder. Weber kır ve kent ayrımını Marx’taki gibi net bir şekilde ortaya koymamaktadır. Weber için kır ve kent birbirinden ayrı faktörlerdir ama 1921’deki yayınında çok net bir şekilde “kırı şekillendiren o bölgedeki kentlerin neler ortaya koyduğudur” diyerek bunu gözlemlemeye çalışıyor. Dolayısıyla net bir şekilde söyleyebiliriz ki Weber’de kırsal ilişkiyi belirleyen kelimenin tam anlamıyla kentlerin üretmiş olduğu bütünlük olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak Weber ve Marx’ı kısaca karşılaştırmak gerekirse, Max Weber kır ve kentin ayrı yerler olduğunu söylerken, Karl Marx kır ve kent ayrımını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü Karl Marx teorisinde kırda yaşamın insanoğlunu devrime götüren süreçte bir engel olarak görmektedir. Max Weber ise kırı belirleyen ilişkilerin, şekillendiren kentsel bütünlüğün olduğunu söylemektedir. Karl Marx kentleri sömürgelerin yaşandığı, kapitalizmin derinleştiği bir yer olarak tanımlarken Weber ise kentin tanımını tek bir model ve sistem olarak değil de farklı şekillerde ve modellerde olduğunu söylemektedir. Marx kent sosyoloğu olarak değil de kendi teorisini anlatırken kentlerin üzerinde durmuş ancak Weber teorisini tamamen kentler nasıl kurulur, kent ne demektir, kentlerde olması gereken özellikler nelerdir şeklinde tanımlamalar ve açıklamalar yapmıştır. Weber toplumsal ilişkileri anlamak için tipler oluşturmuş, kentte onun batıya özgü bir ideal tipini meydana getirmiştir.
KAYNAKÇA:
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kent Sosyolojisi Dersi Ders Notları 2022