KİRLİ RÖNESANS: DİYALEKTİK Mİ TEKERRÜR MÜ?
‘’Ben Kimim?’’ sorunsalı orta çağın karanlık sularında insan merkezli düşüncenin uzağında yolunu görmeden kürek çektiği zamanlar, belki de dünya tarihinin en kötü zamanlarıydı. Dogmaların hükümdarlığında insan düşünceleri köleleştirilmiş ve dil aleti köreltilmişti. Bunun sonucunda insanlar, kim oldukları bilgisinden uzak, otoritenin tayin ettiği ben şuyum veya bu şudur düşüncelerini kabul ediyorlardı. Ne düşünmeleri, hissetmeleri ve nasıl davranışlarda bulunmaları gerektiği dogma hükümdarı tarafından belirleniyordu. Bunu kabul etmeyenler ise Galileo gibi ölümle tehdit ediliyordu. Aslında tüm macera orta çağın karanlık sularında ‘’Ben Kimim?’’ sorusunun dil küreklerini, aydınlığa doğru çekmesiyle başlıyor. Her ne kadar aydınlanmanın oluşturduğu dalgaların sesi, bizi Rönesans rüyasına daldırsa da bunun sadece bir reklam arası olduğunun farkına henüz varıyoruz. Bilim ve teknikle dogmaları ortadan kaldıran, özgürleşmeyi sağlaması beklenen, ben kimim sorusunun cevaplanması için derin ve temiz sulara sahip olan aydınlanma; bilim ve teknikle kendi dogmalarını yarattı ve orta çağın karanlık sularına doğru kürek çekti. Nasıl mı?
Orta çağ zannedildiği kadar vahşi olmasa da otorite olan kilise; insanları korku, zulüm ve eziyetle itaat etmek zorunda bırakmıştır. Kurulan Engizisyon mahkemeleri ile sisteme karşı gelen her düşünceyi yargılayıp ortadan kaldırmışlardır. Bu iki cümlenin özeti şudur: mutluluğunu arayan kilise azınlığı; bu mutluluğu, özgür düşüncenin ve ben kimim sorusunun kapılarını kilitlemekte buldu. Bu kurduğum üç cümlenin günümüzle bağlantısını kurabiliyor musunuz? Bu cümleleri bir de şöyle kuralım: Günümüz zannedildiği kadar vahşi olmasa da otorite olan kültür endüstrisi veya kapitalizm; insanın sonsuz arzusunu yöneterek daha fazla ürün satın almasını arzulamasını sağlamış ve bu ürünlere ulaşması için daha çok çalışmakla itaat etmek zorunda bırakmıştır. Psikoloji ve sosyolojinin gelişimiyle kurulan düşünceyi hapsetme bankaları ile sistemin seçeneklerine karşı gelen her düşünceyi yargılayıp toplum dışı bırakmıştır. Bu iki cümlenin özeti şudur: mutluluğu arayan kapitalist azınlık; bu mutluluğu, insanların ihtiyaçlarına göre değil de arzularına göre hareket etmesini sağlayıp bu arzuları maddeleştirmekte ve tüketime zorlayarak ben kimim sorusunun kapılarını kendilerine göre inşa etmekte buldu. Peki, bu kapı için gerekli malzemeleri nereden buldu?
Rönesans,’’ Aydınlık karanlığın içindedir’’ düşüncesiyle insan aklının yeniden doğuşuna zemin hazırlamıştır. Böylece yüzyıllar boyunca Aristoteles’le Platon’la boşa giden ben kimin sorusunun ilerlemesini sağlamıştır. Dante , Boccacio , Erasmus, Montaigne , Descartes, Spinoza ve diğerleri sayesinde yeni insan, her türlü iç ve dış etkiden kurtulmuş, kişiliğini bulan ve insanlığa güvenen yepyeni bir varlıktır. Başkalarına benzemeye değil, benzememeye çalışmaktadır. Dünyaya, ortak bir görüşle değil, objektif bir bakışla bakmak bilinci uyanmıştır. Yeni insan, düşünen bir kişidir. Belli başlı kavramlara ve durumlara, kendi dil aletini kullanarak bir heykeltraş gibi şekil vermektedir. Kendine özgü düşünceleri, kendine özgü görüşleri, kendine özgü duyguları vardır. Yeni ekonomik ilişkilerin meydana getirdiği Rönesans’ın yeni insanı, dinsel olmaktan çıkarak kişisel insan olmaya başlamıştır. Dogmalardan sonra tamamen insana odaklanılmış mutluluk, özgürlük, hakikat, doğa, erdem, hoşgörü, zihin, insan davranışları gibi insana özgü ve ilgili olana odaklanılmıştır. Ancak insana özgü olana odaklanılması, insanın ne olduğunu tanımlamak değildir. İnsanı, insan yapan değerler, kilisenin dayatmasından kurtarılmış ve insan aklına ve diline sunulmuştur. Bunun sonucunda psikoloji ve sosyoloji alanları gelişmiş ve insanı anlamak bir bilim haline gelmiştir. Günümüz kilisesi de gerekli malzemeleri bu bilimleri ve kavramları kullanarak yapılaştırmıştır. Dolayısıyla insanı yönetmekte bilim haline gelmiştir. Var olan sistem/otorite/kapitalist sistem, kamyon olan insan aklının şoförü olan dili, işten kovmuş ve oraya kendi adamını yerleştirmiştir. Medya, müzik, sosyal ağlar… Bu şoförler sayesinde, insan aklının gitmesi gereken yeri otoritenin kendisi belirlemiştir. Bunun sonucunda günümüz kilisesi olan araçsallaşmış akıl ortaya çıkmıştır. Kısacası insan dediğimiz kavramsal canlı, kapitalist sistemin insanın bireysel olarak anlamlandırması gereken kavramları kendisine göre anlamlandırması sonucu icat edilmiştir, diyebiliriz. En acısı bu kavramları, şeyleştirip tüketilebilir hale getirmiştir. Bu yeni icat olan insanın özellikleri nelerdir?
Spinoza ve daha sonra Freud’la birlikte insanın arzularına göre hareket etmeye daha meyilli olduğu görüşleri ortaya atılmıştır. Spinoza şu soruyu sorar: İnsan, iyi olan şeyleri mi arzular yoksa arzuladığı şeylere mi iyi der? Bu arzu kavramı, Freud’da dürtülere yani insanın davranışlarını belirleyen mekanizmalara tekabül etmektedir. Freud’un akrabası olan ve onun kitaplarının basılması için destek veren Edward Bernays, ‘’insanın ihtiyaçlarına göre değil, arzularına göre üretim yapılması gerekiyor’’ anlayışıyla kapitalizmin düşünsel inşasını gerçekleştirmiştir. Çünkü insanın ihtiyaçları sınırlıdır ve tüketimi diğer bir deyişle getirdiği kar azdır. Ancak arzular sınırsızdır ve tüketimi kar oranlarını artırmaktadır. Örneğin; ayda bir değişen moda veya 3 ayda bir çıkan yeni telefonlar. Bu moda ve telefon furyası yeni bir metalaşma yorumunu ortaya çıkardılar. İnsanlar, telefonları ellerine temas etmediği zaman onu arzulamaya başladılar. Daha sonra telefonları ellerine aldıklarında bu arzunun devamı için arzularının baskısına uğradılar. Yani arzulamayı da arzulamaya başladılar. Günümüz kilisesi de bu açığı kullanarak insanın arzularının maddeleştirilmesini ve ona ulaşmak için rekabet etmesi gerektiğini empoze etmiştir. Empoze edilen algı sayesinde insanlar ellerinde sağlam ve kullanışlı eşyalar olsa bile yeni çıkanı arzulamaya devam ettiler ve hızlıca tükettiler. Böylece, arzularını gerçekleştirecek olan maddelere ulaşmak için daha çok çalışmaya başladılar. Bunun yansıması olarak günümüzde insanlar karınca misali Rönesans döneminin yücelttiği insanı insan yapan değerleri maddeleştirme çabasına girdiler. Eğlenceyi telefonda, ait olma ihtiyacını sosyal medyada, başarıyı sayısal değerlerde, sevgiyi pırlanta yüzükte, erdemi sıralamada herkesin önünde olmakta buldular. Bu maddeleri tüketip kavramların anlam boşluğunu veya varoluşsal boşluklarını doldurmaya çalıştılar. Bu şekliyle Rönesans’ı şöyle tanımlayabiliriz: Görünmeyene inanmanın sonucunda oluşan dogmaların insanları köleleştirdiği bir dönemden, görünen ve bilimsel olanın insanları köleleştirmeye götüren bir ara dönemdi, kirli Rönesans.
Ruhsal ve psikolojik yaşamın ön planda olduğu Rönesans döneminin ardından gelen arzuların kullanımı ve liberal düşünce, maddesel yaşam için gerekli ortamı oluşturup ruhsal yaşamı bastırarak uyuttu. Günümüz insanı da tinsel yaşamı her ne kadar uyandırmak istese de bunu nasıl yapacağını bilemez. Tinselliğin uykuda olmasından dolayı yalnız kalan insan maddeye yönelir ve yalnızlığını geçiştirir. Düalist görüşe göre öğrenmek isteyen bir öğrenci ve öğrenmesi içinde bir öğretmene ihtiyaç vardır. Yani öğrenen ve öğreten farklı kişilerdir. Aynı şey usta çırak ilişkisi içinde geçerlidir. Ancak liberal düşüncenin getirdiği patron-proleterya düalizmi insanı kendi kendisine hapsetmiştir. Öğretmenden bir şeyler öğrenen kişi, ilerleyen zamanlar öğretmen olmadan da başka birileri üzerinde öğretmek eylemini kullanabilir. Ancak patron proleterya düalizminde üreten proleteryadır. Aynı şekilde tüketen de proleteryadır. Parayı kazanan ise patrondur. Yani hem öğrenen hem öğreten proleteryadır. Ancak bilginin sahibi patrondur/kilisedir. O ne derse onu kullanır ve dilde de onu temsil ederiz. Şöyle ki; erdem kavramların dilde temsili vardır ve herkesin bu kavram hakkında bir düşüncesi vardır. Ancak erdem kavramının dildeki temsiline göre hareket edemeyiz. Çünkü onu Lacan’ın büyük öteki dediği benim otorite/kilise/patron, Adorno’nun kültür endüstrisi olarak adlandırdığı şey bastırmamızı ister. Psikanaliz’den bildiğimiz gibi bastırılan şeyler, bilinçdışına itilir. Lakin günümüzde bastırılan anlamlarımız, bilinçte bulunur. Büyük bir çaba ve genel bir reddediş olmadığı sürece onu kullanamayız. (? Sinema, götünü kaldır) Yani her ne kadar mantıksız görünse de teorik olarak mantıklı olan düşünceleri pratikte kullanamayız. Çünkü araçsallaşmış akıl, otoritenin verdiği bilgiyi taşımakla meşguldür. Kişi, kendi anlamını yaratmak için bir bilgiyi araştırıp bir yapı haline getiremez. Çünkü otorite, kişiye bu bilgiyi o çabalamadan sunmaktadır. Yani insanın, bir bilgiyi araştırıp öğrenme sorumluluğunu zayıflatmıştır. Günümüz gençlerinin en büyük sorununun sorumluluktan kaçış olmasının ana nedeni de bu olabilir. Aynı şekilde otoritenin sunduğu araçsallaşmış aklında taşıdığı bilgiyi de bir yapı haline getiremez. Onun tek işi onu taşımak ve onun istediği yere gitmektir. Tıpkı bir robot gibi. Kendini bilinçli zanneden ancak sahte bir bilince sahip olan bir robot gibi. Iphone X’i satın alan ve bilinçli satın aldığını söyleyen biri gibi. Hangi ihtiyacını karşılıyor diye sorduğunuzda kem küm eden, sahte bilinçliliğini görünür kılmamak için ‘’yok o öyle değil’’ gibi içi boş kavramlar bütünlüğüne sığınmak zorunda kalır. Görünenin arkasındaki anlamı çıkaracak olan ‘’hangi ihtiyacını karşılıyor’’ problemi uzaklaşana dek.
Bu maddeleştirme dediğimiz şeyle köleleştirme ve ben kimim sorusunu arasındaki bağlantıyı Rönesans’ın önemli kavramlarından biri olan erdem kavramıyla biraz örneklendirelim. Benim gözlemlediğim en açık maddeleştirme, köleleştirme ve ben kimim sorusunun çarpıtılmasının en güzel örneği sosyal sorumluluk projelerine gönüllü olarak katılmaktır. Sosyal sorumluluk projeleriyle insanların, yardıma muhtaç olanlara yardım etmesi nasıl kölelik olabilir ki diye sorulabilir elbette. Çünkü sosyal sorumluluk projesine katılmak, erdemli bir davranıştır. Diğer insanlara karşı hoşgörü kazanırsın, onların mutlu olduğunu görürsün ve sende mutlu olursun. İyi ve kötü yanlarının farkına varırsın. Duygularını ve önyargılarını tanımlayabilirsin. Belki de en önemli şey; iyi olanı arzuluyorsundur. Spinoza’nın sorusuna göre bakıldığında günümüzde insanlar, genellikle arzuladıkları şeye iyi derler ya da arzulamak zorunda bırakıldıkları şeylere. Bunun dışında insanlara yardım etmeninde iyi olduğunu söylerler ama hiçbiri bunu arzulamaz. Siz, arzuladığınız şeylere iyi demenin ötesinde, iyi olarak görülen insanlara yardım etmeyi de arzulamayı başarmışsınızdır. İşte sosyal sorumluluk projesinin kağıda dökülebilecek katkıları bunlardır ve daha fazlası. Ancak günümüzde özellikle öğrenciler, sosyal sorumluluk projelerine, CV’lerine birkaç harf yazdırmak için katılmaktadırlar. O saydığımız bütün kazançları, birkaç harfle takas ederler. Çünkü o soyut şeylerin maddeleştirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde arzu edilemezler. Diğer insanların önüne geçemezler. Diğer türlü nasıl başarılı olabilirler ki! Neden arka sırada oturan öğrenciler, yüksek lisans döneminde referans alamamakla tehdit edilirler? Okula 1 saat erken gelip önde yer kapan ve not almak için hazır bekleyen jokeysiz atlar niçin oradadırlar? Niçin notlarını paylaşmazlar? Not dediğimiz ve bizim uydurduğumuz sayılardan ibaret olan yüksek puanlara ulaşıp diğerlerini ezmek için orada olmasınlar! Başarı denilen soyut kavramı, maddeleştirip sayıya çevirmişlerdir. Aslında her şey bundan ibarettir. CV’lere sosyal sorumluluk projelerini yazmak yasak olsaydı bu projelere katılma oranı yine yüksek mi olurdu? Başarı, sayısal değerlere indirgenip maddeleştirilmeseydi kim dersi dinlerdi veya ödev yapardı? Bunların cevaplarını elbette herkes kendisi cevaplamalı. Cevaplarken bir başka olguyu da ele almalılar. Sosyal sorumluluk projesine katılmak, telefon almak, sosyal medyada bulunmak, zıplamak ve ders çalışmak gibi eylemleri siz mi seçiyorsunuz yoksa birileri sizin yerinize mi seçiyor?
Özgürlük, her insan için ayrı bir anlam içerse de genel itibariyle insanın seçim yapabilmesi durumu olarak tanımlanabilir. Yeni ekonomik sistemin, kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte Rönesans’ın önemli kavramı özgürlük ikiye bölündü: İçsel özgürlük ve dışsal özgürlük. Dışsal özgürlük, şu anda tıkır tıkır işleyen bir özgürlük durumudur. Var olan sistem sana telefon al der ve gider telefon alırsın. Sonra dersin ki ‘’Yuppi telefon alabiliyorum’’. Günümüzün kilisesi zıplayabilirsin der ve sende zıplarsın. Sonra dersin ki ‘’ Yuppi zıplayabiliyorum’’. Oysa sana zaten başka seçenek sunulmamıştı. Tek bir seçeneğin vardı; telefon almak ve zıplamak. Tabi ki de hangi telefonu alacağın ve ne kadar zıplayacağın sana bırakılmıştı. Böylece kendini özgürmüş gibi hissedebilirsin! Kapitalist yolla para kazanıp anarşist gibi davranabilirsin. Bu imkanların hepsi sunulmakta ve ben kimim diye sorduğunda özgür olduğunu söyleyebilmektesin, sözde. Peki ya içsel özgürlük? Eğer içsel özgürlüğe sahip biriysen telefona ihtiyacım var mı yok mu sorusunu sorarsın. Belki de zıplamak değil, sürünmek istiyorsun. Eğer seçeneklerine sürünmek eylemini ekleyebiliyorsan içsel özgürlüğe sahipsindir. Ancak içsel özgürlüğe sahipsen şu cümleyi tekrar hatırlamamız gerekiyor: ‘’ … düşünceyi hapsetme bankaları, sistemin seçeneklerine karşı gelen her düşünceyi yargılayıp, toplum dışı bırakmıştır.’’ İçsel özgürlüğe sahip olmak istiyorsanız toplum tarafından reddedileceğinizi kabullenmeniz gerekiyor. Ancak Maslow’un da belirttiği gibi ait olma ihtiyacı, içsel özgürlüğü kazanmak yerine dışsal özgürlük durumuna uyum sağlamanız için sizi zorluyor. Çünkü milyonlarca insanın sizi kabul etmesi ve milyonlarca insanın bulunduğu bir gruba ait olmak rahatlatıcıdır. Ancak burada koşullu kabul vardır: Dışsal özgürlüğe uyum sağlamak. Carl Rogers’ ında belirttiği gibi eğer birileri sizi koşulsuz kabul (?) ediyorsa kendiniz hakkında daha çok şey ifade edebilir, kendinizi tanıyabilir ve eksikleriniz için çözümler üretebilirsiniz. Çünkü siz kimseniz o şekilde kabul ediliyorsunuz. Dışsal özgürlükte ise birileri ne istiyorsa o olmak zorundasın.
Yalan söylemek istemiyorum, ama yine içimden ‘’ah şu grilik’’ deyip melankolik takılmak geldi. Ancak şimdilerde bu ne mümkün! Seçimlerini senin yapmadığın, insanı insan yapan kavramların içeriğini senin doldurmadığın ve zorunlu tüketime zorlandığın halde özgürmüş gibi hissettiğin bir kirli Rönesans dönemindeyiz, belki de orta çağın karanlığındayız. Tarih, ya orta çağın ve Rönesans’ın sentezi olan kirli Rönesans’la devam eden bir diyalektik mantıkla ilerliyor ya da tekerrürden ibaret. Her ne olursa olsun, yeni bir Rönesans’a ihtiyaç var. Bu demek değil ki tüketim azalacak, kapitalizm bitecek ve insanlar anlamlarını arayacak. Ancak benim tarihsel ideal benliğime göre Rönesans için asıl güçlendirici fikir ‘’minimalizm’’ gibi görünmektedir. Bu sayede gelecek nesillerin yeni bir rönesansla daha tatminkar olacağını düşünerek optimist olabiliriz. Tarihsel gerçekçi benliğime göre ise orta çağ öncesi dönemdeyiz. Yani henüz orta çağa bile girmedik. Günümüz orta çağının kilisesinin ‘’araçsallaştırılmış akıl’’ olacağı ve değerleri daha da şeyleştireceği/maddeleştireceği nihai bir gerçek gibi duruyor. Her ne kadar orta çağın kilisesi tüm dünyaya hükmedememiş olsa da günümüzün araçsallaştırılmış aklı hükmedecektir. Yazı aslında buraya kadar çünkü bu bir kapitalizm eleştirisi değil ve bende Marx değilim. Çünkü her eleştirinin bir de önerisi olması gerekir. Bu da başka bir yazı konusu demektir. Ancak şu anda eylemden çok düşünmeye ihtiyacımız var.
Siz kilisenin zorlamasıyla sosyal sorumluluk projesine katılan bir orta çağ insanı mısınız?
Yoksa insanı insan yapan kavramların içeriğini doldurmak ve farkındalığınızı arttırmak için sosyal sorumluluk projesine katılan bir Rönesanslı mısınız?
Yoksa CV’nize sosyal sorumluluk projesine katıldım yazan araçsallaştırılmış akıl mısınız?
Dedi köle: biraz oyalansanıza.
Ma’dum – Başkent Üniversitesi
Değişik bir bakış açısıyla sunulması yazıyı ilgi çekici ve sorgulayıcı kılmış, fakat bazı yerlerde bilgi eksiklikleri var. Bazı terimsel ifadeler açıklanmadan kullanılmış. Bu da ifadenin akışını kesmiş.