Toplumun bir arada yaşaması gerektiğini düşünen ve bunun bir zorunluluk olduğunu savunan birçok düşünür olduğu bilinmektedir. Bununla ilgili sayfalarca makale ve bir sürü anlatı vardır. Ancak olaya birde karşı taraftan bakan bir diğer anlayışın olduğunu da gözardı etmemek gerekmektedir. Peki, toplumsalcılara karşı bireysellik anlayışı gerçekten de o kadar kötü bir anlayış mıdır? Günümüz modernitesinde insanlar sadece laf olsun diye mi bu kadar bireyselleşmiştir? Bunun cevabına iki açıdan bakabiliriz; Birincisi bireycilik tutkusu bir diğeri ise toplumsal baskı. Kişi bir kere bu tutkuyu ve özgürlüğü tattı mı artık toplumsal olan tarafını kaybediyor, hatta istemekten vazgeçiyor. Çünkü her ne kadar özgürlüğü tam olarak bulamasak da, özgürlük alanımızı genişletiyoruz. Hepimiz içten içe bunu isteriz aslında, özgür olmayı, özgür kalabilmeyi bu yüzden hep bir sempatimiz olmuştur bireyci yanımıza. Peki, toplum halinde özgür olamaz mıyız? Bu durum biraz zor ya da imkânsız mı görünmektedir? Çünkü her bireyin çıkarı, isteği ve ihtiyaç anlayışı başkadır ve o ölçüde farklılaşır. Bir bireyin diğer bir bireyden beklentisi ise bu farklılıklara saygı duyulmasıdır. Ancak bu ne derece mümkündür? Herkesin birbirine saygı duyduğu, duyabildiği bir toplum… Ütopik görünse de böyle bir toplum yapısının hâkim olduğu bir yerde yaşamak ne kadar güzel olurdu değil mi? Eğer bu anlayış her birimizde sirayet etseydi özgürlüğümüzde bu bağlamda mümkün olabilirdi. Yetiştirdiğimiz gelecek nesillerimize de aktarılarak ve devam ederek varlığını sürdürürdü. Ama bunu şu an ve şimdi söyleyebilmemiz olanaksız. Bu yüzden bireyciliğe karşı beslenilen aşk her geçen gün artmakta ve yerini korumaktadır. Bir diğeri ise toplumsal baskı. Birey bir başka bireyin saygısını gözetmediği gibi empati duygusu da barındırmayarak kişinin en savunmasız halinde saldırıya geçebiliyor ve sonucunda iyi bir tablo ortaya çıkmayabiliyor. Üstelik bunu kasıtlı yapabiliyor. Toplum baskısı kavramı nitelikleri ve nicelikleriyle beraber ne yazık ki 21. yy da da varlığını sürdürerek halen karşımıza çıkmakta ve insanları tabiri caizse bireyciliğe mahkûm etmektedir. Bu toplumsal baskı tek tek bireylerin bütününden ortaya çıkarak etkisini göstermekte ve kişi ya da kişiler üzerinde psikolojik baskıya yol açmaktadır. Nitekim beraberinde intiharlar gerçekleşebilmekte ve insanları umutsuzluğa sürüklemektedir.
Bir de bireyciliği fazlasıyla savunanlar var ki onlarda toplumsallığı reddetmekte ve bu tutkunun gücünü savunmaktadır. Peki, bu tutku bizi bir ölçüde yalnızlaştırmıyor mu? İnsan toplumsal bir varlık olarak doğuyor, yaşıyor ve ölmüyor mu? İhtiyaçlarımız, değerlerimiz, inançlarımız ve yaşantımız dâhilinde bizlerin toplumsal bir varlık olduğumuzu kanıtlamıyor mu? İşte bu taraftan baktığımızda da o bütünlüğün gücünü umursamadan geçemeyiz. Çünkü baktığımızda karşımızda tamlık ve heplik anlayışı, davranışı var biz buna karşı gelemeyiz. Bunun ötesinde insanın yalnızlık korkusu vardır ki bu hem psikolojik hem de bireysel anlamda bizi yıpratır ve yok eder. Araştırılan çalışmalarda da bunu görüyoruz. İşte gerçekleştirilen ve korkulan bir başka intihar da bu bireycilikten kaynaklanmaktadır.
Birey kendi aklını kullanıp, sorumluklarını yerine getirdiği takdirde toplumsallaşmış da olur aslında. Bu yüzden bilinmesi gereken bir düşünüş vardır ki oda; kendini seven toplumu da sever, kendini bilen toplumu da bilir. Yani dikkat etmemiz gereken iki husus var ki o da ne çok bireyci ne de tam toplumsalcı olmalıyız. Burada örnek olarak atalarımızdan bize yadigâr kalan ‘her şeyin fazlası zarar ‘ sözünü örnek verebiliriz. Ciddi anlamda baktığımızda bizler bazı yanlarımızla özgür kalmalı bazı yanlarımızla da o kolektif bilincimizi korumalıyız. Çünkü bir tarafa yoğunlaşırsak öbür tarafımız eksik kalır ki bu bize başka bir anlamda yaşanılır bir dünya bırakmaz. Bu yüzden her iki yanımıza da değer vermeliyiz. Her birinin kutsal olan taraflarını benimsemeli ve o ölçüde kendimize entegre etmeliyiz. Çünkü biz tek yanımızla bütün, bütün yanımızla da tekiz.