“Ötesini Söylemeyeceğim” Şiirinden Hareketle
Postkolonyalizm, sömürgeciliğin bıraktığı mirası sorunsallaştıran bir dizi felsefi ve edebi teoriyi içinde barındırır. Sömürgecilik ve emperyalizmden sonra gelen bir şey olarak tanımlamaktan ziyade, hegemonyacı emperyal bir daire içinde konumlandırmak gerekir. Kolonyalizme “post” ekinin eklenmesiyle yeni bir dönemin açıldığını söyleyebiliriz. Ancak yeni açılan dönemin, kolonyalizmden farkı yoktur. Postkolonyalizm, kolonyalizmin yeni sürümüdür. Kolonyalizmin, daha düzenli ve sistematik bir yapıya geçtiğinin göstergesidir. Modernitenin neticesi kolonileşmektir. Modern devletlerde kolonilerle var olmuştur. İç içe geçmiş kenetli bir ilişki içindedir. Modern devletin yapısını ortaya koyan Weber, şiddetin meşru tekeli olarak adlandırır. Devletlerin elinde büyük güçler bulunması, dünyayı kontrol etmek için büyük tekele sahip olduğunu gösterir. Bu hale gelmeyi meşru kılan şey, sanayi ve modernitedir. Güç-eşitsizlik ilişkisini ortaya koymak için ordular ve askerler meşru kılınmıştır. Böylece sömürgelerin devam etmesi için şiddet, merkezi yapıyı sömürgecilikle meşrulaştırmıştır. Güç ve güç eşitsizlikleri kavramı, postkolonyalizmin ana konusunu oluşturur.
Sezai Karakoç’un “Ötesini Söylemeyeceğim” adlı şiiri, Tunus’un bağımsızlık mücadelesi üzerine yazılmış bir şiirdir. 19. Yüzyılın sonlarından başlayarak, İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve Almanlar Afrika’nın kuzeyinde Tunus üzerinde sömürgeler kurmuşlardır. Bu sömürgecilik faaliyetleri, yerli halklara karşı askeri operasyonlar, işgaller biçiminde ortaya çıktı. Fransızlar, batılı devletlerin, kendilerinden teknik bakımdan geri kalmış ülkelere gücünü göstermek amacıyla Tunus’u işgal etmişlerdir. Sezai Karakoç’un şiiri Tunus’un bağımsızlık mücadelesi üzerine söylediği bir şiirdir. Sömürgelerin yarattığı karmaşanın, mücadelenin ve özgürleşme çabasının en saf ve katıksız anlatılabileceği şekilde, küçük bir çocuğun gözünden anlatılmıştır. “Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir” dizesinde bir yandan sömürgeciye yabancılaşma devam ederken, diğer yandan ona romantik bir hayranlık duymak bu postkolonyal dönemin özelliğinin göstergesidir. Sömürülenlerin kendini hem dışarıdan hem içerden sömürgecilerin gözüyle kabullenmelidirler. Şiddete maruz kalanın, şiddet uyguladığı gibi maktul, katiline âşık olduğu zaman işkence biter. Anti-kolonyal mücadele teorisyeni Fanon, sömürgeleştirilmişlerin vermesi gereken mücadelenin, sömürgeciden kurtulmak yerine aşağılık bilincinden kurtulmaları gerektiğini söyler. Gelenek ile karşıtlık ve ondan kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşüm ya da değişim modernite olarak adlandırılır. Toplumsal ve bireysel hayatın her aşamasını hem derinden, hem de geniş bir açıdan sarsmış ve değiştirmiştir. Bu anlamda sömürgecilik de, değişim ve dönüşümü temelden etkileyen modernitenin tabii neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Modern devletler de kolonilerle var olmuşlardır. Her tarafı tahtadan olan Tunus evlerinin tahta döşemeleri üzerinde kirli çamaşırların bırakılmasını istememektedir. Aslında çağdaşlığın ve ahlaksızlığın bırakılmamasını istemektedir. Tunus’un Müslüman geleneği ile sömürgecilerin tutumlarının, onları değiştireceğinden ve geleneklerinden koparacağından düşünür. Modernite de bu şekilde onları değiştirecektir ve Tunus halkı bunun farkındadır. Kardeşi Ali’nin mutlaka o gömleği giyecek olması, T. Adorno’nun da bahsettiği aslında mücadele ettiği şeye sömürülenin benzeyecek olmasının göstergesidir.
Süleyman’ın tabancası için yağmur yağması, küçük kızın yağmurları sevmesinin sebebi aslında sömürenin yerine geçme isteğinden kaynaklanıyor. Sterilize edici ateş, durdurulamaz gelebilir. Sömürülenler, sömürgecilerin yerine geçtiği zaman pirincin içindeki beyaz taş olmaktan bir farkı kalmaz. Çünkü şiddete şiddetle karşılık verme isteği vardır. Tufanın içine kapıldığın zaman, Süleyman’ın tabancası için yağan yağmur kendini dönüştürücü bir özelliğe sahip olmuş oluyor. İçten içe kıvrım kıvrım eteklere hayranlık duyulsa da tuhaf ve acayip şapkalarıyla, boyunlarındaki uzun ve süslü şeritleriyle üniformalı öteki yabancılar ve Bay yabancıdan, küçük kız nefret ediyor.
“Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?”
Postkolonyal teori çalışmalarına nereden bakarsak bakalım incelenen nokta batılılaşmadır. Bu çalışmalar artık her türlü güç-eşitsizlik ilişkisini inceleyerek karşımıza çıkmaktadır. Bu işgalciler insanları öldürmüyor ve herhangi bir güç eşitsizliği yoksa kızın nefretinin sebebi önemlidir. Sömürgeye karşı bir direnişin de aslında göstergesidir. Güç eşitsizliğinde baskılanan, denetlenen edilen de alt tabaka madunlardır. Gücün gösterge nesnesinin ele aldığı tabaklarda madun kişiler ele alınmıştır. Madun bilincinin güç dinamikleri çerçevesinde genişletilmesi, büyük bir gücü kısıtlayıcı sosyal kategori içinde yer alması göz ardı edilmesine olanak sağlamıştır. Spivak’ın Madun konuşabilir mi? metninde ön planda olan imge söz ve sestir. Bazı toplumlarda herkesin sesi eşit çıkamaz. Bazılarının sesleri içine kaçıktır. Kendini ifade edemeyebilir. Bu tür gruplar ezilenlerdir. Baskılanmış öznelerdir. Madun konuşamadığı için özne değildir. Sadece özne olmaya çalışır. Madunun dili ben değil, bizdir.
Maduna ancak topluluk olduğu zaman kıymet verilir. Ancak kollektif olarak hareket edebilir. Küçük kızın yapacağı ve yapmayı istediği şeyleri sadece kendi adına değil kardeşi, ailesi adına konuşması modern dünyada bastırılmış insanı, sömürgeleştirmeden bir adım öteye götürmez. “Siz bizi görmüyordunuz” diyen küçük kız, konuşsa duyulur muydu acaba? Gürültü içinde sesleri yok olup gitmez miydi? Görülmeyenin, sesi de duyulmayacağı gibi birey gittikçe sessiz bir yığına dönüşür. Özne olma halinde sürekli eşikte kalmıştır. Eğer duyulmaya değecek bir ortam varsa söz sese dönüşür. Söz, sese dönüşmediği takdirde bu sessizlik hali bireylerin madunluğunun devam etmesini sağlamaya devam eder.
Ayrımcı bir yapı olan kolonyal yerlinin ataerkil düzeni, toplumsal cinsiyet içeriklerine ırkın yanı sıra kadınların cinselleştirilmiş ötekiliğini de eklemiştir. “Kadınlar” ifadesiyle, dünya üzerindeki tüm kadınları kapsayıcı bir ifade kullanılması söz konusu değildir. Postkolonyal feministler, siyah kadınların ve kendilerinin karmaşık konumlanışlarına dikkati çekmek toplumsal cinsiyet körlüğüne meydan okumak zorunda kalmışlardır. Bu durumu ‘çifte kolonileşme/sömürgeleşme’ olarak adlandırmaktadır. Dezavantajlı grup olan madunların içinde kadınlar fazlasıyla yer almaktadır. Siyah-beyaz, kadın-erkek olarak karşı karşıya kalındığı zaman yine madunluk devam etmiş olur. Dolayısıyla kadınlar, özne olarak yer almaktan oldukça uzak kalmışlar ve ‘öteki’ olmaya devam etmişlerdir. Hükümler karşısındaki topluluklar, kadına benzetilir. Bu benzetme, kadınlığın eksik özne olduğunu ve özdeşleşme sorunu olduğunu belirtir. “Siz onu çok öpüyordunuz ötesini söylemeyeceğim Bay yabancı” dizelerinde kendi kültürlerinde mahremiyeti vurgulayan böylesi bir durumu çok yadırgadığı için ötesini söylemeyecektir. Bu mahremiyetin bozulacağını düşünerek geleneklerinin sınırlarını çizer. Ayıp kavramı ise Batılılara ilkel gelecektir. Doğu ahlakı ile Batı ahlakı uyuşmayacaktır. Dişillik, cinsel anlamda kısıtlanmış olarak okunabilir. Kadınların bu tarz tutumları cahil, geleneklerine bağlı, ailesine dönük, mağdur edilmiş aslında budanmış bir hayata karşılık gelir. Böyle bir tutum kadınları, yaşamı ve cinselliği üzerinde kontrol sahibi olmayan ve kendi kararlarını vermekte kısıtlı olarak temsil etmelerine olanak sağlar. Avrupa kadınını tek bir dizeye ve Müslüman kadınını ise onun tam karşısındaki bir dizeye sığdırarak kendi etnik grubunun ötekileştirmesini yapmıştır. Etnik grup, mensuplarının birbirilerini gerçek veya farazi bir ortak geçmişe dayanarak ötekileştirdiği insan topluluklarıdır. Her türlü kültür farklılıkları ile diğerlerinden ayrılan sosyal gruplardır. Irk, ulus, din, dil ve kültürel mirası paylaşan insan topluluklarıdır. Bu toplulukların sömürüye maruz kalmaları ve kendi toprakları altında ötekileştirilmeleri, Doğu Batı ayrımı adı altında kendi toplulukları ile daha fazla özdeşleşebilirler. Sömürü, kendi geleneklerini savunmalarına ve içselleştirilmelerine daha fazla olanak sağlamış olur. “Annem o kadına şeytan diyordu” dizesinde de göreceğimiz gibi, kendi kültür ve geleneklerine uymayan davranışlar sergilendiği zaman, karşı kültürü kendileri içersinde ötekileştirebilirler. Küçük kızın ağzından serbest bir biçimde söylenen dizelerde, kendi ideolojisini benimsediğini ve ideolojik yaklaşımının baskın olduğu görülür.
Küçük kızın hep toplayıp da hiç kimsenin bilemeyeceği yerlere sakladığı çalılar, evlerin tahtadan oluşu ve yağmurun aslında bir zaman olarak tezahür edildiği betimlemeler, bu sömürgelerden kurtulup medeniyete kavuşma isteğini yansıtmaktadır. Sömürü altına alınan bu topraklarda yaşayanlar Fanon’un ilk kurşun kavramı gibi, önce zihinde bitirilmelidir. Çünkü fikir ataleti, sömürgeleştirilebilmeyi sağlar. İnsan fikrini değiştirmezse, sömürü hep devam eder. Sömürgecilikten çıkış yolu, fikrin özgürleştirilebilmesidir. Postkolonyal teorinin içinde bulundurduğu handikap, sömürgeciyi etkileyebilir. Bu yüzden insanlar köklerine yabancılaşmamalıdır.