Toplumsal Cinsiyet Kavramı Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri Ve Kuramsal Yaklaşımlar

Toplumsal Cinsiyet Kavramı Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri Ve Kuramsal Yaklaşımlar
toplumsal cinsiyet kuramsal yaklasimlar
0

Özet

M.Ö. 600.000’li yıllardan itibaren insanlar arası etkileşimlerden mağara resimlerine, ana tanrıçalardan tarım toplumuna, feodal toplum yapısından kapitalist toplum yapısına ve günümüz 21.yüzyılda da toplumsal alandaki cinsiyet yani toplumsal cinsiyet kavramı küçümsenmeyecek bir değerde karşımıza çıkmıştır. Toplumsal cinsiyet, bireylere biyolojik olarak atfedilmeyen, bireylerin toplumsal yapı içerisindeki normlar, beklentiler ve değerler yardımıyla kazandığı nitelikler bütünüdür. Zaman içerisinde toplumsal cinsiyete farklı bakış açıları ve beraberinde farklı tanımlamalar yapma yoluna gidilmiştir. Bu durum toplumsal cinsiyet kavramının farklı açıklamalarının yer almasına ve toplumsal cinsiyete kuramsal bakış açılarıyla bakılıp yorumlanmasına olanak sağlamıştır. Bu kuramsal perspektifle birbirine karşıt kuramsal yaklaşımlar oluşturulmuştur. Bu çalışmada, toplumsal cinsiyet kavramının kavramsal analizi, tarihsel süreçleri ve kuramsal yaklaşımları ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Toplumsal Cinsiyet, Tarihsel Süreçleri, Toplumsal Cinsiyet Kuramsal Yaklaşımlar


Giriş

Toplumsal cinsiyet, bireyin dünyaya gelişi ile başlayan bir yapılanma evresini kapsamaktadır (Akgün, Uysal, 2019: 46). Toplumsal cinsiyet kavramı ile esas olarak anlatılmak istenen bireyin içinde yer aldığı toplumsal yapıda toplumun biyolojik cinsiyetlere yüklediği bir takım roller ve bu rollerin bireylerin yaşamındaki etki düzeyidir. Bu etki düzeyi sosyal yaşamda kadın veya erkek olmanın; giyim tarzına, davranış düzeylerine, sosyal rollere, paylaşılmış ya da paylaşılacak olan iş bölümlerine, çalışma koşullarına, toplum içerisindeki konuma göre şekillendirildiği durumlarda ortaya çıkmaktadır (Turgut, 2019: 318). Toplumsal cinsiyet kavramı içerisinde bireyin bulunduğu toplumsal yapıyı, toplumsal normları, sosyal değerleri, kültürü, feminenliği/kadınsılığı, maskülenliği/erkeksiliği ve birçok kavramı içerisinde barındırmaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramı bireyin kendisini toplum içindeki roller ekseninde oluşturmasında hayati bir önem taşımaktadır. Çünkü toplumsal cinsiyet bireyin içerisinde bulunduğu toplumsal yapıda kendisini var etmesi, diğer insanlara kendi varlığını kanıtlaması ve daha genel bir ifadeyle bireyin kendisini tanımlaması için vazgeçilmez bir anahtar durumundadır.

Toplumsal cinsiyet kavramının önemi bu kadar açık iken kavramın tanımlanmasında ciddi bir şekilde uzlaşma problemleri yaşanmaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramını tanımlama yoluna giden çok sayıda düşünür bulunmaktadır. Bu düşünürler halen toplumsal cinsiyetin ortak kabul görmüş bir tanımının yapılmasında uzlaşamamışlar ve beraberinde toplumsal cinsiyet kavramının literatürde yer bulmuş çok sayıda farklı tanımlamaları yer almıştır. Şüphesiz bu durum toplumsal cinsiyet kavramının anlaşılmasında anlam karmaşasına yol açmaktadır. Bu anlam karmaşası toplumsal cinsiyet kavramının anlamının anlaşılmamasına neden olan negatif bir etkiyi oluşturmaktadır.

Toplumsal cinsiyetin tarihsel süreçleri ve kuramsal yaklaşımlar temele alınarak ortak bir tanımın yapılması için ortam yaratma ve olanak sağlama adına bu çalışmada toplumsal cinsiyet kavramının kavramsal analizi ve alanında uzman araştırmacıların toplumsal cinsiyet adına yaptığı tanımlamalar ele alınmış, toplumsal cinsiyet kavramının tanımlanmasında önemli görülen bazı kavramların anlamı ve toplumsal cinsiyet kavramıyla olan bağlantısı kurulmuş. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet kavramının geçirdiği değişim ve dönüşümlere bağlı olarak tarihsel süreçleri açıklanmış, toplumsal cinsiyeti kuramsal bir bakış açısıyla ele alan birbirlerine zıt kuramsal yaklaşımlar ele alınarak incelenmiştir.

  1. TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI: KAVRAMSAL ANALİZİ

“Toplumsal Cinsiyet” kavramı; kavramsal yönden içerisinde hem toplumsalı yani toplumsal olayları, toplumsal durumları, toplumsal olguları vs. barındırırken cinsiyet kavramını da beraberinde getirir. Bu iki kavram sosyologlar tarafından uzun yıllar boyunca tartışılmış ve nihai bir sonuca varılamamıştır.

Toplumsal Cinsiyet kavramı Ann Oakly tarafından literatüre dahil edilen bir kavramdır. Türkçeye çevirisi yapıldığında “gender” kelimesi, kadınlık ve erkeklik kavramlarına atıf yaparak bu kavramların kültürel bakış açılarına, imgelere ve beklentilerine karşılık gelmekte olduğunu göstermektedir (Akgün, Uysal, 2019: 46). Toplumsal cinsiyet, olmayan bir sözcüğü yeniden oluşturma olayı değildir. Yeniden oluşturma kelimesindeki anlam toplumsal cinsiyet kavramının sosyal bilimlerde kısa süre önce kullanılmaya başlamasından kaynaklanmaktadır. “Toplumsal cinsiyet sözcüğü ilk olarak İngilizcede ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu nedenle bu kavramın Türkçeye çevrilmesi ve Türkçe olarak kullanılması uzun zaman almıştır. Bu duruma karşılık toplumsal cinsiyet kavramının çevrilemeyen türevleri de vardır. Bunlar; gendering (toplumsal inşayı oluşturan süreci göstermek için toplumsal cinsleşmeden mi bahsetmek gerekir?), gender-blind (cinsiyet ayrımını unutanı ya da unutulanı adlandırmak için toplumsal cinsiyet körü denebilir mi?), gendered (cinsiyeti olana karşı toplumsal cinsleşmişi mi tercih etmek gerekir?)” (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 794). Bu açıdan bakıldığında toplumsal cinsiyet kavramının kullanımının her zaman kuramsal bir durum olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durum çeviride kolaylık sağlaması, kavramın Türkçe olarak kullanımında rahatlık ve sosyolojik bir çalışma enstrümanı bulma isteği olabilir. Çünkü diğer dillere çevirisindeki zorluk ve sosyologların kendi aralarında bir iletişim ağı kurup değişim, gelişim ve ilerleme çizgisinde sosyologlara ve diğer disiplinlerle diyalog içerisinde olma olanağı tanıyan multidisipliner bir kavramdır (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 795). Bu noktada toplumsal cinsiyet sözcüğünün kavramsal yönden çeşitliliği, multidisipliner yapısı ve sosyal bilimlerde eski ama yeni kullanılan veyahut yeni keşfedilmiş bir kavram olarak ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.

Toplumsal cinsiyet, bazı durumlarda çok tarafsız bazı durumlarda ise yeterince tarafsız olmayan bir kavramdır. Toplumsal cinsiyeti tarihsel araştırma içine sokan F.Thebaud şöyle der: “Kimilerine göre toplumsal cinsiyet erkekler ve kadınlar arasındaki egemenlik ilişkisini maskeleme riski taşır; kimilerine göre analiz kategorisi için yararlı bir kavramdır ama anlam belirsizliğine yol açar; kimilerine göre ise egemenlik ilişkisini hesaba katabilecek tek kavramdır” (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 795). Toplumsal cinsiyet kavramının önemli tanımlamalarından sayılabilecek tarihçi J.Scott, sosyolog C.Delphy ve antropolog F.Heritier’in toplumsal cinsiyeti kendilerine özgü bir biçimde tanımlamaları şu şekildedir; tarihçi J.Scott’a göre “toplumsal cinsiyet, cinsiyetler arasında algılanan farklılıklara dayalı toplumsal ilişkileri oluşturan bir unsurdur ve toplumsal cinsiyet iktidar ilişkilerini göstermenin en önemli biçimidir” (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 795). Sosyolog C.Delphy’e göre “hiyerarşi kavramı toplumsal cinsiyet içerisinde iyice kök salmıştır; bu en azından kuramsal olarak belli taraflar arasındaki ilişkiyi başka bir açıdan görmeyi sağlar” (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 795). Son olarak antropolog F.Heritier’e göre “toplumsal cinsiyet, cinsiyetlerin farklı değerinden ayrılmasıdır” (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 795). Yukarıda yer alan tanımlamalardan yol çıkılarak toplumsal cinsiyet kavramını tanımlama eğilimine giren ve beraberinde farklı birçok tanımlamalar oluşturan çok sayıda düşünür olduğunu ve ne yazık ki bu düşünürler arasında toplumsal cinsiyetin uzlaşılmış ortak bir tanımının olmadığını söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.

Toplumsal cinsiyet kavramının birçok farklı tanımı vardır. Bu tanımlar şüphesiz çokça kavramı içerisinde barındırmaktadır. Ancak bu kavramlar içerisinden bazıları daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; birey, feminenlik(kadınsılık), maskülenlik(erkeksilik) ve kültür kavramıdır. Bu kavramları toplumsal cinsiyet perspektifinde ele alıp daha genel bir tanımlama yoluna gitmemizde, toplumsal cinsiyet kavramının şüphesiz daha geniş ölçekte uzlaşılabilecek bir tanımın var olabilmesine ve daha anlaşılır bir zeminde yer almasına olanak sağlayacaktır.

İlk olarak toplumsal cinsiyet kavramının bireyle olan ilişkisine bakmadan önce birey kavramının kavramsal analizini yapmak daha faydalı olacaktır. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde “birey, toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal ve iradeyle ilgili nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert” olarak tanımlanmaktayken Sosyolojik Düşünce Sözlüğünde “birey, genelde toplumların oluştuğu birim” olarak tanımlanmaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramının oluşumunda ve toplumsal anlamda cinsiyetin toplum içerisinde yer etmesine olanak sağlayan kilit unsur “birey” dir. Toplumsal cinsiyet kavramı, bireyin doğuştan biyolojik olarak elde ettiği bir nitelik değildir. Bireye doğrudan veya dolaylı yolla ailesinden, arkadaşlarından, okul yaşamında karşılaştığı tüm öznelerden yani genel olarak toplumsal yapı içerisinde yer alan tüm eyleyenler tarafından bireye yüklenilmek istenen davranışlar, normlar ve toplumun yüklediği ilke ve dogmalar bütünüdür (Avcı, Güdekli, 2018: 477). Toplum, bireylerin sosyalleşme sürecinde elde ettikleri davranış kalıpları ve bu davranış kalıplarının dışa yansıması sonucu oluşturdukları görünümleri toplumsal cinsiyete göre oluşturmaktadır. Çünkü hemen her toplumda cinsiyet ile davranış kalıpları ve bu davranış kalıplarının yansıması sonucu oluşturdukları görünümler arasında doğrudan bir ilişki olduğu apaçık ortadadır. Bu iki olgunun toplumsal cinsiyetle olan ilişkisi bireylerin sosyalleşme sürecinde toplum içerisindeki cinsiyetini temsil etmektedir (Vatandaş, 2011: 44). Bu temsili süreçte birey, doğduğu andan itibaren bir takım toplumsal cinsiyet rolleri üstlenmekte ve bu rolleri kabul edip, yaşamına uyguladığı takdirde yaşamı boyunca bu rolleri sürdürme eğilimi göstermektedir.

Toplumsal cinsiyet demek artık sadece kadınları ve kadınların her alanda karşılaştıkları sorunları ele alan bir kavram değildir. Bu kavram artık cinsiyetler arasındaki karşılıklı ilişkilerden yola çıkarak eril ve dişil karşılaştırmalarından hareketle fikirler oluşturma isteğinin bir göstergesidir (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, Valade, 2011: 795). Bu bakımdan toplumsal cinsiyet, femineni yani kadınsılığı ve masküleni yani erkeksiliği sonuç olarak kadın ve erkek olmanın içinde yaşanılan toplumda ne anlama geldiğini ifade etmektedir (Akgün, Uysal, 2019: 46). Toplumsal yaşam içerisinde kadın ve erkek olmak genel bir biçimde sınıflandırılmış ve adeta kesin sınırlar içerisinde iş bölümü yapılmış bir konumda yer almaktadır. Toplumun geneli itibariyle her katmanı tarafından benimsenen ve savunulan değerler ile biçimlenmekte olan kadına ve erkeğe farklı roller atfeden toplumsal cinsiyet, kadını; edilgen, bağımlı bir konumda yer alan, kırılgan gibi kavramlarla tanımlarken erkeği; koruyup kollayan, etken, yöneten ve yönlendiren, sahiplenici gibi kavramlarla tanımlamaktadır (Akçay, Taşkın, 2019: 2281). Dolayısıyla toplumsal cinsiyet, kişinin kendisini kadın ya da erkek olarak nasıl bilinç alanına aldığını ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır (Bayraktar, 2018: 235).

Toplumsal cinsiyet kavramının tanımlanmasında bireyin içerisinde yer alan toplumun benimsediği kültür çok önemli bir vazife üstlenmektedir. Çünkü toplumsal cinsiyet normları ait olduğu kültür tarafından biçimlenmekte ve gelecekte o kültürel yapı içerisinde yaşayan insanları ve gelecek nesilleri de şekillendirmektedir (Turgut, 2019: 318). Bu bakımdan  toplumsal cinsiyet kavramı kültürel açıdan kadın ve erkek olma süreçlerini gösterirken  (Pamuk, 2018: 76) toplumun ve kültürün beklentilerini de ifade etmektedir (Avcı, Güdekli, 2018: 478). Dolayısıyla bireyin içinde yer aldığı kültürel yapı, erkeklerin ve kadınların davranış biçimlerinden düşünce yapılarına kadar hemen her konuda beklentilerini ortaya koymaktadır.

  1. TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI: TARİHSEL SÜREÇLERİ

Toplumsal cinsiyet kavramı, modernizmin içerisinde yer alan ve Batı Medeniyeti merkezinde oluşturulmuş bir kavramdır. İnsanlığın geçirdiği en uzun dönem olan ve yazının icadından önceki dönemi oluşturan Tarih öncesi çağlarda toplumsal cinsiyet ile ilgili bilgiler sunan ilk araştırmalardan birisi Engels’ın 1884 yılında yayımlanan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli çalışmasıdır. Bu çalışmada Engels, Yunan ve Roma kaynaklarına dayanan bir etnografik araştırma ortaya koymaktadır. Ancak bu araştırma hiçbir arkeolojik kanıtla desteklenmemektedir. Engels, anaerkil ilkel komünal düzenden ataerkil toplumsal yapısına geçişle birlikte kadının aile ve toplum içindeki konumunun gerilediğini savunmaktadır. Bu durumu Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli kitabının Aile Bölümünde şöyle ifade etmektedir: “Kadın-erkek arasında, daha önceki toplumsal durumlardan bize miras kalmış bulunan eşitsizlik, hiçbir zaman, kadının iktisadi baskı altında oluşunun nedeni değil, sonucudur. Çocuklarıyla birlikte birçok evli çifti kapsayan eski düzen ev ekonomisinde, kadınlara bırakılan ev yönetimi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, toplumsal zorunluluk taşıyan bir kamu işiydi. Ataerkil aile ve ondan da çok tek eşli olan bireysel aileyle birlikte, her şey değişti. Ev yönetimi, kamusal niteliğini yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmiyor; bir özel hizmet haline geldi, toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, bir baş hizmetçi oldu” (Tözün, 2007: 60-63).

M.Ö. 600.000- M.Ö. 10.000 yılları arasındaki dönemi kapsayan taş aletlerin yapıldığı, sanat adına ilk ürünlerin oluşturulduğu, avcılık ve toplayıcılığın yapıldığı ve insanların mülk bilinci olmadan küçük gruplar halinde yaşadığı dönem olan Yontma Taş Devri ya da diğer isimleriyle Kaba Taş Devri veya Paleolitik Dönem olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde toplumsal cinsiyet adına gerek av sahnelerinin yer aldığı mağara resimleri gerekse ölü gömme biçimlerine dair kimi kanıtlar elde edilmiştir. Bu kanıtlar incelendiğinde Paleolitik Dönemde toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün olduğu dikkati çekmektedir.

M.Ö. 10.000’li yıllarda Mezopotamya’da ilk tarım toplumuna geçilmesiyle birlikte toplumsal cinsiyet adına birçok kanıt elde edilmiştir. Bu döneme ilişkin bulgularda bazı hayvanların evcilleştirildiği, çömlekçilik gibi faaliyetlerin bulunması ve evcilleştirilen hayvanlardan giysilerin yapılması Neolitik Köy toplumu adı verilen bu dönemde daha anaerkil ve eşitlikçi bir dönemin var olduğunu gözler önüne sermektedir (Tözün, 2007: 63).

M.Ö. 10.000- M.Ö. 9.000 yılları arasında insanlık tarihine çok önemli bir bölüm ekleyen Göbekli Tepe’de yapılan kazılarda insan ya da hayvan olsun cinsiyeti açık bir şekilde tanınabilen tüm betimlemeler erkek betimlemeleridir. Zamanın ötesinde bir yer olan, 2018 yılının UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan ve 2019 Göbekli Tepe Yılı olarak belirlenmiş bu önemli yapıda kadınlar ve kadınların gerçekleştirdiği faaliyetler halen bulunamamıştır.

M.Ö. 7.500’lere dayanan Anadolu’daki Çatalhöyük gibi yerleşim yerlerinde yapılan kazılarda, savaşın erkekler tarafından yapılıp yapılmadığına dair hiçbir kanıt bulunamamıştır. Ancak cinsiyetlerin kültürel olarak işlendiği ve ataerkil yapının yaşanmaya başlanmış olduğu söylenebilmektedir. Bazı ritüel ve dinde kadınlara ve erkeklere farklı davranılması bunun başlıca kanıtını oluşturmaktadır (Tözün, 2007: 63).

Neolitik Çağ’da Anadolu üzerinde anaerkil toplum yapısının olduğuna dair çeşitli bulgular yer almaktadır. Bunlar ana tanrıça inancının bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. En bilinen ana tanrıça Friglerin ana tanrıçası olarak bilinen Kibele’dir. Halikarnas Balıkçısı Kibele için şunları söylemektedir: “Anadolu anaerkil bir sistemle idare edilirken büyük ana tanrıça Kibele’ye tapılırdı. Kibele bir ay tanrıçasıydı. Kızlığı, kadınlığı ve analığı temsil ettiği için doğan ay, dolunay veya azalan ay olarak gösterilirdi. Yani üçlek bir yapıdaydı” (Tözün, 2007: 64).

Tarım toplumuna geçilmesiyle birlikte insanlık tarihinde büyük değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Şüphesiz bu değişim ve dönüşümlerden toplumsal cinsiyet ilişkileri de etkilenmiştir. Toplumsal yapı içerisinde toplumlar anaerkil yapıdan ataerkil yapıya doğru bir geçiş sürecine girmiştir. Bu dönemde din, devlet, ordu ve savaş gibi kavramlar insanlık tarihine girmiştir. Bu kavramlar içerisinden devlet, iktidar ve savaş gibi olgular erkekleri ilgilendiren bir konumda yer alırken, kadınlar erkeklerin gölgesinde ve daha pasif bir konumda yer almışlar ve böylece toplumsal cinsiyet rolleri belirlenmeye ve paylaşılmaya başlanmıştır. Tarım toplumuyla birlikte anaerkil toplum yapısından ataerkil toplum yapısına geçişi Connell şu ifadelerle özetlemektedir: “Muhtemelen 5.000 yıl önce Güneybatı Asya’da ve Doğu Akdeniz’de, 3.000 yıl önce de Hindistan ve Çin’de, 1.500 yıl önce de Orta Amerika’da yıkıcı savaşların veya kıtlıkların iktidarın ötesinde yeni bir toplumsal düzen iyiden iyiye kök salmıştır. Bu düzen, din ve iktidarla olduğu kadar hizmetler ve malların mübadelesi aracılığıyla bütünleştirilen çok büyük insan nüfuslarıyla birlikte kentleri tarım bölgelerine bağlayan devlet yapılarınca karakterize ediyordu. Bu yeni toplumsal düzenin tarihi o zamanlardan endüstriyel kapitalizmin bulunmasına dek süreklilik taşıdı. Devletin kurulmasının en önemli özelliklerinden biri de, orduların icat edilmesiydi. Yazılı ve görsel kayıtların açıklayabildiği kadarıyla Sümer, Mısır ve bunların ardılı olarak Uygurların orduları tamamen ya da hemen hemen erkeklerden oluşuyordu” (Tözün, 2007: 64). Connell’in ifadelerinden hareketle, anaerkil toplumsal yapıdan ataerkil toplumsal yapıya geçişle birlikte toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinin ve toplumsal cinsiyete bağlı olarak oluşturulan işbölümünün kesin çizgilerle belirlendiğini söylemek mümkündür.

İlk devletlerin feodal yapıyla birlikte devlet yapıları daha gelişmiş bir konumda yer alırken toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında ibre daha da erkek tarafına dönmüştür. Sümer ve Yunan mitolojileri karşılaştırıldığında tanrıların tanrıçalara nazaran daha üstün bir konumda yer aldığı görülmektedir (Tözün, 2007: 64).

Fransız İhtilali (1789) ile birlikte insanlık tarihinde feodal toplum yapısından kapitalist toplum yapısına geçiş yaşanmış ve bu dönemle birlikte insanlık tarihine temel hak ve özgürlükler gibi kavramlar girmiştir. Kapitalist toplum yapısına geçişle birlikte kadının konumu daha da gerilemiş ve kadınların eşitlik mücadelesi vermeleri fikrinin temelleri bu dönemde atılmıştır. 18.yüzyılda kadınların eşitlik mücadelesi, 19.yüzyılda kadınların oy hakkı fikrinin oluşumunda ve 20.yüzyılda da devam eden bu mücadele önemli kazanımlara yol açmış ve 1993 yılında Viyana İnsan Hakları Konferansında “kadının insan hakları kavramı” dile getirilmiş ve Birleşmiş Milletler (BM) tarafından resmen kabul edilmiştir (Tözün, 2007: 64-65).

 Bugün içerisinde bulunduğumuz 21.yüzyılda dünyamız pek çok konuda değişimin yaşandığı bir dönemece girmiştir. Dünyanın Kanadalı yazar Marshall McLuhan’ın tabiriyle “Küresel Köy” haline geldiği düşüncesi ve sosyolojik açıdan yaşanılan son dönemi adlandırmak ve tanımlamak için kullanılan küreselleşme kavramı çeşitli tanımları ve açıklamaları beraberinde getirmiştir. Giddens küreselleşmeyi “uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlanan dünya çağındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması” olarak tanımlarken bir diğer sosyolog Waters ise küreselleşmeyi “sosyal ve kültürel düzenlemeler üzerinde coğrafyanın etkisinin giderek azaldığı ve bireylerin bunun farkına varma düzeylerinin arttığı süreç” olarak tanımlamaktadır (Gelekçi, 2011: 264). Buradan hareketle 21.yüzyılda dünyamızda pek çok konunun küresel boyutta ele alındığını ve yorumlandığını söylemek hiç de yanlış görünmemektedir. Adem ile Havva’nın çocuklarından Habil ile Kabil’in ilk kavgayı yaptığı günden bugüne insanlık tarihinde çeşitli çatışmalar meydana gelmiştir. Bu çatışmalar dünyamızda özellikle küreselleşmenin de etkisiyle dönüşüp değişerek ırk, din ve etnik gibi cinsiyet odaklı bir hal almaya başladı. Aile yapısındaki değişimler, küresel ekonomik eşitsizlikler ve küresel krizler insanlığı olumsuz etkileyen durumlar arasında yer almaktadır. Özellikle son kırk yılda kadın hakları mücadelesi hukuksal ve siyasal olarak gerçekleştirdiği başarılara rağmen dünyanın hemen her yerinde toplumsal cinsiyete bağlı ayrımcılık ve eşitsizlik devam etmektedir (Tözün, 2007: 66).

  1. TOPLUMSAL CİNSİYET: KURAMSAL YAKLAŞIMLAR

Sosyologlar cinsiyet terimini genellikle insan bedeninin erkek ya da kadın olarak tanımlanmasına neden olan anatomik ve fizyolojik farklılıkları dile getirmek için kullanırlar. Toplumsal cinsiyet terimi ise kadın ve erkek arasındaki biyolojik ve doğal olarak görülen farklılıklara işaret eden cinsiyet kavramından farklılık göstermektedir. Doğal farklılık adı verilebilecek bu durum her iki cinsin biyolojik özelliklerini ifade ederken; toplumsal cinsiyet ise bireyin içerisinde bulunduğu toplum tarafından bireye atfedilen rolleri temsil etmektedir. Daha kısa bir ifadeyle belirtecek olursak “cinsiyet biyolojik olarak tayin edilmiş, toplumsal cinsiyet ise toplumsal olarak düzenlenmiştir” (Aslan, 2019: 81-82).

Toplumsal cinsiyet, toplumsal olarak inşa edilmiş erillik ve dişilik kavramlarıyla bağlantılıdır ve bireyin sadece biyolojik cinsiyetinin doğrudan bir sonucu olmak zorunda değildir. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ayrım çok önemlidir çünkü erkekler ve kadınlar arasındaki çoğu farklılığın tek ve en önemli sebebi biyoloji değildir (Giddens, 2013: 505).

Toplumsal cinsiyetin oluşumunu ve bu kimlikleri temel alan toplumsal cinsiyet rollerini açıklayabilmek ve bu alanda daha kuramsal bir perspektif oluşturabilmek için birbirine karşıt kuramsal yaklaşımlar oluşturulmuştur. Bu konuda şüphesiz pek çok kuramsal yaklaşım vardır ancak bu yaklaşımlar içerisinde toplumsal cinsiyete bakış açısı en güçlü olan ve en yaygın olan üç yaklaşımı ele alacak olursak; ilk olarak cinsiyet farklılıklarının nedeninin doğa mı yoksa çevre mi, biyoloji mi yoksa öğrenme mi olduğunu sorgulayan biyolojik kuram. Biyolojik kuram zaman içerisinde yaşadıkları sosyal çevreyi ve biyoloji ile kültür arasındaki karşılıklı etkileri dikkate almadığı için dahası cinsiyet farklılıklarını, toplumsal cinsiyetin oluşumunu ve toplumsal cinsiyet rollerini açıklamada erkek ve kadınlar arasındaki tüm farklılıkları tek ve genel bir gerekçe ile açıklamalarında topladığı için birçok kesimden eleştiriler almış ve kendisine karşıt kuramların oluşumuna olanak sağlamıştır (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 360). Bundan dolayı cinsiyet farklılıklarını açıklama konusunda biyolojik kuramın yeterli olmadığı düşünülmüş ve sosyal çevreye vurgu yapılarak toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramı ve son olarak da toplumsal rol ve durumları temele alan toplumsal cinsiyetin toplumsal kuruluşu kuramı ortaya çıkmıştır.

Cinsiyet farklılıkları konusunda tartışmalar uzun yıllar boyunca sürmektedir. Yüzyıllar boyunca tartışma konusu haline gelen bu yapının çekirdeğini kişisel deneyim ve sezgiler oluşturmaktadır. Günümüzde bilimsel kuramlar ve araştırmalar toplumsal cinsiyet farklılıklarının ve benzerliklerinin anlaşılmasında, dile getirilmesinde ve yorumlanmasında daha dengeli ve kapsamlı bir yapı olarak anlaşılmasında bizlere yardımcı olmaktadır (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 360). Bundan dolayı sosyal, ekonomik ve psikolojik etkenlerin belirleyici olduğu cinsiyet farklılıklarının, rol dağılımının ve bunların temsil sürecinde yatan sebepleri açıklamak üzere toplumsal cinsiyet kuramları geliştirilmiştir (Keskin, Ulusan, 2016: 49).

3.1. Biyolojik Kuram

Kadınlarla erkeklerin davranışları arasındaki temel farkların ne kadarı toplumsal cinsiyet yerine cinsiyetten kaynaklanmaktadır? Diğer bir ifadeyle bu davranışlar arasındaki temel farkların ne kadarı biyoloji kaynaklıdır? Bazı yazarlar, kadın ve erkek davranışları arasındaki farkların bütün kültürlerde ortak bir biçimde var olan ve doğuştan genlerle taşınan farklar olduğunu savunmaktadırlar; sosyobiyolojinin bulguları genel olarak bu yöndedir. Sosyobiyologlar bunu kadınlar ve erkekler arasında saldırganlık eğiliminin farklılığını göstererek örneklendirmektedirler (Giddens, 2000: 97).

Sosyobiyologlar, kadın ve erkek arasındaki davranış farklılıklarının doğuştan geldiğini ve bu farklılıkların nedenlerinin insan biyolojisi, hormonsal özellikler, kromozomlar ve beyin ebatlarından kalıtsal özelliklere kadar uzanan geniş bir alanda karşımıza çıktığını savunmaktadırlar. Bu farklılıkların dünya üzerindeki tüm toplumlarda belli biçimlerde kendini gösterdiğini, dolayısıyla tüm toplumları ilgilendiren toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin biyolojik özelliklerin sorumlu olduğunu savunmaktadırlar (Giddens, 2013: 505).

Bu araştırmacılar genel olarak her toplumda kadınlar yerine erkeklerin savaşa gitmelerine ve avlanma olgularına dikkati çekmektedirler. Bu durum biyolojik kuramın savunucularına göre erkeklere kıyasla kadınlarda eksik olan bu olguların temelinde biyolojik faktörlerin yattığını vurgulamaktadırlar (Giddens, 2013: 505-506). Başka araştırmacılar bu kanıtı pek de ikna edici bulmamaktadırlar. Onlara göre saldırganlık eğilimi toplumların kendi içerisinde oluşturduğu kültürel faktörlerin farklılığına göre değişiklikler göstermektedir. Örneğin bazı toplumlarda erkeklerden daha nazik ve kibar olmaları beklenirken, bazı toplumlarda daha saldırgan ve savaşçı bir eğilim göstermeleri beklenmektedir. Bu durum kadınlar üzerinde farklı bir biçimde kendini göstermektedir. Bazı toplumlarda kadınlardan daha edilgen bir yapıya sahip olmaları beklenirken, bazı toplumlarda da bu durum tam tersi bir çizgide ilerlemektedir. Saldırganlık eğiliminin erkeğe atfedilmesine eleştiri getiren araştırmacılar, bir özelliğin evrensel olarak kabul edilip biyolojik kökeni sebep gösterilerek savunulmasına karşı çıkmaktadırlar. Bu araştırmacılara göre bu tarz niteliklerin oluşumunu sağlayan biyolojik faktörler değil kültürel etkenlerdir. Örneğin birçok kültürde kadınların yaşamlarının önemli bir bölümü çocuk bakımı ile geçmekte ve kadınların birçoğu savaş ya da av gibi faaliyetlerde yer alamamaktadırlar. Bu durumda kadın ve erkek davranışlarındaki farkların temel kaynağı kadın ve erkek kimliklerinin diğer bir ifadeyle dişilik ve erilliğin biyolojik faktörlerle değil toplumsal olarak edinilmesiyle ortaya çıkmaktadır (Giddens, 2000: 97-98).

Saldırganlık temelinde oluşturulmuş araştırmalara genel bir bakış açısıyla ve örnekler üzerinden bakacak olursak; ABD dünyada şiddet oranının en yüksek olduğu ülkelerden birisidir. ABD’de şiddet temelli suçlar incelendiğinde suçların çok büyük bir oranını erkeklerin işlediği görülmektedir. Ancak, başka toplumsal yapı ve ortamlarda saldırganlık düzeyi daha düşük ve cinsiyet farkının olmadığı görülmektedir. Bu duruma verilebilecek en iyi örnek Güney Pasifik Okyanusundaki uzak Vanatinai adasıdır. Bu adada yaşayan yaklaşık 4000 insan arasında, yirminci yüzyılın sonuna doğru, cinsiyetler arasında güçlü toplumsal eşitlik kuralları olduğu bilinmektedir. Vanatinai adasında saldırganlık, toplumsal olarak onay görmeyen ve oransal yönden çok az görülen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. 1943’ten beri Vanatinaili bir kişi tarafından işlenmiş sadece bir cinayet olayı görülmüştür. Bu kültürü yaklaşık olarak on yıl araştıran bir antropolog, çocuklar ya da yetişkin erkek bireyler arasında fiziksel bir şiddetin olmadığını gözlemlemiştir. Vanatinai adasında resmi kayıtlarda tamamı cinsel kıskançlıkla bağlantılı sadece beş olayın dördünde saldırganlar kadındır. ABD’de erkekler tarafından kadınlara yönelik oluşturulan fiziksel şiddet Vanatinai halkı tarafından neredeyse hiç bilinmemektedir (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 360).

ABD ve Vanatinai adası üzerinden verilen cinsiyet temelli saldırganlık ve şiddet eğilimi örneğinin tam tersi bir örneği Chihuahua’da karışık cinsiyetli oluşturulmuş ergen çeteleri üzerinde yapılan bir araştırmadan gelmektedir. Bu araştırmada Chihuahua’da oluşturulmuş ergen çetelerine girmek tam anlamıyla fiziksel şiddet temelli gerçekleşmektedir. Bu ergen çetesine giriş belirlenmiş bir prosedürle sağlanmaktadır. Çeteye giriş hakkı kazanmak için ergen bir kız bir başka kızla bire bir yumruk kavgasına girmek mecburiyetindedir. Bu aşamayı geçtikten sonra çeteye katılma hakkını elde etmiş olur. Çeteye katıldıktan sonra kızlar, başka çetelerden kızlarla kavgalarda yer alırlar. Bu kızlar kendi çetelerindeki erkeklere kavgada yardım etme eğilimi dahi gösterebilmektedir. Chihuahua’da yer alan bu ergen çetesinde saldırganlık eğilimi cinsiyet fark etmeksizin her iki cinsiyette de çok önemli ve çok değerli görülmektedir. Bu ergen çetesinde yer alan kadınların fiziksel şiddet kullanımındaki yetenekleri küçümsenmeyecek bir durumdadır (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 360).

Saldırganlık temelinde ele alınan ABD ve Vanatinai adası karşılaştırmalı örneği ve tam tersi bir örnek teşkil eden Chihuahua’daki ergen çeteleri örneğinde de görüldüğü üzere saldırganlık ve beraberinde oluşan fiziksel şiddet sadece biyolojik temellerle yükselecek ve açıklanacak bir olgu değildir. Vanatinai adasında şiddeti yasaklayan güçlü toplumsal kurallar ve kadınların görece olarak erkeklerle eşit bir toplumsal yapıda yer almaları beraberinde gelen Chihuahua’daki ergen çetelerinin saldırganlığı ve fiziksel şiddeti cinsiyet ayırt etmeksizin adeta meşrulaştırması saldırganlık davranışının sadece biyolojik olarak cinsiyetlere atfedilecek bir olgu olmadığını gözler önüne sermektedir.

Biyolojik kuramın savunucularına göre, toplumsal cinsiyet farklılıklarına neden olan etkenlerden bir diğeri cinsiyet hormonlarıdır. Cinsiyet hormonları kavramının içeriğinde genetik sistem, hormonal aktifliğin davranış arasındaki ilişkisi yer almaktadır. Bu ilişkiselliğin temelini ise hayvanlar üzerinde yapılmış olan deneyler ve insanlarla ilgili klinik gözlemler oluşturmaktadır. Örneğin, fareler üzerinde yapılan hormonal değişikliklerin farelerin davranışlarında değişim oluşturmasında etkili olduğu gözlemlenmiştir. Dişi farelerde androjen düzeyinin arttırıldığında saldırganlık eğiliminin de arttığı, erkek farelerde ise hadım edildikçe dişi çiftleşme pozisyonuna uygun yapısal değişimlerin ortaya çıktığı görülmüştür. Ancak bu her zaman aynı sonucu vermemekle birlikte değişik ekolojik ortamlarda farklı sonuçları da beraberinde getirebilmektedir. İnsanlar üzerinde yapılan klinik bulguların bulunması yönündeki araştırmaları doğum öncesi dönemde bebeğin androjen hormonuyla sorunları olan kişiler oluşturmaktadır. Doğum öncesi dönemde androjen hormonunun yüksek olduğu belirlenen kız çocuklarında doğduktan sonraki davranışlarının diğer kız çocuklarına göre farklılık teşkil ettiği gözlemlenmiştir. Bu kız çocuklarında; daha erkeksi davranışlar, erkeklerle oyun oynamayı seven bir yapıda oldukları, ev işleri yerine daha dışa dönük mesleklere yöneldikleri ve kız çocuklarının vazgeçilmez oyuncakları arasında yer alan oyuncak bebeklere ilgi göstermedikleri görülmüştür (Keskin, Ulusan, 2016: 52).

Biyolojik kuramı savunanlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine uzun yıllar boyunca farklı açıklamalar getirmişlerdir. Örneğin, annelik içgüdüsünün üreme organlarında yer aldığı ya da bu içgüdünün beynin bir bölümünde oluştuğu yönündeki açıklamalar, erkeklik hormonlarının da mühendislik, mimarlık ve güç gerektirecek sporlarda kadınlara nazaran erkeklerin daha başarılı ve daha yatkın oldukları konusunda ileri sürülen varsayımlardan bazılarını oluşturmaktadır (Keskin, Ulusan, 2016: 51).

Biyolojik kuram sadece hayvan davranışları üzerinden yapılan araştırmaların sonuçlarıyla hareket ettiği ve açıklamalarını bu araştırmalara dayandırarak oluşturduğu için, toplum içerisinde yer alan bireylerin sosyal yaşam içerisinde can alıcı rolü üstlenen toplumsal etkileşimi göz ardı ettiği için ve çoğu zaman erkek üstünlüğünü kabul eden bir tutumla açıklamalarını oluşturduğu için eleştirmenler tarafından çokça eleştirilmiş bir kuram olarak karşımıza çıkmaktadır (Pehlivan, 2017: 503).

3.2. Toplumsal Cinsiyetin Toplumsallaşması Kuramı

Toplumsal cinsiyeti ve toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizliklerin kökenini anlamak için oluşturulan kuramsal yaklaşımlardan biri de, cinsiyete bağlı rollerin; aile, medya, kitle iletişim araçları gibi aracılar yardımıyla öğrenildiğini savunan cinsiyetin toplumsallaşmasıyla ilgili kuramsal çalışmalardır. Toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramı, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında ayrım yapmaktadır. Bu kurama göre biyolojik cinsiyetini ve toplumsal cinsiyetini öğrenecek olan özne, ilkini yani biyolojik cinsiyetini doğuştan getirir ve oluşturur, ikincisini yani toplumsal cinsiyetini ise toplumsal yapıdaki yaşantıları yoluyla oluşturur ve sonradan getirir. Çocuklar, hem birincil hem de ikincil nitelikte edindikleri birçok toplumsallaşma aracıları ile kurdukları etkileşim ve temas vasıtasıyla kendi cinsiyetlerine uygun gördükleri toplumsal kurallar ve beklentileri kendi bünyelerinde içselleştirip oluştururlar. Bu yaklaşıma göre, toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizliklerin sebebi, erkeklerin ve kadınların edindikleri farklı toplumsal cinsiyet rolleriyle toplumsallaştırılmalarıdır. Yani toplumsallaşma kuramında “toplumsal cinsiyet farklılıkları biyolojik olarak belirlenemez, kültürel olarak üretilir” düşüncesi savunulmaktadır (Giddens, 2013: 506).

Toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramında, oğlanlar ve kızlar toplumsal cinsiyet rollerini ve bu rollerle birlikte oluşan erkek ile dişi kimliklerini diğer bir ifadeyle erilliği ve dişiliği toplumsallaşma, sosyalleşme ve toplumsal kurumlar aracılığıyla öğrenerek edinmektedirler (Giddens, 2013: 506). Bu bakımdan toplumsallaşma bakış açısı çocukluktan hatta daha da geniş perspektifte ele alınırsa doğum öncesi dönemden bir takım hazırlıklar vasıtasıyla başlayarak insanların cinsiyeti ile ilgili bilgileri değişik öğrenme ve bu öğrenilen cinsiyete uygun düşen davranışları kazanma ve beraberinde uygulama eğilimine giren bireyler, bu aşamada pozitif ve negatif edinimlerle yani davranışın toplum tarafından onaylandığı ve ödüllendirici durumlar ya da davranışın toplum tarafından onaylanmadığı ve engelleyici durumlar ile yönlendirilir. Örneğin, küçük bir kız çocuğu yaptığı davranıştan ötürü beğenileceği gibi (“aferin, sen çok alçakgönüllü bir kızsın!”) azarlanabilir de (“kızlar oyuncak arabalarla oynamazlar!”) bu pozitif ve negatif edinimler kız ve oğlan çocuklarından beklenen toplumsal cinsiyet rollerini zihinlerinde belli şemaların oluşmasında yardımcı olabilmektedir (Giddens, 2013: 506).

Sanıldığının aksine aile ve arkadaşlar çocukların toplumsal cinsiyet rollerini öğrenmede tek toplumsallaştırma aracıları değildir. Televizyon, kitle iletişim araçları, çocuk oyuncakları, çocuk masalları, çocuk kıyafetleri vs. toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinde çok önemli bir vazife üstlenmektedir. Bu örnekler şüphesiz daha da arttırılabilir ancak bu örnekler içerisinde en çok akılda kalan çocuk oyuncaklarıdır. Çünkü çocuk oyuncakları toplumdan topluma değişen kültürel iletileri bünyesinde barındırmaktadır. Sözgelimi ABD’de en çok satın alınan ve moda haline gelen oyuncak bebek cinselliği belirgin, erkek arkadaşı olan, alışveriş yapmayı ve gezmeyi seven, partilere giden Barbie’dir.

Tersine bir örnek ise Japonya’da 1970’lerin ortalarından günümüze kadar gelmiş Japonya’da en çok satın alınan oyuncak bebek mütevazı, çekingen ve masum özelliklere sahip Licca olmuştur (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 362).

Bu iki oyuncak bebeğin özellikleri içerisinde bulunduğu kültür ve değerlere göre değişim göstermekle birlikte çocukların toplumsal cinsiyet rollerini içselleştirmelerinde adeta can alıcı bir rol üstlenmektedir.

Toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramının böyle sabit ve sert biçimde açıklanması birçok yönden ve farklı eleştirmenler tarafından eleştiriler almıştır. Pek çok eleştirmen toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması sürecinin göründüğü üzere basit olmadığını dile getirmiştir. Bu eleştirmenlere göre toplumsal cinsiyet rollerinin öğretilmesinde önemli bir rol üstlenen ailelerin, arkadaş gruplarının, medyanın ve birçok farklı toplumsal kurumun birbiriyle rekabet ve zıtlaşma halinde olduklarını savunmaktadırlar.

Toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramını farklı bir bakış açısıyla eleştiren eleştirmenlere göre toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramının toplumsal norm ve beklentiler gözetilerek bireylere kişilerin kendi istedikleri toplumsal cinsiyet rollerinin empoze edildiğini ve bireylerin davranışlarının kişilerin kendi istediği yön ve biçimlerde değiştirdiklerini savunmaktadırlar. Connell’in de belirttiği üzere: “Toplumsallaşma eyleyenlerinin kişilik gelişimine mekanik etkileri yoktur. Yaptıkları, çocukları belli koşullarda gerçekleştirebilen toplumsal uygulamalara katılmaya davet etmektir. Bu davet zorlayıcı olabilir (ki genelde öyledir) ve kabul edilmesi için ağır bir baskıyı da beraberinde getirdiği gibi, herhangi bir almaşık da sunmaz. Bunlara rağmen çocuklar daveti geri çevirebilir ya da daha kesin konuşmak gerekirse, toplumsal cinsiyet alanında kendi uygun gördükleri adımları atabilirler. Heteroseksüelliği reddedebilirler ya da sözgelimi okulda rekabetçi sporlarda ısrar eden kızlar gibi, eril ve dişil öğeleri harmanlayabilirler. Kendi yaşamlarında bir bölünme yaşayabilirler, örneğin yalnız başlarınayken kadınlar gibi giyinen oğlanlar gibi. Kendi fiili uygulamalarına tezat düşlemsel bir yaşam kurabilirler ki en yaygın davranış budur” (Giddens, 2013:507).

3.3. Toplumsal Cinsiyetin Toplumsal Kuruluşu Kuramı

Toplumsal cinsiyet bakış açısında oluşturulmuş bir başka kuram ise toplumsal cinsiyetin toplumsal kuruluşu kuramıdır. Bu kuram, açıklamalarının temeline toplumsal rol ve durumları almış ve açıklamalarını bu yönde oluşturmuştur.

Bu kurama göre, değişen ve çok hızlı bir yol kat eden teknolojik gelişmeler insan bedeninin fiziksel sınırlarını karmaşık bir yapı haline getirmiştir. Bu sebeple, toplumsal cinsiyetin toplumsal kuruluşu kuramı, insan bedeninin ve insanın biyolojik yapısının doğuştan insanlara verilmediğini, insanların büyük yapıları elde etmek için farklı etkilerde ve farklı toplumsal yapılarda belirlenen kişisel tercihlere göre düzenleme olanağının yer aldığı fikrini öne sürmektedir. Bu yaklaşıma göre, insan kendi bedenini tabii olarak görülenin dışında da anlamlandırabilir. Bireyler kendi bedenlerini istedikleri şekilde spor ve diyetten dövme yaptırmaya kadar, kişisel bakım, estetik cerrahi müdahalelerden cinsiyet değiştirme ameliyatlarına kadar uzanan çok geniş bir düzlemde oluşturabilmekte ya da yeniden düzenleyebilmektedir. Bu yaklaşım, sadece sabit ve tek bir yapıdan yoksun olan ve toplumun kendi normları ve beklentileri ışığında oluşturduğu toplumsal cinsiyeti değil, bireylerin biyolojik olarak atfedilen bedeninin kendisinin de kendi hür iradesi ve kararı doğrultusunda kişisel tercihine bağlı olarak biçimlendirmesi gerektiğini savunmaktadır (Giddens, 2013: 508-509).

Toplumsal cinsiyetin toplumsal kuruluşu kuramına göre, toplumsal cinsiyet rollerine ve bu rollerin öğrenilmesi üzerinde açıklama yapan yazarlar, bilinçli olmadan cinsiyet farklılıklarının biyolojik temelde yer aldığını ve oluşturulduğunu savunmaktadırlar. Bir önceki kuramsal yaklaşımda da bahsettiğimiz toplumsal cinsiyetin toplumsallaşması kuramı, bu kurama göre cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılıkları, toplumsal yapı içerisinde kültürel olarak oluşturulan bir durumu ortaya koymaktadır. Bu kurama karşı, hem cinsiyetin hem de toplumsal cinsiyetin toplumsal olarak oluşturulmasına inanan düşünürler ise, cinsiyete bağlı olarak oluşan farklılıkların biyolojik temelde yükseldiği fikrini göz ardı ederek bütünüyle kabul etmemektedirler (Giddens, 2013: 509).

Son olarak kuramın üzerinde oldukça fazla durduğu toplumsal rol ve durumlar kavramlarına göz atacak olursak. Toplumsal rol kuramına göre, cinsiyetler arasındaki davranış farklılıklarının sebebi, erkeklerin ve kadınların gündelik hayattaki farklı toplumsal rolleri yerine getirme eğiliminde olduklarıdır. İnsanlar genellikle bir cinsiyete ilişkin rollerle bağlantılı kurallara uyarlar ve toplumun onlardan istediği gibi davranış örüntüleri çerçevesinde davranışlarını oluştururlar. Böylece, ailesinin geçimi için iyi bir ekmek kazanıcısı rolüne sahip olmak için işinde aşırı mücadeleci bir baba ya da iyi bir anne rolüne sahip olmak adına, kendini çocuk bakımı ve gelişimine adayan bir anne zamanının büyük bir bölümünü çocuklarına ayırabilmektedir. Kültürel çalışmaların toplumsal rollerin bireylerin davranışlarındaki değişimleri inceleme adına oluşturdukları araştırmalardan bir diğer örnek ise Kenya’nın Luo insanları arasındaki iş paylaşımı ve bu iş paylaşımının bireyler üzerinde yarattığı davranış değişiklikleri üzerinden gelmektedir. Kenya’nın Luo insanları arasındaki ev işleri paylaşımında kadın ve erkekler farklı türden ev işlerine bakmaktadır. Erkekler, daha güç gerektirecek ve kadınların işlerine nazaran daha ağır ev işlerini yaparken kadınlar çocuk bakımı gibi işleri üstlenmektedirler. Ancak, aile içerisinde kadınların yaptığı işlere bakacak büyük bir kız olmadığında, ailedeki bir erkek çocuk bu işleri üstlenmektedir. Kadın işlerini üstlenen erkek çocuk aile içerisinde erkek işi üstlenen diğer erkek çocuklarla karşılaştırıldığında çocuğun diğer erkek çocuklara kıyasla daha az şiddet eğilimli davranışlar gösterdiği görülmektedir. Bu çocuğun biyolojik olarak şüphesiz diğer erkek çocuklarla aynı özellikte olduğu sadece duygusal olarak davranışlarının yaptığı ev işleri örüntüsünde değiştiği gözlemlenmiştir (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 362-363).

Toplumsal durum bakış açısına göre, birçok sosyal davranışlarda görece olarak erkek ve kadın eşit bir konumdadır. Bu davranışlar kişiden kişiye değişen tercihler, başkalarının davranış örüntüleri ile durumsal bağlamda büyük ölçüde farklılaşmakta olan bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır. Başkalarının bizi sevmesini istediğimizde karşı tarafın erkek ya da kız ayırt etmeksizin kişisel özelliklerimiz ne olursa olsun karşı tarafın beklentilerini karşılama eğilimine girmesi ve ortak yaşantı alanı oluşturma doğrultusunda ortak özelliklerin bulunması eğilimi buna verilebilecek en iyi örneği oluşturmaktadır (Taylor, Peplau, Sears, 2015: 363).

Sonuç

İçerisinde bulunduğunuz toplumda toplumsal cinsiyet ne düzeyde hayatınızdaydı? Bu durum sizi ne kadar etkiledi? Ya da bebeklik fotoğraflarınıza baktığınızda kıyafetleriniz ne renkti? Veya çocukken hangi oyuncaklarla oynadınız? İşte bu ve buna benzer sorular toplumsal cinsiyetle iç içe bir yaşam sürdüğümüzü ancak toplumsal cinsiyet kavramından bihaber olduğumuzu bizlere göstermiştir.

Toplumsal cinsiyet, bireyin içinde yer aldığı toplumsal yapıda bireye yüklenen bir takım roller ve bu roller neticesinde bireyin davranış örüntülerindeki değişimlerin bir göstergesini oluşturmuştur. Bireyin yaşamında, sosyal hayatında, kültürel perspektifinde, davranışlarındaki değişimlerde etki düzeyi bu kadar yüksek olan bu kavramın önemi göz ardı edilmeyecek bir konumdadır.

Toplumsal cinsiyet kavramının bireyin yaşamındaki etki düzeyi bu kadar önemli bir vaziyetteyken kavramın ortak kabul görmüş bir tanımının var olamaması kavramın anlaşılmasında anlam karmaşasına yol açmıştır. Sonuç olarak bu araştırma toplumsal cinsiyet kavramının ortak kabul görmüş bir tanımının var olabilmesi adına ortam ve olanak sağlama eğilimine girmiş önce toplumsal cinsiyetin kavramsal analizi ardından toplumsal cinsiyet kavramının tarihsel süreçleri ve son olarak da toplumsal cinsiyet kuramsal yaklaşımlarını ele almıştır.

Kaynakça

  • Akçay, S , Taşkın, M . (2019). İntihar ve Toplumsal Cinsiyet: Sosyal Hizmet Perspektifinden Bir Değerlendirme . OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi , 14 (20) , 2278-2299 . DOI: 10.26466/opus.605613
  • Akgun, Z , Uysal, Y . (2019). Toplumsal Cinsiyet ve Narsisizm İlişkisi. Dünya Sağlık ve Tabiat Bilimleri Dergisi (DÜSTAD) , 2019 (2) , 43-56 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/dustad/issue/51138/562456
  • Avcı, F , Güdekli, İ . (2018). Toplumsal Cinsiyet Ve Medya İlişkisi: Yazılı Basında Kadına Şiddet Ve Kadın Cinayetleri Haberleri Üzerine Bir Analiz . Uluslararası Kültürel ve Sosyal Araştırmalar Dergisi (UKSAD) , 4 (2) , 475-506 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/intjcss/issue/41864/497218
  • Bayır Aslan, Ş . (2019). Sosyal Sermaye Oluşturma Aracı Olarak Sosyal Çalışma: Toplumsal Cinsiyet ve Eşitsizlik . Türkiye Sosyal Hizmet Araştırmaları Dergisi , 3 (2) , 79-99 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/tushad/issue/51701/653059
  • Bayraktar, E . (2018). Toplumsal Cinsiyet, Kültür ve Şiddetin İnfertilite İle İlişkisi . Sağlık Bilimleri Dergisi , 27 (3) , 234-238 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/eujhs/issue/42158/507700
  • Borlandi, M. , Boudon, R. , Cherkaoui, M. , Valade, B. (2011). Sosyolojik Düşünce Sözlüğü (B. Arıbaş, 1. Basım, Çev.). İletişim Yayıncılık.
  • Gelekçi, D . (2011). Küreselleşme-Yerelleşme İlişkisi . Istanbul Journal of Sociological Studies , 0 (31) , 263-277 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/iusoskon/issue/9510/118889
  • Giddens, A. (2000). Sosyoloji (H. Özel, C. Güzel, 6. Basım, Çev.). Ayraç Yayınları.
  • Giddens, A. (2013). Sosyoloji (İ. Yılmaz, 5. Basım, Çev.). Kırmızı Yayınları.
  • Keskin, F , Ulusan, A . (2016). Kadının Toplumsal İnşasına Yönelik Kuramsal Yaklaşımlara Dair Bir Değerlendirme . Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi , (26) , 47-68 . DOI: 10.31123/akil.438558
  • Pamuk, D . (2018). Yaş ve Toplumsal Cinsiyetin Kesişimselliği: Toplumsal Cinsiyeti Oluşturma ve Yaşı Oluşturma . Senex: Yaşlılık Çalışmaları Dergisi , 2 (2) , 74-84 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/senex/issue/37439/419385
  • Taylor, S. E. , Peplau, L. A. , Sears, D. O. (2015). Sosyal Psikoloji (A. Dönmez, 4. Basım, Çev.). İmge Kitabevi.
  • Tözün, M. (2007). Tarihsel Süreçte Toplumsal Cinsiyet: Küresel Bir Yaklaşım. Actual Medıcıne Dergisi , 60-67. https://docplayer.biz.tr/41649160-Genis-aci-tarihsel-surecte-toplumsal-cinsiyet-kuresel-bir-yaklasim.html
  • Turgut, A . (2019). Türkiye’deki Gelir Eşitsizliğinin Toplumsal Cinsiyet, Kadının İstihdamı ve Kadın Yoksulluğu Açısından Değerlendirilmesi* . Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 2 (38) , 315-329 . DOI: 10.35343/kosbed.581637
  • TDK, https://sozluk.gov.tr/ (Erişim Tarihi: 15.04.2020).
  • Vargel Pehlivan, P. (2017). Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Kuramsal Yaklaşımlar: Bir Literatür Taraması . İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 497-521 .
  • Vatandaş, D . (2011). Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Rollerinin Algılanışı . Istanbul Journal of Sociological Studies , 0 (35) , 29-56 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/iusoskon/issue/9517/118909

Yazar: Yılmaz Yeşildal | Dumlupınar Üniversitesi

Sosyologer, tüm platformda sosyoloji çerçevesinde paylaşımlar yapan ve sosyologlara yayın imkanı tanıyan dijital bir platformdur. Dijital sosyoloji arşivi oluşturma amacı ile kurulmuştur.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir