Örgütsel yabancılaşma olgusunu anlamaya öncelikle örgüt ve yabancılaşma kavramlarını ayrı ayrı anlayarak başlayabiliriz. Kısaca tanımlayacak olursak örgüt, belli hedefler doğrultusunda bir araya gelmiş bireylerin iş birliğiyle var ettiği açık bir toplumsal sistemdir. Weber, örgütü tanımlarken “belli amaçlar doğrultusunda belli eylemler sistemi ve sosyal ilişkiler bütünü” der.
Yabancılaşma ise hepimizin sosyoloji eğitimi almaya başladığı andan itibaren sıklıkla duyduğu, kullandığı kavramlardan biridir. Bu kavramı ortaya çıkaran ilk isim Hegel, sosyolojik boyutu kazandıran isim ise Marx olmuştur. Yüzlerce farklı yabancılaşma tanımından Marx’ın tanımıyla açılışı yapalım… Marx’a göre en temel anlamda yabancılaşma, özden kopuş olarak nitelenebilir. O, yabancılaşmanın bireyin kapitalist iş sürecinde kendisini giderek nesnelleştirmesiyle başladığını söyler. Kapitalizmde ürettiğiyle var olmaya çalışan birey, giderek ürettiği üzerindeki denetimini kaybetmektedir. Yabancılaşma, beraberinde insana düşman olma halini yaratacak bir nevi toplumsal hastalıktır. Bu hastalığı bulaştıran kapitalizm, panzehri ise kapitalist düzenin dayattığı kültürel ve ekonomik her türden egemenliğe direnmektir.
Örgütten “Ayrı kalmak”
İnsanın işinden, ürettiği üründen, kendisinden ve içinde bulunduğu toplumdan koptuğu bu süreç günümüzde kendini en çok örgütlerde göstermektedir. Örgütsel yabancılaşma, iş yerinden beklentileri karşılanamayan işgörenlerin, kendilerini giderek içinde bulundukları organizasyondan ayrı hissetmeleri ve bunun sonucunda düşük motivasyonla hareket ederek işlerinde daha az enerji harcamaya başlamaları olarak özetlenebilir. Örgütün büyüklüğü, bilgi akışı, grup özellikleri, ekonomik yapı, politik yapı, hukuki yapı, sendikal durum gibi pek çok etmen bu yabancılaşma türünü doğurmaktadır.
Kapitalist üretim sürecinin çarkları arasında sıkışmış bireyler Melvin Seeman’ın 5 boyutta özetlediği ruh hallerini yaşayarak adeta dünyada cenneti yaratmak isterken cehennemi yaşamaktadır. Seeman’ın analizlerinde kullandığı 5 boyut: Güçsüzlük, yalıtılmışlık, normsuzluk, anlamsızlık ve kendine yabancılaşmadır. Güçsüzlük, kendini olaylar üzerindeki gücümüzü, hakimiyetimizi kaybettiğimiz hissiyle gösterir. Güçsüz bireyler, artık sadece olan biteni bir köşeden seyretmek eğilimindedir. Yalıtılmışlık, bireyin kendini örgütten izole etmesi olarak tanımlanabilir. Bu boyutta birey, aidiyet duygusunu yitirmiş haldedir. Normsuzluk, Durkheim’ın anomisinden hatrımızda kalan boyuttur. Bu boyutta kişi, ulaşmak istediği hedefe artık toplumun kabul ettiği yollardan ulaşamayacağını düşünmeye başlar. Anlamsızlık, neye inanması gerektiğini artık bilemeyen bireyin hangi tarafta olacağına karar veremediği çelişki dolu bir süreci yansıtır. Örgütte olan bitenden habersiz birey, bulunduğu yerde yaşananlara anlam veremeyerek içe kapanır. Beşinci boyut olan kendine yabancılaşma ise diğer tüm boyutların bir toplamı olarak kişinin kendi benliğinden kopuşunu betimler.
Bulunduğu grup içerisinde kendini oraya ait hissedememeye varan örgütsel yabancılaşma, sonucunda bireyi olduğu kadar grubun tamamını da olumsuz etkileyecek bir olgudur.
Bir arada olmaya direnmek!
Sadede gelecek olursak, dişlerini etlerimize geçirmekte olan sermaye düzeninden “sağ salim” kurtulmak bugün toplumun önündeki en önemli hedeflerden olmalıdır. Yabancılaşmaya karşı birlikteliği savunmak bugün bizi bu melankolik, ümitsiz ruh halinden kurtaracak güçtür… İşgörenlerin “halinden anlamak” burada düğümü çözecek kavramlardandır. Çalışanların motivasyonunu artıracak maddi-manevi hamleler örgütsel yabancılaşmayı en aza indirmek için hayata geçirilmelidir. Çalışanların daha çok söz hakkına sahip olduğu, planlama ve sorumluluk almada daha cesur davranabildiği örgütlerde başarı her zaman daha yüksek olacaktır. Bu durumda örgütteki bireyler daha sıkı kenetlenecek ve amaca ulaşma yolunda daha büyük adımlar atacaktır. Yabancılaşma ve beraberinde getirdiği yıkıntılar el ele aşılacaktır. Yeter ki “kararmasın sol memenizin altındaki cevahir”…