Tüketim en basit anlamıyla piyasadaki mal ve hizmetlerin satın alınmasını ifade eder. Ama tarih boyunca yaşanan ekonomik, teknolojik, toplumsal değişimler göz önüne alındığında tüketim bu basit tanıma sıkıştırılamayacak bir boyut kazanmıştır. Özellikle 1950’lerle beraber kitleselleşen tüketim günümüze dek çok çarpıcı değişimler yaşamıştır. Sadece ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin satın alınmasından çıkıp “tüketim” için tüketim durumuna dönüşmüştür. Bir başka deyişle homo sapiens (akıllı insan ve bilen insan) homo consomaterus’ye (tüketen adam) dönüşmüştür (Ayhan, 2009).
Son yıllarda özellikle sosyal bilimler alanına sıkça konu olan tüketimi tek başına ele almak arka planı kapatacaktır. Tüketimin, endüstriyel kapitalizmin üretim modelleri içinde yer alan bir olgu olarak görülmesi gerekir (Bocock, 1997). Biz öylece tüketirken ve daha çok tüketmeyi arzularken tüketim mallarının hangi koşullarda üretildiğini bilmek belki de tüketimimizi daha “şuurlu” bir hale getirebilir. Çok beğendiğimiz ve bir an önce sahip olmayı arzuladığımız kıyafetlerin vitrinlere gelene dek, bir yerlerde insanların canını acıttığını hatta bazen onları öldürdüğünü bilsek onları yine de arzular mıydık? The True Cost belgeseli moda sektörünün tüm bu gerçeklerini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yönetmen, bu durumun tek bir marka veya tek bir fabrikayı hedef göstermemesi ve herkesin bu tedarik zincirinin neresinde olduğunu sorgulaması için dünyanın dört bir yanından görüntüler gösteriyor. Bir yanda modacıların “Kıyafetler bizim özel derimiz” (Morgan, 2015) dediğini duyuyoruz. Bu noktada düşünmemiz gereken şey gerçekten kıyafetlerin benliğimizi oluşturup oluşturmadığıdır. İnsan kendini sadece kıyafetleriyle mi ifade ediyor?
Günümüzde artık üretim ve tüketim süreci yalnızca büyük şirketlere kar sağlamaya başladı. Bu karın artması ve piyasadaki malların çabucak tüketilip yerlerine yenilerinin gelmesi için hızlı moda furyası ortaya çıktı. Dün giymiş olduğunuz bir pantolonu bugün giyemezsiniz. Moda kendine özgü tuhaf bir çekicilik kazandı: Bir sınırlılığın, aynı anda hem başlangıç hem son olmanın, hem yeni hem de geçici olmanın verdiği çekiciliktir bu. Modanın meselesi olmak ya da olmamak değil, aynı anda hem olmak hem de olmamaktır (Simmel, 2003). Bu kadar hızlı bir geçişi şirketler, daha az maliyetli ama daha çok kar elde edebilecekleri bir üretime dönüştürmek için bunu oldukça ucuz olduğu ülkelerde yapmayı tercih ediyorlar. Bu ülkelerde işçileri neredeyse Ortaçağ serfleri profilinde görebilirsiniz: hakları yok, sendikalar yok, izinleri yok. Belki insanların 100 dolar ödediği bir elbiseyi üreten işçinin aylık geliri bu fiyatın onda biri kadar bile değil. Bu zincir yalnızca işçileri etkilemekle kalmıyor. Yoksulluk sınırında yaşayan işçiler, çocuklarını bırakacakları bir yer bulamadıklarında onları beraberinde fabrikaya götürüyor. Okulda, parkta veya daha başka bir yerde olması gereken çocukları kimyasal maddelerin arasında fabrikalarda görüyoruz. Orada göremesek bile bu çocuklar, annelerinden kilometrelerce uzakta onları görmeden aylar geçiriyorlar. Bu ülkelerde çocuklar bu durumdayken Batılı, bu büyük şirketlerin olduğu ülkelerde ne durumdalar? Yaşam şartları daha mı iyi? Hayır. Onlar da bu zincire dahil edilmek, daha çok tüketmeyi arzulamak için reklamlara maruz kalıyorlar. Daha dünyayı bile tanıyamadan tüketimle tanıştırılıyorlar. Çocuklara yönelik reklamlar sayesinde çocuk; konuşup anlatamasa bile ağlayarak veya hareketleriyle “onu” istediğini gösterebiliyor. Zira görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir (Berger, 2014). Zaten kapitalizmin kendi kendini yeniden inşa ederek sürekli dinamik kalması için bir şeye ihtiyacı vardır: tüketim toplumu. Bu toplumu oluşturmak için yaş, cinsiyet, ekonomik durum ayırt etmeksizin reklamlar yapılıyor. Reklamlar sayesinde; ne işe yaradığını, gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını, nerede hangi koşullarda üretildiğini aklımıza dahi getirmeden sadece onları arzuluyoruz. İçimizde yatan doğal bir zevk açlığını işleyerek işe girişiyorlar (Berger, 2014).
Bangladeş’te 2013 yılında hızlı moda markalarına üretim yapan Rana Plazanın çöküşü bize neyi ifade etmeli? 7 yıl önce binlerce işçinin ölümüne sebep olan bu facia günümüzde bir şeyleri değiştirebildi mi? Hayır, bizler hala ihtiyacın çok daha fazlası bir tüketim arzulamaya devam ediyoruz. Tarihte bu facianın niceleri görülse dahi ilerleyen yıllarda moda sektörü hız kesmeden servetini katlamaya devam etti. Hızlı moda tedarik zincirinin en tepesinde yer alanlar için işçiler orada çalışmayı “kendileri” tercih ediyorlar. Oysa Rana Plaza çöküşünde, işçiler binadaki çatlakları fark ettiklerini ve binanın tehlikeli olduğunu bu yüzden patronlarını uyardıklarını (Morgan, 2015), söylüyorlar. Ama yine de kimse bu durumu önlemek adına bir şey yapmıyor. O halde bunun gibi facialarda işçiler hayatını kaybettikten sonra “patronlara” şunu sormak gerek: Yoldaki çukura arabayla üç kez takılıp kaza yaptıktan sonra o çukuru kapatmak için bir şeyler yapmaz mısınız?
Moda sektörü petrolden sonra dünyayı en çok kirleten sektör (Morgan, 2015). Zaten kıyafetin serüvenini topraktan başlatmak gerek. Daha fazla kıyafet üretebilmek adına toprağı bile fabrikalaştırıyorlar. Pamuk tarlalarına baştan aşağı kimyasallar püskürtülüyor. Bunun sonucunda bu pamukları işleyen işçilerde, hatta belki de pamukların dönüştüğü kıyafetleri giyen insanlarda korkunç hastalıklar meydana geliyor.
Tüketim çılgınlığının karşısında Minimalism belgeselinde, tüketimi minimuma indirerek minimal hayat kurmaya çalışan insanları görüyoruz. Dünya öyle bir hal almış ki aslında “olması gereken” durum bize müthiş başarılı geliyor. Sanki sahip olduklarımızdan ayrılınca biz olmaya devam edemeyecekmişiz gibi hissediyoruz. Materyalist dahi olamıyoruz: eşyaların “maddesel” boyutuyla değil, “sembolik” anlamıyla ilgileniyoruz. Oysa bu belgeselde çok fazla tüketmenin, çok fazla arzulamanın, birçok şeye sahip olmanın insanı mutsuz ettiğini bir sürü örnekle görüyoruz. Tarzımız, benliğimiz, karakterimiz, kim olduğumuz; kıyafetlerimizle veya sahip olduklarımızla ölçülecek bir şey değil. Sahip olduklarımızla toplumsal yaşamda “fark edilir” olduğumuzu sanıyoruz. Bu durumun böyle olmadığını belgesel bize kanıtlıyor: Bir kadın bir yıl boyunca yalnızca 33 parçayı (kıyafet, ayakkabı, çanta, aksesuar vs.) giyerek işe gidiyor ve kimse asla bunun farkına varmıyor (D’Avella, 2016).
Gerçekten tüm bunlar o elbiseyi, o ayakkabıyı, o montu giymek için değer mi? İşçilerin hayatta kalabilmek adına çalıştıkları yerlerde hayatını kaybetmelerine, çocukların okulda olması gereken zamanlarda fabrikalarda olmalarına göz yumamayız. Çocuklarımız sadece “sussun” diye televizyon açıp homo consomaterus’ye (tüketen adam) dönüşmesine izin veremeyiz. O kıyafeti alırken belki bunun bir işçinin canına mal olup olmadığını bilemeyiz. Ama “moda” uğruna sürekli tüketmekten vazgeçebiliriz ve durup fabrikalarda yaşananları düşünebiliriz. Belki bu tüm dünyayı değiştirmeye yetmez ama bizi daha duyarlı bir insan yapabilir.
Kaynakça
- Ayhan, A. (2009). Üniversite Gençliğinde Marka-Tüketim Bağlamında Bilinç-Biliş Düzeyi. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
- Berger, J. (2014). Görme Biçimleri. İstanbul : Metis Yayınları .
- Bocock, R. (1997). Tüketim. (İ. Kutluk, Çev.) Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
- D’Avella, M. (Yöneten). (2016). Minimalism: A Documentary About The Important Things [Belgesel]. ABD.
- Morgan, A. (Yöneten). (2015). The True Cost [Belgesel].
- Simmel, G. (2003). Modern Kültürde Çatışma . İstanbul : İletişim Yayıncılık .
İşe başladığımız şu saatlerde denk geldi yazı. Belli bir standarda bağladığımız yaşamımızda durup sorgulama ihtiyacı hissettirdi.
Özellikle içinde bulunduğumuz ”kısıtlı hayat” tan dolayı tüketim yapmak bir hobi haline geldi ve tüketim yapabilelim diye insanların ne şartlar altında çalıştırıldığına bakmaz hale geldik.
Uyandırdığın için teşekkür ederiz.
Eline sağlık başarıların devamını dilerim güzel bir çalışma olmuş.
Elinize emeğinize sağlık güzel bir çalışma olmuş.