Michel Focault‘un kaleme aldığı eşsiz eserlerden olan Hapishanenin Doğuşu Kitabının Analizini; Furkan Aksu, sosyoloji öğrencileri için yaptı.
Michel Foucault – Hapishanenin Doğuşu Kitap Analizi
Michel Foucault 18.yy sonlarından modern devletlerin neredeyse günümüz formuna erişene kadar ki disipliner iktidar yapısının geçirdiği süreçleri klasik tarih anlayışının sınırlarını aşarak tarihsel anlamda analiz etmeyi başarmıştır. Bahsedilen disipliner iktidar suçluyu ortadan kaldırmaktan ziyade onu kendi normatif yapısına en uygun forma çevirmeyi, rehabilite etmeyi amaçlamaktadır. Modern hapishane sisteminin doğuşu bu anlamda Foucault’un değimiyle ‘’suçlunun ne yaptığından çok kim olduğuyla ilgilenir’’. Suçu ortadan kaldırmakla değil suçlunun kımliğini ‘’normalleştirmeyle’’ ilgilenen adalet sistemi bu gizil amacı için onu tanımak ve gözetim altında tutmanın gerekli olduğu üzerine uygulamalar geliştirir.
Foucault tüm bu modern hapishanenin gözetim-denetim mekanizmalarını değerlendirmeden önce hapishanenin ardıl uygulamaları üzerine tarihsel bir sürece vurgu yapar. Öyle ki eserin ilk kısmında değindiği Damiens’in tüm azap-işkence süreçlerinden sonra yakılarak küllerinin dahi teşhir edilmesi; kamunun önünde parçalara ayrılarak bir takım ritüeller eşliğinde öldürülmesi onun canına kast etmenin yanında bedenine ceza veren ilkel bir felsefeye dayanır. İlkel olmasının yanında ritüelistik bir bağlamda gerçekleştirilen Damiens’in ölümünde onun babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutarak işkenceye başlanması işkencenin sembolik bir baskılama aracı olarak kamusal bir kolektif hafızada da yer edinmesini sağlayarak denetimi sağlaması istencinin kadim bir yöntem olduğunu görebilmekteyiz. Seyircilerin de ders almasının beklendiği işkence ayininde seyircilik imgesi ayinin başat faktörlerinden birini oluşturmaktaydı.
Suçlunun direğe bağlanması , suçunu itirafının darağacında tekrar edilmesinin istenmesi ,sokaklarda suçlu kimliğiyle dolaştırılması, kilise önünde suçunu itiraf etmesi gibi teşhir edici uygulamaların varlığı bu seyirci imgesinin işlevi üzerine bir ipucu vermektedir. Burada suçlunun bedeni üzerinde envai çeşit azap çektirme ritüellerinin sahne oyunları gibi sergilendiği bir dönemden bahsetmekteyiz.
Bu şekilde azap çektirilen suçlunun suçunu itiraf etmesi azabın suçu itirafı kolaylaştıran bir unsur olduğunu göstermekteydi.Mahkumun suçunu işlediği yerde infaz edilmesi, işlenen suça göre bedenin organları deforme veya yok edilmesi.cezalandırmanın ritüelistik yanını temsil etmekle birlikte kamusal akla hitap ederek simgeler aracılığıyla bir caydırıcılığında akıllara kazınanlarla birlikte sağlanması beklenmektedir.
18.yy’lara gelindiğinde artık seyirci imgesi ortadan kalkmaya yüz tutuyor olsa da teşhir ve azap çektirme farklı formlarda özel alanlarda icra edilmeye başlanmıştı.
Günümüz hapishanelerinin ilksel biçimi olarak düşünebileceğiz ”Paris Genç Mahkumlar Evi’’ gibi mekanların dinamiğini anlamaya çalışan Foucault burayı ‘’azap çektirme ve zaman kullanımı’’ üzerinden okur. Burada trampet eşliğinden sabah kalkıştan akşam yine trampet sesiyle yatışa varana kadar ki bir günün bedenin ötesinde insan ruhunu da denetim ve rehabilite etme, forma sokma amacı taşıdığından ötürü önemlidir. Çalışma, eğitim, temizlik gibi eylemleri Mahkum Evindeki herkesin eş zamanlı ve aynı gerçekleştirmesi buna örnektir. 19.yy’ın başlarında tamamen ortadan kalkma eğilimi gösteren bedene uygulanan ağır azap ve teşhirle birlikte cezanın da seyirlik bir unsur olmaktan çıkmasını beraberinde getirdi.
Avrupa’da kadim bir kamusal cezalandırma yöntemi olarak karşımıza çıkan suçun toplum önünde itiraf edilmesi, aşağılayıcı kürek mahkumluğu, halka açık infaz gibi uygulamalar neredeyse tamamen kaldırıldı. ‘’Peki ne değişti, ya da ne değiştirilmek istendi?’’ Sorusu burada karşımıza çıkmaktadır.
Foucault’un da değimiyle ‘’cezalandırmanın ceza sürecinin en gizli parçası olma eğilimi göstermesi’’ hafızamızda cezalandırma hakkında hangi olgunun değişimini öngörüyordu? Celladın cani; yargıçlarınsa katil olarak imgeleştiği azap çektirme ayinlerinden acıdan arındırılmış ceza sistemine dönüşümün temel motivasyonu ne idi? Cellat ve yargıca yüklenen pejorarif anlamın Foucault’un değimiyle ‘’cezalandırmayı şerefli cezalandırılmayı çirkin hale getiren’’ bir ceza infaz yöntemine dönüşmesi aslında birden bire gerçekleşmedi. Cezalandırmanın idare ile adalet erkleri arasında paylaşılması cezanın uygulayıcısı konusunda bir flulaşma yaratmış olsa da bedenden ziyade hayata müdahale ve teşhir uygulayan yeni cezalandırma sistemi cezalandırma karşısında kamusal aklın ilgisini farklı yöne çekme eğilimi gösterdi.
Yasaların artık bedene değil de bir hukuki özne olarak insana uygulanması ve acının sahnelenmesinin kalkması cezalandırmanın yapısal değişimine dikkatleri çekse de Foucault’a göre Fransız Devrimi ile özel alanda gerçekleştirilen saklı ölümlerin tekrar tiyatro ayinine dönüşme eğilimi göstermiştir. Ancak bu durum cezanın gelen dönüşümünü sekteye uğratmamıştır. Hapishanelerin cezayı eski azap çektirme usullerinden çok farklı bir şekilde uyguluyor olsa da fiziki acıyı hep gizil olarak barındırdığını ifade eden Foucault; cezanın bedene değil ruha yönelik olmaya başladığını vurgular.
Hapishane sistemi ile dönüşen cezalandırma sistemi artık bedenden ziyade insanın geleceğini kontrol ve denetim altında tutma işlevi göstermektedir. Sonraki hayatında yasalara ve normlara karşı uyma davranışı göstermesinin yanında onların öngördüğü gibi yaşaması, onları içselleştirmesi beklenen suçlu üzerinde iktidar ilişkilerinin beden ve ruh üzerindeki tahakkümü olarak yorumlanabilmektedir. Bilimsel bilginin de cezalandırma sürecine dahil edilmesi bu iktidar ilişkilerinin söylem sahasını genişletmiştir, bir dayanak teşkil etmiştir diyebiliriz. İktidar-bilgi ilişkisi cezalandırma kavramının da kapsamını genişleterek cezanın siyasal işlevi ile bilgi nesnesi olarak insanın her anlamda kuşatılmasını sağlamıştı.
Foucault’a göre ‘’azap çektirmenin aşırılıklarının içinde koskoca bir iktidar ekonomisi yer almaktadır’’. 18.yy’ın ikinci yarısından itibaren azap çektirmeye karşı itirazlar baş göstermeye karşılaşılmasının ceza sistemindeki dönüşümü hızlandırmış olabileceği malumdur. Cezalandırma sistemi öç almak yerine salt cezayı icra ederek hem suçluyla cezayı icra edeni kısa süreli bir muhataba tabi tutuacak hem de azap çektirmeyi belli oranda engelleyecektir. Suçlunun canice bir suç işlemiş olsa dahi insanlık onuru gereği işkence ve teşhirle karşılanmaması gerektiği bu dönemlerde algılanmıştır.19.yy da bu suçlunun insanlığının ıslah edebilmek için hapishaneler ortaya çıkmıştır. Aslında buradaki insanlık kavramı aracılığıyla iktidarın etkisinin düzenlemesi söz konusuydu..
18.yy ile birlikte suç türlerinde bir dönüşümün yaşandığı gözlerden kaçmamıştır. Öncesinde daha çok fiziksel şiddet niteliğinde olan suçlar yerini mülkiyet suçlarına bırakmıştı.18. ve 19.yy ‘da ceza hukukçularının temel itirazı cezaların şiddetinin ağırlığından ziyade iktidar ekonomisi eleştirisine dayanıyordu.
Ceza sisteminin karmaşık kompleks bir hal alması ve eski seyirlik cezalandırmaların aksine infaz sürecinin yargıç ile suçlu arasında özel bir alanda gerçekleşmesi dönüşümün keskinliğini de bize göstermektedir.Bu denli kompleks bir sistem içerisinde yargılanarak adalet beklemek elbette zor bir durumdur. Öyle ki sanığın suçunu itiraf etmesi iddia makamının işini kolaylaştırması itibariyle arzu edilen bir durumdur. Bu nedenle istenilen ve işlevsel görülen çözüm sanığa suçunun itiraf ettirilmesiydi. Fakat suçun itiraf ettirilme çabası bazı riskleri de beraberinde getirmekteydi. Bu nedenle yargıçların sorgulama yöntemini seçmesi de çetrefilli bir süreç olarak düşünülmüştür.
Burada risklerden biri de suçunu iyi saklayan bir şüpheli ve o baskıya dayanamayıp işlemediği suçu kabul eden kişilerin olması gibi durumlardır. Nitekim sanığın itirafının alınabilmesi amacıyla ‘’işkence’’ yöntemi uygulanmaktaydı. Hem bu süre. Yargılamayı da olağanca hızlandırması itibariyle işlevseldi. Cezalandırma süreçleri ve işkence tiyatral bir hal almıştır. Azap çektirilen kişi işkencelere karşı direnç göstererek ya başarılı olmaktaydı ya da suçunu itiraf ederek başarısız olmaktaydı. Eğer ki sanık işkencelere dayanır ve suçunu itiraf etmezse yargıç bu oyunda başarısız olmuş demektir. Bu nedenle yargılama sürecine çok zaman kanıtları da katılarak yargıç ile sanık arasındaki düelloda yargıcın eline koz verilmekteydi. Özellikle ağır suç işleyen sanıkların suçları yeterli kanıtlarla kesinleşmişse riske girmemek için kanıtlar saklanmaktaydı; böylelikle yargıç işkence sonucu oyunu kazanamaması durumunda en sona sakladığı kanıt kozunu kullanarak hem oyunu kazanacak hem de akıllardaki adaletin yerine getirilmesi olgusunu yerine getirmiş olacaktır. Yasa hükümdarın ve devletin iradesini temsil ettiğinden ötürü sanık zarar verdiği ya da öldürdüğü kurbanına değil aynı zamanda hükümdara da saldırmış olarak kabul edilmekteydi. Bu yüzden iktidarın gücünün azap yoluyla sanığa dramatize edilmek yoluyla halka gösterilmesinin nedeni hükümdarın otoritesini korumak istemesiyle otoritesini hiçe sayan suçludan intikam alma isteğinin birlikteliğinden kaynaklıdır.
Azap çektirme aslında adaleti yerine getirme işlevinden çok beden aracılığıyla iktidarın kendi içinde yeniden üretimini sağlamayı amaçlamaktadır. İktidar geliştirdiği yasalar gibi denetim mekanizmaları sayesinde otoritesini kaybetme risklerini egale eder.
Burada iktidarın sahibi olarak hükümdar ve yargıçlar ceza-infazın sürecinde sınırsız yetki alanlarında istedikleri geniş hareket sahasına sahiptiler. Hal böyle iken iddia makamının tavrı mahkumlar arası değişkenlik gösterebilmekteydi, hükümdar sınırsız yetki alanında mahkemeyi istediği gibi askıya alabiliyor, yargıçları da yine kendi isteği doğrultusunda atayabiliyordu. Suçluluk bu durumda sınıfsal bir nitelik kazanmaktaydı. Öyle ki alt-orta sınıf suçluların uygulamaları ile zenginlerin ki değişiklik gösteriyordu. Toplumsal sınıf ve tabakalara bağlı olarak bazı suçlar suç olmaktan dahi çıkabiliyordu.
Cezaların toplumdaki bireylere eşit şekilde gerçekleştirilen bir adalet sistemini yansırmaması toplumda kimi zaman çalkantılara da sebep olmaktaydı. Mahkumun infazı sırasında halkın tepkileri mahkumun kurtulmasına olanak da sağlayabiliyordu. Halkın bu tepkisinin nedeni kimi zaman ödül-ceza mekanizmasındaki dengenin kurulamamasından kaynaklı olabileceği gibi infazı gerçekleştirilen ceza halka çok ağır geldiğinde ayaklanma yaşanabiliyor, bazı durumlarda izleyiciler cellada saldırabiliyordu. Mahkumun idamı sırasında son kez söz hakkı veriliyordu bunun sebebi suçunu itiraf edip o cezayı hak ettiğini kendi ağzından halka yansıtarak onaylamasıydı. Bu da bir teşhir olarak karşımıza çıkan kadim uygulamalardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ritüelin bir edebiyat yaratma amacıyla düzmece olduğu da düşünülmekteydi.
Modern dönemin hapishanelerinde aktörler içeriye kapatılarak ıslah ediliyor olsalar da buradaki kapatma onları değiştirip dönüştürme eğiliminin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Mevcut kapatılma uygulanan disiplinler faaliyetlerle suçlular üzerinde tam bir iktidar sağlanmaya çalışılıyordu. Hapishane, zamanın nicelleştirilerek mahkumlara uygulanmasını sağlamakla birlikte özgürlükten yoksun bırakmanın üzerine inşa edilen bir yapıyı ortaya koymaktaydı. Foucault’a göre aktörler hayatlarının tüm evrelerinde okul , kışla ve hatta hastane gibi total kurumların dönüştürücü etkisiyle muhatap olmaktadırlar. Bu total kurumları teşkil eden aygıt mekanizmaları aracılığıyla iktidar halihazırda insan bedenini ve zamanını kontrol altına alarak yeniden üretimi sağlıyordu. Mevcut kurumlar arasında hapishane farklı bir yerde konumlanmaktadır.
Hapishanenin diğer terbiye edici-dönüştürücü kurumlardan farkı ise her alanda disiplinli oluşudur. Mahkumun suçunun nedeni araştırılarak o yönde ıslah edici teknik uygulanmaktadır. Daha öncesinde de bahsettiğimiz bilimselliğin gücü burada da iktidar için bir dayanak teşkil etmektedir. Suçun nedenine yönelik yaptırımların geliştirilmesi de aynı kaynaktan gelmektedir. Rehabilite sürecindeki eğitimler de bu doğrultuda gerçekleştirilmektedir. İktidar, hapishane aracılığıyla mahkumun gündelik hayatını çepeçevre sararak bir uygulama izler.
Ne zaman hangi aktiviteyi yapacağı keskin bir şekilde belirlenen mahkum belirlenen saatte uyanıp belirlenen yemek türünü yedikten sonra kendisinden istenen aktiviteleri kendisine sağlanan hareket alanında gerçekleştirmesinin beklenmesi ile bir denetim mekanizması inşa edilir. Böylelikle gündelik aktiviteleri rutine bağlanarak belirlenen mahkumun düşünsel aktivitesinin de belirli sınırlar içerisinde gerçekleşmesi beklenmektedir. Bu total disiplin sahası cezanın yalnızca bireysel değil aynı zamanda dış etkilerden uzaklaştırıcı infaz edilmesi konusunda ısrarcıdır. Mahkum hücreye kapatılarak tüm sosyal sahalardan uzaklaştırılır ve izole edilir.
İzole etme sayesinde suçlu davranışıyla yüzleşmesi beklenen mahkumun işlemiş olduğu suça karşı nefret beslemesi beklenir. Nitekim o, izole edilmiş hücresinde suçuyla ve kendisiyle yüzleşmeyi öğrenecek bir ortam elde etmiş olacaktır düşüncesi ile bu uygulamaya gidilir. Mahkumun burada aklettiği ölçüde rehabilite olacağı ve suçunu idrak edeceği ön koşulu benimsenmiştir.
Mevcut ‘’düşünceyi denetim altına alma’’ uygulamaları farklı mahkumiyet modelleriyle karşımıza çıkmaktadır. Foucault’un üzerinde durduğu Auburn sisteminde mahkumların hücreye kapatılması değil de diğer mahkumlarla sosyalleşmesi uygulaması karşımıza çıkar.
Suçlunun diğer mahkumlarla etkileşim içerisinde olması bu modelde dışarıdaki toplumsal sahanın bir tiyatrosu olarak nitelendirilebilir. Bir diğer uygulama olarak Philadelphia modelinde ise suçlunun hücreye kapatılarak kendisiyle yüzleşmesi sağlanmaktaydı. Mevcut modelde tutum değişikliğinden ve toplumsallığa geri dönüşten ziyade ahlaki değişim vurgulanmaktadır. Bu kapatma uygulamasında suçlunun çalışması onun için zorunluluktan ziyade bir teselli olmaya denk düşmektedir. Foucault’a göre hapishane sistemi içerisinde bir diğer iktidarın denetimi gerçekleştirdiği bir diğer uygulama ise çalışma ile gerçekleşir.
Çalışma hapsedilen kişinin salt bedeninin değil zihninin de denetimini kolaylaştıracak bir meşguliyet alanı yaratmaktadır. Mahkum böylelikle sosyal normların bir gereğini yerine getirerek aylaklıktan kurtulma yolunda bir dönüştürücü mekanizmayla muhatap olmuş olur. Rehabilitasyon burada zihinsel olarak mahkumdan çalışma arzusunu beklemektedir. Mahkumun prüten ve astetik bir ruh hali ile çalışması dini bir vecibeymişçesine kendisine öğretilenir. Ücret burada öğretinin mükafatı olarak işlev kazanır. Ücretlendirme sonucu mahkumlardan çalışmayı rutin bir aktivite olarak içselleştirmesi beklenir. Mahkumiyet burada suçluları özgürlüklerinden alıkoymanın yanı sıra ödül-ceza mekanizması ile de hem bedenen hem zihnen bir kontrolün altında tutma eğilimi gösterir. Böylelikle mahkumlar denetim-gözetim altında tutulmakta, hem bireyselleştirilmekte hem de toplumsallaştırılarak denetimli bir şekilde değişim-dönüşüme zorlanmaktadır.
Mevcut uygulamaların bir diğer ayağını ise ceza süresinin uzunluğu teşkil etmektedir. Mahkum kendisinden istenilen değerleri içselleştirmeyi başarmış ise onu daha uzun süre hapiste tutmak iktidarın somut bir mekanizması olarak devlete maddi anlamda külfet yaratacağı için arzulanmaz. Mahkumun istenilen ölçüde ıslah olup olmadığının bilgisini karar vericilere bildiren gardiyanlardır.
Gardiyan imgesi burada denetim mekanizmasının devamlı gözetimini sağlayan aktörü olarak işlevsel bir konumda yer almaktadır.
Mahkum hapishane mekanizması içinde iki yol ile gözetime tabi tutulur. Bunlardan birincisi mahkumun bir panoptikon sistemi gibi her an gözetimini sağlayan gardiyanların onların hallerini ve ıslah sürecindeki durumunu sistematik olarak kayıt altına tutması ile gerçekleşir. Mevcut özel bilgilerin kayıt altında tutulmasıyla kriminal bilgilendirici defterler oluşturulmaktadır. Bu defterler sayesinde hangi mahkumun ıslah sürecinin neresinde oldukları tespit edilerek ıslah faaliyetlerinin seyri değiştirilebilecektir. Mahkumiyetin ıslah edici işlevinin devamlılığı için suçun menşei üzerine düşünmenin gerekliliği burada ortaya çıkmıştır. İşçi hareketlerine katılım ile sınıfsal kimlik üzerine bir değerlendirmeye gidilmesi de bu motivasyonun bir sonucudur.
Hapishanenin suçluyu ıslah ederek topluma normlara sadık bir aktör olarak geri kazandırma işlevi bulunmaktadır. Islah uygulamaları sonucunda suçlu davranışının önlenmesini sağlamadığı gibi suç oranlarını da hiç düşürüyor gibi görünmüyordu.Hapishaneden suçluyu ıslah ederek yeniden suç işlemesini önlemesi beklenirken bu ilke başarıyla yerine getirilememekte ve suç oranlarını düşürmemekteydi.
Üstüne üstük suç işleyerek hapishaneye girenlerin çoğunluğunun eski mahkumlardan oluşuyor olması aklıllara ‘’hapishane bir suç okulu mudur?’’ sorusunu getirmektedir. giren kişilerin çoğunluğunu eski mahkumlar oluşturmaktaydı. Mevcut denetim-kontrol mekanizmalarının suçun yeniden üretilmesi için bir ortam hazırladığını da söyleyebiliriz.
Burada mahkumun hapishaneden çıktıktan sonra sosyal hayata eşit bir biçimde entegre olmasını engelleyen faktörlerin varlığına değinebiliriz. Öyle ki suçlu olarak etiketlenen ve bir anlamda her an tekrar suç işleyecekmişçesine bir dramatizeye maruz kalan eski hükümlü için bu etiket ile yaşamak pek de kolay olmayacaktır.
Mahkumların hapishaneden çıktıktan sonra pasaportlarının damgalanması ve gittiği her yere bu pasaportlarını getirmek zorunda olmaları hapsedilme sürecindeki iktidar denetiminin hapishane dışarısında da bir etiketlenme ile devam ettiği bir düzlemde değerlendirilmelidir.
Foucault bu durumu ’’Dışarıda bırakılmak içeri kapatılmakla aynı şeydir.’’sözüyle betimlemektedir. Öyle ki denetim ve kontrol mekanizmaları eski mahkum için dışarıdaki diğer insanlardan çok daha keskin ve görünürdür. İşverenlerin eski mahkum birini işe almak istememeleri gibi durumlar eski mahkumun suçu yeniden üretmesine de sebebiyet vermektedir. Eski mahkumun pasaportundaki damga aslında eski mahkum olan kişinin yeniden mahkum olması için bir davetiye niteliğindedir.
Suçlu mevcut damgalama ile tüm topluma zarar vermişçesine bir tutum ile karşı karşıya kalmaktaydı çünkü o uyması gereken toplumsal sözleşmeyi çiğnemesinin yanında düşmanca bir tutumla toplumun içinden biri olarak topluma zarar veren bir davranış sergilemişti. (Burada Foucault’un Durkheim ve Beccani’nin toplumsal sözleşme kuramına eleştiride bulunduğunu söyleyebiliriz.) Devletin varlığının devam ettirilebilmesi için topluma karşı suç işlemiş eski mahkumun yok edilmesi gerektiği inancı hakimdi. Burada suçlu yok edilirken vatandaş kimliğiyle değil içinde yaşadığı topluma düşmanlık etmiş birisi olarak yok edilmek istenmektedir. Böylece cezalandırma mekanizması da suçludan intikam alınması anlayışından toplumun varlığının savunalarak tehdit unsurlarının ortadan kaldırılması gerektiği algısına bir dönüşümü görebilmekteyiz. (Sy.149)
Cezalandırma mekanizmasının toplumsal iyiye fayda sağlaması gerekmekteydi. Suçun cezalandırılmasının temel motivasyonunu da bu gereklilik istenci teşkil etmekteydi. Aksi takdirde cezalandırılmayan suç; o suçlu davranışın desteklenmesi ve teşviki anlamına gelirdi.
Suç işleyen kişinin temel motivasyonu incelenerek verilen cezalar da bu suç motivasyonu egale edici nitelikte olma özelliği taşımaktaydı. Böylelikle ceza azap çektirerek cezalandırma formundan çıkarak özelliğinden çıkarak ıslah edici bir forma erişmiştir.Suç ve cezalandırmanın dramatizesi artık hükümdar ve suçlunun düellosu olma özelliğini de böylelikle yitirmişti. Ceza mekanizmasındaki değişim-dönüşüm aynı zamanda beden üzerinden de biçimsel özellikler göstermekteydi Öyle ki daha öncesinde beden üzerine basılan damgalarla insanlar hükümdarın nesnesi halindeydi ama ceza sisteminin değişmesiyle kamu nesnesi haline gelen bir beden anlayışı hakim olmaya başladı. Mahkumlar suçlarıyla orantılı olarak kamusal alanda çalıştırılmaktaydı. Mahkumların kamuya açık alanlarda çalıştırılmasının işlevsel bir yanı da bulunmaktadır. Suçlu emeğiyle kamuya sağladı yarar ve kamuya açık alanda herkesin izlemesi sonucu caydırıcı bir imgelemin hafızalarda yer edinmesi bu işlevlerdir.
Hapishanenin suçluları tembelleştirmesi ve de topluma bir yararı olmadığı düşüncesi içinde olan yasa yapıcıla hapishane fikrine ciddi eleştiriler getirmişlerdir.İnsanın özgürlüğünün elinden alınarak dört duvara mahkum edilmesi ‘’tiranca’’ görülmüştür. Hapishane onlara göre iktidarın mahkumun bedeninin kuşatma yollarından biridir. Bazı hapishanelerin kabul edilmesindeki ortak özellikler ise; suçun engellenmesi ya da ortadan kalkması değil de yeniden o suçun önlenmesi fonksiyonuna sahip olması yani ıslah etme özelliğidir. Burada birey daha önceki salt bedene ceza verilmesi durumundan bir hukuki özne olarak algılanıp bu doğrultuda cezalandırmaya gidilen bir aktör olarak karşımıza çıkar. Disiplin iktidarın otoritesini ortaya koyması adına bir aracıdır. Eğitim kurumları, hastane gibi kurumlar da disiplinden yararlanmaktadır. Bunlar Foucault’un değimiyle total kurumlardır.
Foucault modern hapishane mekanizmasının gelişimini Bentham’ın mimarı olduğu Panopticon aracılığıyla anlatmaya çalışmıştır. Panopticon salgın hastalıklar sebebiyle karantina altına alınmış şehirlerlerin o anki işleyişi ve biçimiyle benzeşmektedir. Panopticon hem gözetim hem de denetim mekanizması olarak iki işlevi bir arada bulunduran bir mekanizma olmasının yanı sıra halka şeklindeki hücrelere bölünmüş dairenin içinde suçluların, işçilerin, akıl hastalarının yer aldığı bir yapı olarak tasarlanmıştır.
Merkezinde bir gözetleme kulesi bulunan Panopticon yapısında bu kule iktidarın denetleme ve gözetim mekanizmalarını temsil etmektedir. Kurulan ışıklandırma sistemi sayesinde hücredeki kişilerin gölgesi takip edilebilmekte bu sayede de kuledeki gözetmen her an hücredeki kişiyi denetim altında tutabilmektedir. Böylece ne zaman gözlendiğini bilmeyen ve her daim kuledeki nöbetçinin kendisini izlediğini düşünen mahkumun eylemleri istenilen ölçüde kontrol altına alınmış olacaktır.
Üzerindeki gözetim ağının farkında olan insanların tutumları zamanla rutin bir davranış örüntüsü ile karşılık bulacaktır. İçerideki deli sakin davranmak, işçi çalışmak, öğrenciler ise özenli olmak zorunda kalacaktır. Hücredeki insanlar cezalandırılmamak için birbirleriyle aynı ve kendilerinden istenilen ölçüde eylemlilikte bulunmak durumunda kalacaktır. Burada Foucault’un ‘’bir yerde herkes birbirine benziyorsa orada hiç kimse yok demektir.’’ Sözü isabetli olacaktır. Foucault’un bahsetmiş olduğu dinamik normalleştirmenin kaynağı mevcut mekanizmadan ileri gelmektedir.
Gözlemcilerin çokluğu hücredeki insanın da gözetim altında tutulduğu endişesini de beraberinde getirecektir. Modern iktidarın gücünü yeniden üretmesindeki sır bu öz-denetimden geçmektedir. Öz-denetim sayesinde devlet otoritesini fiziksel olarak dayatmak yerine zihinsel süreçlerle suçluyu denetimi altında tutacaktır.
Toplumlardaki insanlar da Panopticon’da olduğu gibi hem başkalarınca kontrol edilmekte hem de kendilerini kontrol altında tutarak robot davranışlarıyla iktidarın kendisini yeniden üreterek etkinlik sahasının genişlemesine katkıda bulunacaklardır. Artık iktidarın bireyselliğinden de bahsedilmemektedir. Herhangi biri bu makinenin başına geçerek iktidarı devam ettirebilecektir çünkü artık görünmeden gören iktidarın mevcudiyetinden söz edilmektedir. Görünürlüğünün eski dönemlere kıyasla olağanca düşük olduğu mevcut modern dönemde iktidar tahakkümünü daha etkin bir şekilde daha geniş kitlelere hissettirebilmektedir. Çünkü artık yargıç gibi tek bir kişi ya da yargı gibi tek bir mekanizma üzerine somutlaşmaktan ziyade gündelik-sosyal hayatın her alanına teneffüs eden ve tahakküm uygulayan bir eylemlilik sahasında iktidar denetim-kontrol mekanizmasını yürütmektedir. Hapishane, okul ve hastane her ne kadar işlevsel anlamda farklı kurumları teşkil ediyor olsa da aslında bu tür kurumlar günümüz iktidarının söylemini icra ettirerek hayatın her alanında isteğimiz ve belki de bilgimiz dışında yaşamımızı kısıtlayan bir yapıya evrilmesi itibariyle tek bir felsefi-siyasal amaca hizmet etmesi bağlamında bir kurum gibi görülebilmektedir.
Foucault bize mevcut denetim sisteminin ilksel cezalandırma biçimi olan azap çektirmek ve bedenen cezaları seyirlik bir şekilde icra etmekten günümüz şeffaf-görünmez ancak daha geniş bir tahakküm alanıyla hayatımızı çepeçevre saran yapısına evrilmesi arasındaki süreci anlatmak istemiştir. Artık hayatın her sahasında söyleminin tahakküm alanına girdiğimiz kontrol mekanizmasından kaçısın olmaması karamsar bir tabloyu da gözler önüne sermektedir diyebiliriz.
Furkan AKSU – ANKARA YILDIRIM BEYAZIT UNİVERSİTESİ (YL)