İnsanoğlunun toplu yaşama geçişinden bugüne durmaksızın sosyal üzerine, içerisinde yaşadığı toplum üzerine düşündüğü, fikirler ürettiği ve bütün bunlar için 19.yy’da sosyolojinin doğuşunu beklemediğini görebiliyoruz. 18.yy Aydınlanmasına veya 19.yy’da sosyolojinin doğuşuna gelmeden, insanoğlu Antik Yunan’dan, Ortaçağ’a oradan Rönesans’a uzanan dönemde yüzyıllar boyunca topluma ilişkin yorumlamalarının oldukça zengin bir düşünceler tarihine zemin hazırladığı görülmüştür. 18.yy Batı Aydınlanması veya filozoflar çağı olarak bilinen dönemin temel betisi yorumlayan, salt yanıtlar üreten filozof betisidir. Kullanılan dil normatif ve siyaset ağırlıklıdır. Toplumsalın felsefe dışında, kendisini normatif mecradan kurtarmış, özgül metodolojik, teorik ve epistemolojik bir çerçevede ‘bilimsel’ olarak kavranabileceği fikri henüz ortaya çıkmamıştır. Kısacası henüz çekirdek halinde olan modernite fikri, akıl, birey, ilerleme ve gelişme kavramlarının Aydınlanma dönemi ile birlikte 18.yy’da geleneksel toplumdan modern topluma geçişte önemli bir yere sahiptir. Robert Bierstedt bu durumu şu şekilde ifade etmektedir. “(…) Şu dört önerme, dönemin havasını diğerlerinden daha iyi kavratabilir. Bir kere doğaüstünün doğalla, dinin bilimle, tanrısal buyruğun doğa yasasıyla ve din adamlarının filozoflarla yer değiştirmesi söz konusudur. İkinci olarak sosyal, siyasal hatta dinsel bütün sorunların çözümünde bir araç olarak deneyin rehberliğindeki aklın yüceltilmesi geliyordu. Üçüncüsü, insanın ve toplumun mükemmelleştirilebileceğine ve dolayısıyla insan soyunun gelişmesine inanılıyordu. Ve son olarak, Fransız Devrimi’nde kanla talep edilen, özellikle yönetimin baskı ve kötülüklerinden uzak tutulma hakkı olarak, insanın haklarına ilişkin insancıl ve insanlaştırıcı saygı söz konusuydu.”
Tüm bu geçiş süreçlerinin arkasında kapitalizmin, burjuvazinin, Bilimsel, Sanayi ve Fransız Devrimleri’nin olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.
Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte en önemli fark, ideolojik boyutta yaşanan değişimlerdir. Bu değişim köklerini 12.yy’a kadar götürmek mümkündür. Çünkü 12.yy’da altın çağını yaşayan İslam ve Yunan uygarlıklarında birçok düşünür doğal ve toplumsal olayların açıklanmasında aklı kullanıyordu. Bu düşünceler bütünü batılı düşünüleri çok etkilemiş ve bu düşünce tarzı Avrupa’nın bir bölümünde Rönesans ve reform düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Siyasi boyuttaki değişimler geleneksel toplum devletlerinde iktidarın kaynağını ya tanrıya ya da karizmatik bir lidere dayandırıyordu. Bu durumda halk iktidarın oluşumunda herhangi bir söz sahibi olmadığı gibi tüm uygulamalara da boyun eğmek zorunda kalıyordu. Oysa modern toplum da devlet, ‘ulus’ kavramı çerçevesinde oluşmakta ve iktidarın kaynağını halka dayandırmaktaydı. Burada cemaatten (hiyerarşik bir topluluktan), cemiyete (esnek ilişki biçimine, eşitlikçi ve sözleşmeye bağlı ilişkilere) ve bireyciliğe (kolektif) geçişi görebiliriz. Ekonomik boyuttaki değişimler, burjuva sınıfının zenginleşmesiyle, geleneksel toplumdaki tarıma dayalı ekonomik yapıdan; modern toplumdaki sanayi ürünlerinin ticaretine dayalı bir kent ekonomisine dönüşmüştür. Kısaca feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçilmiştir de diyebiliriz. Geleneksel toplumlardan farklı olarak modern toplumun çalışan nüfusu çoğunlukla tarımda değil kentte, bedensel değil zihinsel işlerde çalışmaktadır. Modern toplumlarda mesleklerdeki uzmanlaşma belirli toplumsal hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde topluma sunulmasını sağlamıştır. Özellikle tıbbın ilerlemesi sağlık hizmetlerini olumlu yönde etkilemiş, buna bağlı olarak da ölüm oranlarında hızlı bir düşüş yaşanmıştır. Toplumsal boyuttaki değişimlerden eğitim, geleneksel toplum yapılarında yalnızca belirli kesimlere tanınan bir ayrıcalıktı. Modern topluma geçişle birlikte eğitim, belirli kesimlere değil, halkın tümüne sunulmaktadır. Bu bağlamda eğitimin yaygınlaşması okur-yazar oranını arttırmış ve bu sayede bilgi, belirli kesimlerin tekelinde olmaktan çıkıp hızla yayılmaya başlamıştır. Ekonomik faaliyetlerin tarımdan sanayiye doğru kayması kentlere doğru nüfus göçünü arttırmış ve buna bağlı olarak geleneksel geniş aile tipi bozulmaya başlamıştır. Artık kentsel yaşamda anne-baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile tipi egemen olmaya başlamıştır. Geleneksel toplumlarda kan bağı özelinde aile önemlidir ve sosyal ilişkiler aile ile sağlanır. Modern toplumlarda ise sivil toplum kuruluşları vasıtası ile bu bağ sağlanır. Ayrıca modern toplumlar, dünyevileşmeyi bütünüyle sonuna kadar hayat gayesi yapmışken, geleneksel toplumlarda ise uhrevi ümitleri esas alınmıştır. Genel olarak geleneksel toplum, geleneğe bağlı, kapalı toplum yapısını benimsemiş, modernliği içselleştirmemiş, düşük nüfus yapısına sahip, insan ilişkilerinin fazla olmasından mütevellit daha dayanışmacı, geleneksel düşünme biçiminin etkin rol oynadığı toplulukladır. Modern toplum ise akla dayalı, açık toplum yapısını benimsemiş, gelişen teknoloji çağına ayak uydurmuş, yüksek nüfuslu, insan ilişkilerinin sözleşmeye dayalı olmasından kaynaklı daha çıkarcı, rasyonel düşünme biçiminin etkin olduğu topluluklardır.
SONUÇ
Sosyoloji bu anlamda bireyci akılcılık ve atomizmi aşamamış ve genel bir toplum teorisinden yoksun 18. yy Aydınlanma düşüncesinden önemli bir kopuşu ifade eder. Ancak bilimsel kavrama faaliyetinin temelinde gördüğü akla duyduğu sarsılmaz inançla Aydınlanma düşüncesi akılcılığın süregelen halidir. Bu bağlamda 18. yy Aydınlanma düşüncesinin ve önderlik eden kavramlarının (akıl-birey-ilerleme) anlaşılması geleceği kavramak açısından büyük önem taşımaktadır.
Kaynakça:
1 ÜNSALDI Levent, Sosyoloji Tarihi, Pegem Yay., 2012, Ankara.
2 SUĞUR Serap ve Nadir, Çağdaş Yaşam Çağdaş İnsan, Anadolu Üniversitesi Yay., 1998, Eskişehir.