Hoşgörü Üstüne Bir Mektup–John Locke
(A Letter Concerning Toleration)
Hoşgörü Üstüne Bir Mektup John Locke tarafından yazılan önemli yapıtlardan birisidir. Öyle ki John Locke’u anlamak için okuma yapmak isteyen kişilere çoğunlukla ilk olarak bu eseri okumaları önerilir. Alan için önemli olan bu kitabı bu yazıda analiz etmeye çalışacağım. Elbette kitap analizlerinde tek bir analiz olamayacağı gerçeğinden yola çıkarak yapacağım analiz için sosyoloji ve siyaset bilimi merkezli bir çalışma yaparak ilerleyeceğim.
Hoşgörü Üstüne Bir Mektup farklı yayınevleri ve farklı yazarlar tarafından çevrilerek basımı gerçekleştirilmiştir. Ancak bu çalışmada Melih Yürüşen tarafından çevrilen ve Liberte Yayınevi tarafından Ağustos 2017 yılında 8. Basımı yapılan kitap esas alınacaktır. Bu kitabın kapak tasarımı Muhsin Doğan, iç tasarımı ise yine Liberte Yayınları tarafından yapılmıştır. Liberte Yayınlarının çevirileri ve tasarımları genellikle çok titiz bir çalışma ile gerçekleştirilmekte bu titiz çalışma kitaplar okunurken hissedilmektedir. Kitap 91 sayfalık ince okurken sıkmayan keyifli bir kitaptır. 17. Yüzyılda yazılan bir kitap olmasına rağmen okurken günümüzde yazılmış bir kitap hissine kapılabilirsiniz.
Biyografi-Hakkında-Önsöz Değerlendirmesi
Kitabın başlangıç kısmında John Locke’un biyografisi yer alır. Tanıtımdan hemen sonra yer alan hakkında kısmında da biyografi sadece kronolojik açıdan ele alınmayarak dönem- koşul üzerinden daha detaylandırılarak anlatılır. Bu iki kısımdan hemen sonra yine Melih Yürüşen tarafından hazırlanan önsöz kısmı yer almaktadır. Kitaba başlarken bu üç parçalı kısa giriş okuyucu açısından güzel bir hazırlık safhası olmuştur. Çünkü John Locke sadece bir yazar değildir. Peki, farkı nedir?
1632 yılında Bristol yakınlarda doğmuştur. Annesini küçükken babasını ise genç yaşında kaybetmiştir. Locke, İngiltere’nin iç karışıklıklarla mücadele ettiği dönemlerde bu kayıpları yaşamıştır. Westminster School ve Oxford’daki Christ Church kurumlarında felsefe ve tıp branşlarında eğitimler alan Locke, Özellikle 1688’de İngiltere’de gerçekleşen devrimin geri planında etkin bir isim olmuştur. 1688 Devriminden sonra sürgün hayatı yaşadığı Hollanda’dan ülkesine dönmüştür. Bir aydınlanma çağı düşünürü olarak Locke bilgi felsefesinde “empirizm” temsilcisi olduğu gibi aynı zamanda siyaset felsefesi açısından önemli çalışmalar yapmıştır. Nitekim kendisinden sonra birçok düşünür ondan etkilenmiştir. Onun bu eserinde sürgün dönemlerinde yaşadıklarının etkisi çok büyük oranda görülür. Özellikle de teolog John Owen tarafından özgürlüğün dinsel yanı yani ibadet özgürlüğü açısından fikirleri Locke’un düşüncelerinde belirgin bir yer tutar. Yazılı ilk eseri olarak bilinen bu eserini sürgün döneminde Latince olarak yazmıştır. O Westminster’da aldığı eğitim sırasında klasik dilleri öğrenmiş bu özelliği ona sağlam bir bilim alt yapısı kazandırmıştır. Kitapta da belirttiği gibi bu eser 1685 yıllarında Amsterdamlı muhalif teologlarından Philiph van Limboorch’a hitaben yazılmıştır.
Din, sosyolojik açıdan toplumlar için her dönemde hassas bir alan olmuştur ve olmaya devam edecektir. Bu alanda yazılacak her kitap yapılacak her tartışma sosyolojik açıdan destekleyici kitlesini bulacağı gibi şüphesiz karşıtlarını da oluşturacaktır. Nitekim bu eserinde karşıt görüşleri oluşmuştur. Bu karşıt olma durumu için daha sonra Locke bu kitabın devamı niteliğinde Hoşgörü üstüne ikinci, üçüncü ve tamamlayamadığı dördüncü mektubu yazmıştır. Onun kitapları birbirlerini destekler nitelikte kitaplardır. Örneğin Hoşgörü Üstüne Bir Mektup ve Hükümet/Yönetim Üzerine İki İnceleme kitapları birbirlerini destekler niteliktedir ve birbiri ardına okunduğu zaman Locke’ un görüşleri daha net anlaşılmaktadır. Karşıt görüşlerin itirazları üzerine dördüncü kitaba kadar yazılmasına neden olan bu karşı olma durumu önemli bir husustur. Bu önemli hususlar, “tabii hukuk” ve “sözleşme” merkezli bir karşıtlık durumu vardır ki bu iki konu da siyaset bilimi açısında Çiçero’dan Hobbes’a Locke’tan Rousseau’ya çok önemli düşünürler tarafından çok kapsamlı şekillerde incelenmişlerdir. Nitekim Locke’un Hükümet/Yönetim Üzerine İki İncelemesinde de bu konulardan detaylı şekilde bahsedilmiştir. Bölümün devamında tabii hukuk için Locke’un “Doğa Düzeni” olarak bahsettiği toplum yapısında insanların akıl yolu ile ulaşabileceği bir yasa olarak tanımlar. Akıl kullanılmasının sonucunda ulaşılan tabi hukuk aslında “Tanrı’nın İradesi”ni ifade etmektedir. Kaçınılmaz olarak bu yasaya ulaşan insan elbette bu yasaya uymakla mükelleftir. Daha önce John Locke’un “Mülkiyet Kavramı” içi yazdığım yazıda doğa durumu ve sonrasında oluşan toplum yapısı hakkında daha detaylı bilgiler yer almaktadır. İlgilenenler orada daha kapsamlı bilgi için bakabilirler. Burada o kadar kapsamlı olmamakla beraber birkaç önemli hususu vurgulamak isterim. Doğa durumunda her insan hem yasa koyucu hem de aynı anda yargılama makamında olduğu için bu durumun bazı geri dönüşü zor olan sorunlar yaratabildiği, aslında özgür bir ortam olmasına rağmen bu düzenin yani doğa durumu düzeninin zaman içerisinde bozulacağı ve savaş durumu diye adlandırdığı bir kaos sürecine geçileceği bu aşamadan sonra ise kaos durumundan sözleşme yapılma yoluyla yeni bir düzen kurulacağı belirtilir. Bu yeni düzenin oluşmasında en önemli gerekçe doğa durumunda insanlardan bağımsız bir yargılama gücünün olmamasıdır. Sözleşme ile kurulan bu yeni düzende devlete tam olarak bu görev verilecektir (Bakırcı, 2019: 13-27). Yani Locke’un mülkiyet olarak adlandırdığı yaşam-özgürlük-mülk kavramlarını koruma görevidir. Devamında iki inceleme üzerinden hareketle liberal ilkelerin yönetim üzerinde etkilerine değinilir.
Teorik bir doğa düzeni, sonrasında sözleşme ile oluşturulan yeni bir düzen anlatılırken liberal ilkeler niçin dâhil edildi diye düşünülebilir. Burada çevirmen yazarımız liberal ilkelerin bir toplum yapısında insanların her türlü baskı ve kısıtlamalardan uzak olarak nasıl özgür yaşayacağı iddiasını anlatarak destek vermektedir. Örneğin kullandığı “iğrenç bir münafıklık” kavramı aslında güzel bir açıklamadır. İnanç kavramını Locke, dışardan bir baskı olmadan insanların akıl süzgeci ile kabul etme durumu olarak tanımlar. Dolayısıyla kabul etme aslında bir ikna olma yanı rıza gösterme durumudur. İğrenç bir münafıklık bu rasyonel yöntemle ikna olma durumunun tersi bir durum olarak tarif edilir. Bu durum Locke için olumsuz bir anlam ifade ederken bu gibi baskı ve zulümle yapılacak hamlelerin sanılanın aksine Tanrı’ya hizmet etmeyeceğini belirtir. İşte liberal ilkelerin uygulandığı toplumlarda bu gibi zorlama ve baskıların ortadan kalkması durumu için “Her şey değilse de çok şey değişecek” diyerek ifade eder. Bu bölümü son olarak vurgulamak gerektiğini düşündüğüm bir kavramla sonlandırıp kitabın analizine geçebiliriz. Liberal ilkeler için önemli olan “devletin tarafsızlık ilkesi”dir. Bu ilkenin alt yapısında yer alan rıza kavramı siyaset bilimi için Nicollo Machiavelli’den günümüze kadar özellikle yöneten ve yönetilenler arasında var olan bir çeşit ilişki çeşidini ifade eder. Yaygın kabul genelde yöneticilerin yönetilenlere zorla kabul ettirme girişimlerinin er ya da geç sonlanacağı yönündedir. Nitekim Locke’ta rıza kavramı için yönetilenler tarafından yönetilenlere verilen bir yetki ama yönetenlerinde aldıkları yekinin yükümlülüğünü taşıdığı karşılıklı bir ilişki olarak değerlendirir. Devletin tarafsızlığı ilkesi rıza ile devredilen yönetme yetkisi ile devletin yönetilenlere müdahale etmemesi durumu olarak tanımlanabilir. Devlet, yönettiği kişilerin içerisinde var olan yaşam farklılarına müdahale etmemelidir. Günümüz toplumlarında laiklik ilkesi ile benzer olarak tanımlanan bu durum liberal toplum yapısında hakim bakış açısı olan minimal devlet olarak tanımlanan sınırlı devlet ile de dinsel hoşgörü üzerinden uzlaşmaktadır. İleride minimal devlet olgusu biraz daha detaylandırılacaktır. Bu detaylandırma ile aradaki ilişki daha net şekillendirilecektir.
Giriş
Kitap, “saygıdeğer beyefendi”, diye başlayan mektup ile başlamaktadır. Bu mektup genel olarak Hristiyanlık odak noktası alınarak yazılmıştır. Ancak ilerleyen kısımlarda Musevilik ve İslam dinleri üzerinden de referanslarla bazı anlatılar gerçekleşecektir. Kitabın ana konusu olan hoşgörü için Türk Dil Kurumu sitesinde, her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha, tolerans (TDK, 2021) olarak tanımlanmaktadır. Mektubun ilk kısmında da bu tanımla çok benzer bir şekilde bir açıklama yer almaktadır. Hoşgörüyü hakiki kilisenin olmazsa olmaz bir özelliği olarak tarif eder ve Hristiyan olmayanlara dâhi merhametten, tevazudan ve iyi niyetten uzaksa onun iyi bir Hristiyan olamayacağını beyan eder. Yine bunun için önemli bir uyarıda bulunuyor ve diyor ki “hakiki din bambaşka bir şeydir.” Evet, bu söz gerçekten hoşgörü ve din üzerine çok önemli bir ifadedir. Çünkü yıllar boyunca din olgusu birçok toplumda iktidar savaşlarında güç için bir silah olarak kullanılmıştır ve kullanılmaya da devam edecektir. Ancak bu durum spesifik olarak herhangi bir dini kastetmeden din olarak kabul edilen tüm inanç sistemlerini kapsamak açısından çok büyük zarar vermektedir. Locke’un bahsettiği bambaşka bir şey tam bu noktada verilen zararların olmaması için önemli bir referanstır. Çünkü ona göre din hiçbir baskı ve güç elde etmek için kullanılacak bir yöntem olmadığını ileri sürer. Hem ruhani dünyada hem de bu dünya üzerinde din olgusu egemenlik elde etmek için değil “erdem ve dindarlık” temelli bir düzen oluşturmak için olduğu belirtilir. Dinlerin ortaya çıkmaları genel olarak belirsizliklerin çeşitli inanılacak metaforlarla daha belirginleştirecek hale getirilmesi ve soyut bir yapısı olsa da doğruluğu inananlar tarafından kabul edilmiş kurallar silsilesi çerçevesinde hem bu dünya hem de ölümden sonra var olduğu iddia edilen yaşam için bir yol haritası bir rehber görevi görme işlevini sağlamak olmuştur. Bu yüzden dini inanç sistemleri normatif bir yapıya sahiptirler. Yani bazı şeyleri yapmaya izin verilirken bazı şeyleri yapmaktan kaçınılması gerektiği ifade edilir.
Din unsurlarının yaşayan her insandan bağımsız olarak kalması büyük bir kazanım olacağı bu sayede de farklı görüşlere sahip olan herkesin birbirlerini ötekileştirmeden hoşgörü içerisinde bir yaşama destek sunacağı düşünülebilir. Yine Locke zorlama için İncil’e inanılacaksa bunun zorla değil ancak sevgi ile gerçekleşeceğini aksi bir durumda o kişinin iyi bir Hristiyan olamayacağını belirtir. Zor, dinsel inanç biçimlerinde hoş karşılanmamaktadır. Örneğin İslam inancında da genel kanı inananların etraflarına tavsiye etmesi inanmayanlara gerekçelerle anlatarak onların inanmaya teşvik edilmesi önerilir ama bunu yaparken zorlamadan kaçınılması ister. Sonuçta Tanrı(farklı dinlerde farklı şekilde isimlendirilmesine rağmen felsefe disiplini için Tanrı kelimesi kullanılır. Bu yüzden Tanrı olarak ifade edilecektir.) hangi dini inanç sisteminde olursa olsun inananlarına bir yol gösterir ama herkesi zorunlu kılmaz. Bu yüzden farklı inançlar hatta inanmamayı seçen insanlar bir arada yaşarlar. Locke yine bu mektubunda inanış olarak kendisinden farklı düşünenlere zalimlik ya da gaddarlık yapılırsa yapılan bu tavrın Hristiyanlık için hoş karşılanmayacağını ve bu usulü benimseyen kişilerin aslında başka bir yönetim fikrine sahip olduğunu iddia etmektedir. Benim yukarıda ifade ettiğim dinin güç elde etmek için kullanılmasının ona vereceği zarar ifadesine benzer şekilde karşı çıktığı görülmektedir. Siyaset bilimi açısından önemli bir kavram daha vardır. “İki Kılıç Kuramı” olarak bilinen kurama benzer bir görüş yine mektupta geçmektedir. Tarihsel dönemlerde egemenliğin meşruiyet kaynakları için farklı görüşler ortaya konulmuştur. Örneğin Tarsuslu Pavlus’un, “omnis potestas a deo” olarak adlandırdığı görüşe göre her türlü iktidar meşruiyet kaynağını Tanrı’ya dayandırır. Bunun aksinin mümkün olmadığını söyleyerek sadece ruhani değil aynı zamanda siyasal anlamda da yönetme gücünü de katarak meşruiyet için topyekûn bir Tanrı egemen görüş ortaya koymaktadır (Ağaoğulları, 215: 2011). Tanrı kaynaklı bu görüşten farklı olarak Aurelius Augustinus, Tanrı Devleti Kilise ile aynı şey olmadığı gibi; Yeryüzü Devleti de Roma ile aynı şey değildir(Ağaoğulları, 222: 2011). Yani Tanrı’nın yeryüzünde temsilcisi durumunda olan Kilise aslında sadece ruhban sınıfından oluşan homojen bir yapı değildir. O sosyolojik açıdan cemaat tipi örgütlenme modeline sahip bir yapıdır. İki örnekle kısa bir şekilde ifade etmeye çalıştığım gibi daha birçok farklı düşünür egemenlik kaynağını incelerken farklı görüşler sunmuşlardır. Mektup şeklinde yazılan kitabımızda da bu açıdan bir görüş yer almaktadır.
Locke, günümüzde laiklik ilkesi olarak kullandığımız, yönetimde din ve devlet işlerini birbirinden ayırma ilkesi ile paralel bir görüş ortaya koyar. Ona göre “siyasal yönetim işlerini, din işlerinden kesinlikle ayırt etmeyi ve ikisi arasında adil sınırlar koymayı bütün her şeyin üzerinde zorunlu buluyorum” (Yürüşen, 34: 2017). Esasen bu görüş hoşgörü üzerine yazılan bu mektubun özünü şekillendirmektedir. Locke, ilerleyen aşamalarda da bu görüşünü haklı çıkaracağı çeşitli argümanlar sunacak bu argümanların bazıları burada tartışılarak çeşitli değerlendirmeler yapılacaktır. Burada bahsedilen siyasal alan ile din işleri arasında ki ayrım onun liberal devlet yapısına bakışıyla da birbirini destekler niteliktedir. Daha önce değindiğim ama açmadığım minimal devlet anlayışını burada kısaca değinebilirim. Liberaller için özellikle de klasik liberaller açısından devlet minimal devlettir. Minimal devlet görüşü ile siyasal yönetim ve din işlerinin birbirinden ayrılması birbirini desteklerler. Minimal devlet anlayışı, devletin özel sektörün girmek istemeyeceği alanlarla ilgili çalışmalar yürütmesi gerektiği ancak o alanlar dışında piyasaya müdahale etmemesi anlamındadır. Örneğin devletin güvenliği gibi alanlar devletin üstleneceği bir alandır. Diğer alanlarda devlet piyasaya müdahale etmemelidir. Yani özgürlük açısından geniş bir yelpaze içermektedir. Siyasal yönetim ve din işlerinin birbirinden ayrılması görüşü de insanların dinsel görüşlerini siyasal baskı olmadan dinsel anlamda bir özgürlük sağlamaktadır. Siyasal yönetim olarak toplumu yönetmek açısından eğer din alanının kendinde barındırdığı gücü de yönetecek kişi müdahale edip ele alırsa burada büyük sorunlar yaşanabileceği düşünülmekte ve tarihte bazı durumlarla karşımıza çıkmaktadır. O, “Sivil mülkiyet ve dünyevi mallar” diye adlandırdığı ve siyasal alan içerisinde kabul edilen bu alanla ölümden sonraki yaşam için oluşturulmuş din alanının amaçları birbirinden farklıdır ve bu yüzden her alan kendi amacına uygun olarak hareket etmeye odaklanmalıdır. Özellikle din alanı ile ilgilenen kişiler kendi amaçlarına uygun olarak çalışmalarını yapmalıdır. Çünkü bu çalışmalar sonucunda insanların dindarlık anlamına uygun ve erdemli bir yaşama ulaşmaları sağlanacaktır. Hoşgörünün dünyevi mallar ve dini alanla ilgili önemini vurgulamak için Locke, ruhani anlamda amaçlarına uygun olarak çalışacak kişiler için “hangi şerefe sahip” olursa olsun kendisinden farklı inançta olan insanlar için dünyevi malları ve özgürlüğü üzerinde sınırlandırılma gücü olmadığını belirtir. Çünkü bir hak en baştaki için ne kadar geçerliyse o gruptaki diğer kişiler hatta farklı gruplar içinde o kadar geçerli olmalıdır.
Çok önemli bir vurgu olarak “Hatta bizzat Tanrı bile, insanları kendi iradelerine karşı korumaz.” Burada vurgulanan insan iradesi ve bilinçli hareket etme din olgusu özelliğine sahip olan tüm inançlar için önemli özellikler arasında olmalıdır. Evet dini inananlar açısından dogmatik özelliklere sahiptir. Ancak tek bir din olmaması birden çok toplumda yine birden fazla din ve mezhepsel inanış çeşitleri olması din olgusunu hoşgörü üzerinde incelemek açısından önemli bir konu haline getirmektedir. Özellikle de yönetme gücüne sahip olanlar yönetimleri altındaki kişilerin dünyevi malları ve inanç özgürlüğü açısından hiçbir kısıtlama ve engelleme çıkarmaması daha rahat bir şekilde bu haklarından yararlanmasını sağlamalıdır. Locke’un önemli gördüğü bir diğer fikirsel hareket “bireysel rasyonel düşünme”dir. Yani siyasi yönetici dinsel anlamda eksiksiz bir donanıma sahip olsa bile insanlara anlattığı ve onlara sunduğu argümanlar ne kadar tatmin edici olursa olsun anlatılan kişi kendi aklıyla bu argümanları değerlendirip ikna olması lazımdır. Eğer bu ikna süreci tam anlamda gerçekleşmezse yöneticinin peşine takılıp giden insanlar onu takip edebilir ama bu süreç kendileri için tatmin edici olmayacaktır. Evet, insanlar onu takip edebilir ama özellikle “ruhani” anlamda aynı tatmini yaşamamak onları rahatsız edecektir. Ruhani tatmini yaşaması ancak bireysel rasyonel düşünme ile olacaktır. Eğer sunulan argümanlar kişini akıl süzgecinden geçip onay alabilirse iki anlamda da takipten sonuç alınmış olur. Aksi durumda “vicdan” olarak adlandırılan iç ses devreye girerek bireysel anlamda bir huzursuzluk yaratmaktadır. Genel olarak siyasal yönetme erki bu alanda çok başarı elde edemeyerek bu iki ayrımın ciddi anlamda uygulanmasına zemin hazırladığı görülmektedir. İnsan iradesi, siyasal erk ve din alanı ayrımı Locke için önemlidir. Nitekim ilerleyen sayfalarda bu ayrımı yine belirtir ve siyasi toplum düzeninin ruhani dünya ile ilgilenmemesi gerektiğini altını çizerek vurgular. Çünkü o siyasal erkin görevini net bir şekilde bu dünyada insanların emniyet içinde yaşamalarını sağlamak olduğunu belirtir. Ruhani alandan uzaklaştırılan siyasal erk belli bir görevle sınırlandırılır. Bu sınırlandırmada ruhani alan bireylere bırakılır. Bireyin bu hakkına hiçbir şekilde müdahale edilmemesi yine vazgeçilmez bir unsur olarak vurgulanmaktadır. Hoşgörü üzerine düşünüldüğünde yine asla taviz verilmeyecek bir alan olarak zorla yapılacak her müdahale görülür. Locke rıza ve zor yönetimleri birbirleri arasında ilişkisel düşünmektedir. Özellikle siyasal yöneticiler bu iki yönetim şeklinden birini seçtiklerinde diğerinden vazgeçmiş olduğunu düşünür.
Sonuç Yerine
Bir mektup şeklinde yazılan bu kitap döneminden etkilenilerek ortaya konmuş bir üründür. Locke, din açısından hoşgörüyü incelerken elbette dönemi ve yaşadığı bölgede hâkim olan Hristiyanlık üzerinden odaklanır. Ancak bazen İslam, Musevilik gibi farklı inanç biçimlerinden örneklerle anlatmak istediklerini güçlü bir şekilde desteklemektedir. Özellikle kitapta önemle vurgulanan noktalardan birisi de siyasal alan ve ruhani alan ayrımıdır. Siyasi alanı bu dünya üzerinde insanların emniyetinden sorumlu tutarken, ruhani alan ise insanların dindarlığı ve erdemli bir şekilde yaşamalarını sağlama görevi olarak tanımlamaktadır. Bu kitap çok anlaşılır, keyifle okunacak ve her okunduğunda farklı farklı bakış açıları kazandıracaktır. 17. Yüzyılda yazılmış olmasına rağmen günümüzde geçerliliğini hala koruyan yani yaşayan bir eserdir. Bu kitabı okuduktan hemen sonra John Locke’ un “Hükümet Üzerine İki İncelemesi”ni okursanız aklınızda şekillenecek yapı için bu “hoşgörü”nün temele alındığı bir yönetimin birbirleri arasında destekleyici özellikler sağlaması ile konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Son Söz: Tanrı kullarına günah işleme özgürlüğü tanımışken insanların birbirlerine hoşgörüsüz davranması tam bir dilemmadır.
Kaynakça
Türk Dil Kurumu, “Sözlükleri”
https://sozluk.gov.tr/, (Erişim tarihi: 24.05.2021).
Bakırcı, Fahri (çev.), John Locke Yönetim Üzerine İkinci İnceleme Sivil Yönetimin Gerçek Kökeni, Boyutu ve Amacı Üzerine Bir Deneme, Ankara: Serbest Kitaplar, 2019.
Locke, John, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup A Letter Concerning Toleration, (çev. Melih Yürüşen), Ankara: Liberte Yayınları, 2017.
Yalçınkaya, Ayhan, “İlahi Siyaset”, Ağaoğulları, Mehmet Ali (ed.), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s. 215-223.