Çin Tarihi Bağlamında Modernleşme, Milliyetçilik ve Sosyalizm Tartışmaları

Batı-dışı modernlik tartışmaları bağlamında modern Çin'i inşa eden modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm kavramları ele alınmıştır. Bu kavramların Batı'daki inşa ediliş şekilleri ile Doğu'da inşa ediliş şekillerinin farklılığına dikkat çekilmiştir.

Çin Tarihi Bağlamında Modernleşme, Milliyetçilik ve Sosyalizm Tartışmaları
0

GİRİŞ

Çin’in toplumsal ve siyasal yapısını anlayabilmemiz için üç temel yapıyı bilmemiz gerekmektedir. Bunlar modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm’dir. Çin’in modernleşme girişimleri beraberinde milliyetçiliği ve sosyalizmi getirmiştir. Modernleşme, Batı dışı toplumların Batı’yı örnek almasıdır (Kongar, 2011: 277). Aynı zamanda bir süreci de ifade eder. Bu süreç iki ideolojiyi de kendi içerisinde barındırır.

Modernizm, Batı dinamikleri ile ortaya çıkan ve tüm toplumlar için reçete olarak sunulan bir ideoloji olarak karşımıza çıkar. Bu yapı Batı-dışı toplumların, Batı gibi olabilmek adına (gelişmiş, endüstrileşmiş, kentleşmiş, bilimsel açıdan ilerlemiş vb.) geçmesi gereken yolları ifade etmek için kullanılır. Çin’de ise dış dünya ile çekişmesi bu süreci hızlandırmış ve bölgesel gücü tekrardan ele geçirme adına yürütmüştür. Milliyetçiliğin inşasını da bu bakımdan ele almak anlamlı olacaktır. Özellikle Japonya ile arasındaki kavga bizim için önemlidir. Avrupa ülkeleri ile olan bağı, Afyon Savaşları, iç ayaklanmalar bu dönüşümü kaçınılmaz hale getirmiştir.

Afyon Savaşları ve Taiping isyanı modernleşme girişimlerini başlatan olaylardır. Ekonomik, toplumsal ve siyasal zafiyet içerisine giren Çin iç ve dış toplumsal baskılar karşısında savunmasız kalmıştır. 19. yüzyılda dünya egemenliğini eline geçiren Batı, Çin için izlenmesi gereken yol olarak karşımıza çıkar. Batı’daki egemen İngiltere’nin desteklediği Japonya’da uzak Asya’da rol model konumdadır. Çin’in yapmış olduğu çoğu reform girişimi de Japonya’nın taklidinden öteye gidememiştir. Afyon Savaşları, Taiping isyanı ve son olarak Çin-Japon Savaşı, yeni bir dönüşümün habercisi olmuştur. Toplumsal alandan gelen başkaldırı milliyetçiliği doğurmuş ve 1911 devrimi ile Çin’in kabuk değiştirdiği görülmektedir. İlk olarak ordu yapısında başlayan modernleşme girişimleri devamında toplumsal ve siyasi alanda da devam etmiş ve yeni Çin’i (Çin Cumhuriyeti) meydana getirmiştir. Sun-Yat-Sen ve Çan-Kay-Sek önderliğinde 1949 yılına kadar milliyetçi bir yönetim sürerken 1949’da Mao’nun devrimi ile modernleşmenin diğer bir ürünü olan “sosyalizme” geçilmiştir. 1949’a kadar geçen dönemde modernleşme girişimlerinin olmasına karşı hem iç (Mao’nun uzun yürüyüşü) hem de dış (Çin-Japon Savaşı) sorunlar bu planları sekteye uğratmıştır. Aynı şekilde 1949-1978 arası dönemde de kapalı kapılar politikası uygulanması, Sovyetler ile olan karmaşık ilişki vb. durumlar Avrupa’nın gerişinde konumlanmalarına neden olmuştur. Deng Xioping ile açık kapılar politikası, dışa açılım, ekonomik anlamda dış Pazar ile kurulan bağ vb. reform hareketleri ile Çin, hızlı bir kalkınma sürecine girmiştir. İlerleyen yıllarda da bu gelişmesi devam edecektir. Günümüzde de ekonomik gücü elinde bulunduran en önemli ülkeler arasındadır.

Bu çalışma Çin’in tarihi konjonktürü bağlamında modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm tartışmalarına konu olmuştur. Bu bağlamda Çin’in modern tarihinde önemli kırılmalara ve yansımalara konu olan konjonktürel düzlem Çin’in Batılı ve Batılı olmayan toplumlarla olan ilişkiler ağı üzerinden betimlenmiştir. Bu eksende Çin’in modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm tartışmaları bahsi geçen ilişkiler ağı üzerinden problemleştirilmiştir. Buradaki amaç ise, Çin’in içinde yer aldığı ilişkiler ağı konjonktürü üzerinden modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm meselelerinin betimlenmesidir.

Bu araştırma ağırlıklı olarak Çin tarihini anlatan kitaplar ve makaleler üzerinden ilerlemiştir. Bundan ötürü tarihsel olaylar ve şahsiyetler çerçevesinde biçimlenen Çin’in ilişkiler ağı betimsel olarak analiz edilmiştir. Diğer bir ifadeyle, Çin’in tarihi konjonktürü bağlamında öne çıkan olaylar ve şahsiyetler üzerinden Çin’in Batılı ve Batılı olmayan toplumlarla olan ilişkiler ağının seyri üzerinden modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm yorumlanmaya, anlaşılmaya ve tartışılmaya çalışılmıştır.

Bu araştırma modern Çin tarihini bazı dönemlere tasnifleyerek ilerlemiştir. Bu dönemler 1839-1911, 1911-1949, 1949-1978 ve sonrası olarak tanımlanabilir. Göz ardı edilmemesi gereken husus ise, her bir dönemin modernleşme, milliyetçilik ve sosyalizm için ayrı bir parametre olmasıdır. Ayrıca milliyetçiliğin modernleşme ile olan bağına vurgu yapmak adına kısaca milliyetçilik yaklaşımlarına değinilmiştir.

İlk olarak modernleşme girişimleri ile başlayıp devamında milliyetçilik ve sosyalizm üzerinde durulacaktır. Sonuç kısmında ise genel bir değerlendirme yapılacaktır.

Çin Modernleşmesi

1839-1978 Arası Dönem

Çin, 19. yüzyılın ortaları itibari ile modernleşme sürecine girmiştir. Esas şeklini ise 1911, 1949 ve 1978 devrimleri ile gerçekleştirmiştir.

Modernleşme çabalarının ilk belirginleştiği durum/olay ise Afyon Savaşlarıdır. İngiltere/Hindistan ve Çin arasında yaşanan bu gerilim sonucunda iki ülke (Çin-İngiltere) savaş noktasına gelmiştir. İngiltere, Çin’den çay, ipek vb. malları takas yolu ile istemekte fakat Çin, İngiltere’den bu ürünler karşılığında altın talep etmektedir. Buna yanaşmayan İngiltere ile Çin arasında kriz yaşanmıştır. Çünkü Çin, kendi kendisine yeten ve kapalı kapılar politikası uygulayan bir ülke konumundadır. İngiltere ise Avrupa’da çok talep gören altını burada kaybetmek istememekte ısrarcı davrandığı görülmektedir. Bu durumda İngiltere, Çin’e satabileceği bir ürün bulmalı yoksa da yaratması gerektiğini bilmekte, böylelikle ikili ilişkilerde denge İngiltere’ye dönecektir (Kavala, 2019: 30). Bu anlamda İngilizler çözümü illegal yollarla Çin’e soktukları afyonda bulmuşlardır (Yalın ve Çetinbakış, 2019: 128).

Kalabalık Çin nüfusunu bağımlı kılan ve toplumsal bir dram da yaratan afyon ile Çin savaşılmadan fethediliyordu. Afyon ticareti yasaklanmakta fakat kaçak yollarla sürekli Çin’e afyon girişi devam etmektedir. Bu durum sonucunda Çin, hem ekonomik hem de sosyal olarak zaaf içerisinde görülmektedir. İçinde bulunulan durumu önlemek adına afyon ticaretine karşı başarılı bir görev yapan Lin Zexu görevlendirilir. Mallara el koyma ve imha görevinin başarısı sonrasında İngiltere, Çin’e savaş açmıştır. Böylelikle 1. Afyon savaşı başlamıştır.

Çin, hem kararsız tavrı hem de eldeki teçhizatın yetersizliği ile bu savaştan mağlup ayrılmıştır. Savaş kısa sürede İngiltere’nin galibiyetiyle sonuçlandı. “Çin’in kalabalık ve gösterişli orduları, iyi donanımlı ve disiplinli modern askerler karşısında hezimete uğradı” (Dölek, 2007: 24). Çin’in uzun sahil şeridini kullanan İngilizler, 1842’de Şangay’a daha sonra Nanjing’e geldiklerinde Çin adına iş işten geçmiştir. Nanjing antlaşması, 1. Afyon savaşını bitiren antlaşmadır. Aynı zamanda Çin’in yarı sömürge haline gelmesine de neden olmuştur. Çünkü İngilizler bu antlaşma ile birlikte savaş giderlerini, afyon kayıplarının karşılanmasını istemekte, Çin’den 5 liman kentinin serbest ticarete açılmasını ve gümrük vergilerinin indirilmesi ve belki de en önemlisi misyonerlik faaliyetlerinin yapılmasını talep etmektedir. Böylece Çin ile İngiltere arasında imzalanan bu antlaşma Çin’in hem yarı sömürge haline gelmesine hem de yeni bir çağa giriş yapmasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da Çin’de hem yeni sınıflar hem de yeni çatışmalar meydana gelmiştir.

Yaşanan toplumsal, siyasal ve ekonomik kriz günlük yaşam içerisinde çatırdamalara neden olmuş ve köylü ayaklanmasına dönmüştür. Hong Xiuquan tarafından başlatılan ayaklanma Çin tarihinin temel taşları arasında yerini almıştır. Hıristiyan bir Çinli olan genç tarafından yönetime karşı hem ekonomik hem de sosyal özgürlük talepleri bulunmaktadır. Kadın-erkek eşitliğinden bazı geleneklere kadar karşı bir tavır görmek mümkündür. İsyan, talepler ve krizler ile boğuşan yönetimden yararlanmak isteyen İngiltere, Nanjing antlaşmasını yenilemek için fırsat bulmuştur. Kabul görmemesi üzerini başlayan 2. Afyon savaşında karşılık veremeyen Çin, Pekin antlaşması ile talepleri kabul etmiştir. Zaten İngiltere’ye karşı da pek fazla şansı yoktur.

Afyon Savaşları ve Taiping isyanı, yeni bir dönüşümün habercileri olmuştur. Çünkü bu dönüşüm (modernleşme) bir gereklilik sonucudur. Fakat devlet geleneklerine olan sıkı bağların bunu engellemesi sonucunda değişim tam olarak gerçekleşememiş ve denemeden öteye gidememiştir. Modernleşme girişimleri Batı’yı kendine referans noktası olarak görmekte fakat ulus kimliğini muhafaza ederek gerçekleştirilmek istemektedir (Azman ve Yetim, 2006: 205). Konfüçyüs geleneği de bunda etkilidir. Bu yüzden tam manası ile modernleşme/Batılılaşma gerçekleşmemiştir.

Çin’de aynı Osmanlı gibi temel bazı dinamikleri Batı’dan almıştır. Sırt çevrilen Batı, artık yüzünün dönülmesi gereken yer haline gelmiştir. Bizdeki aydın sınıfı gibi Çin bürokratları da Batı’nın bilim ve teknolojisinin ihraç edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Savaş haricinde isyanı bastırabilecek bir askeri teçhizata da sahip değillerdir. Tarımsal alt yapısı olan bir ülke için bu dönüşüm kaçınılmazdır. Aynı zamanda bu modernleşme düşüncesi İngiliz ve Fransız askerlerinin teçhizatları karşısındaki tavırları da bu noktada önemlidir.

Yenilgi, dönüşümü kaçınılmaz kılmıştır. Yenilgi ile de aynı Osmanlı gibi ilk modernleşme de askeri yapıda gerçekleşmiştir. Bu dönüşümün sadece maddi yapıda olması sonucundaki yetersizlik ile asıl modernleşme 1911 devrimi ile gerçekleşecektir. Çünkü özellikle imparatoriçe bu dönüşüme/reformlara karşıdır. Çin toplumunun geleneksel yapısı monarşi ile iç içe geçmesinden dolayı bürokratik sınıf elindeki gücü yitirmemek için modernleşme yanlısı değildir (Dölek, 2007: 30). Yönetim yapısının kendi içindeki bölünmüşlüğü kapı önü çekişmesini ortaya çıkarır.  Diğer bir deyiş ile gelenekçiler ile modernleşme yanlılarının kavgası ön plandadır.

Batılılaşma, özellikle liman kentlerinde kendisini göstermektedir. Ülkenin kapitalistleşme, yabancı sermayenin girişi ve yeni sınıfların ortaya çıkışı bu şehirlerde görülür. Daha çok demir-çelik, savunma ve silah sanayisinin geliştiğini söylemek mümkündür. Özellikle “Şangay, Guangzhou ve Tianjin, uluslararası ticaret limanları olarak, kapitalistleşme sürecinde başı çekiyordu” (Kavala, 2019: 52). Böylelikle bu şehirlerde yeni bir kültürün de doğduğu söylenebilir.

Bu gelişmeler bir yandan devam ederken (ordu’nun modernizasyonu ve yeni başlayan sanayileşme) diğer yandan Çin-Japon çekişmesi kendisini göstermiştir. Japonya’da yaşanan devrim yeni gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Meji’nin modern Japonya’sı güçlenmekte ve yeni yerler keşfetme isteğindedir. Rusların Çin üzerinden denizlere açılmasını engellemek için İngiltere’nin desteklediği Japonya[1], ilk fırsatta Çin üzerine gitmeye hazırdır. Bunun için en yakın yer Çin’in doğal sınırı olan Kore’dir. Kore’de yaşanan bir isyanı bastırmak üzere Çin’in müdahalesini bahane eden Japonya, Çin’e savaş açmış ve kazanmıştır.

Çin’in büyük emeklerle inşa etmeye çalıştığı modern ordu Japonya karşısında yenilmiştir. Osmanlı-Çin bu yönden oldukça benzerdir. Sadece ordu’nun reforma tabi tutulmasının yetersizliğinin ortaya çıkması ile genel bir reform ihtiyacı görülmüştür. Sebebi ise Japonya’nın sadece ordusal üstünlüğü değil siyasi yapısının da Çin’e göre güçlü ve merkezi olmasıdır. Çünkü Japonya, modernizasyon[2] için ilk olarak feodal yapını tasfiye edip merkezi yapıya geçmiştir. Çin’de devam eden yönetim yapısı artık çürümekte ve bürokrasi içerisinde çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Onun için genel bir savunma yapılamamış ve genel bir reform fikri ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Japonya’da kendilerine bir örnek teşkil etmiş ve onlar gibi nasıl oluruz sorusunun yanıtı bulmaya çalışmışlardır. Böylelikle askeri modernizasyonu siyasi reform takip etmiştir. “1898 yılında “Yüz Gün Reformları” olarak bilinen reformların 24 hedefinde, eğitim sisteminin, tarımın, madenciliğin, ticaretin, ordunun, posta hizmetlerinin modernleşmesi vardı (Dillion, 2010: 132; akt. Demirel, 2019: 23-24).

Bu yenileşme hareketi için hedeflenen eylem planı bir bakıma Japonya’nın yapmış olduğu reformların taklididir. Çünkü Japonya, Asya’nın modern yapısını ve yeniliği kendi içinde temsil ettiği söylenebilir. Japonya Çin için hem bir karşı tehdit unsuru hem de modernizasyonun rol modeli konumumda yer aldığı görülür (Mitter, 2008: 35). Ayrıca ilk modernleşme girişimlerinin uzak Asya’da başlatan yerdir. Bu gelişmeler Çin içerisindeki muhafazakâr bürokratlar tarafından istenmemekte ve geleneklere bağlı kalınmasını istedikleri görülür. Zaten adından da anlaşılacağı üzere 100 gün sürmüştür. Çünkü yaklaşık 4000 yıllık Çin tarihini ve geleneklerini bir anda tasfiye etmek istememektedirler. Bundan dolayı da tam istenilen gerçekleşememiş ve başarısızlığa uğramıştır.

Modernleşme çabaları içerisinde yabancı devletlerin varlığı, ağır yenilgi sonuçları ve ödenmek zorunda kalan tazminatlar karşısında Çin oldukça zayıf bir konumda kendisini bulmuştur. İsyan bayrağını çekecek yapı bürokrasi içinden değil “boksör”lerden geldiği görülmektedir. İsyan sonucunda Pekin’e çokuluslu bir ordu’nun müdahalesi ile Pekin tekrardan işgal altında kalınca Yuan Şi-kai tarafından isyan bastırılmıştır. Modern ordu, silah ve teçhizat, kendi halkının üstüne dönmüştür. Bu olay yeni bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Hem milliyetçilik hem de yeni bir Çin devletinin kuruluşunun temelini hazırlamıştır. 1911 devrimi de bunu ortaya çıkarmış ve eski kabuğundan sıyrılan modernleşen Çin’i görmek mümkündür.  1911 devrimi siyasi anlamda tam istenileni vermese de kültürel alanda bazı dönüşümleri gerçekleştirme olanağı sunmuştur. Örnek olarak kadınların ayaklarının bağlanıp ayak yapılarının bozulması geleneği kalkmış, erkekler saç stillerini değiştirmiştir. Türkiye modernleşmesinde görülen Atatürk devrimleri ile bağ kurulabilir. Şapka kanunu bu anlamda önemlidir. Yapılan modernleşme/yenilenme hareketi bir anlamda eski yapının ve geleneğin reddidir, tasfiyesidir. Toplumun saf değiştirmesi ve kim olduğunun belirlenmesidir. Baykan Sezer’in “kuşkusuz ilk önce kıyafet devrimi gelecektir” (Sezer, 2017: 144) ifadesi bu anlamda önemlidir. Çünkü dış görünüş kişinin/toplumun yerini belirler. Bunlara ek siyasi duruş ve ideoloji bakımından da modernleşme çabaları görülür. 1911 devrimi ile kendini gösteren “Milliyetçilik” ile 1949 devrimi ile kendini gösteren “ Sosyalizm” de Batı çıkışlıdır. Bu noktayı da iyi kavramak gereklidir.

Bu yaşanan kültür devriminin de bir anlamda öncüsü Pekin Üniversitesi’dir. Mao’da buradan oldukça etkilenmiştir.

Asıl modernleşme ise 1978’de Deng Xioping’in Çin’in başına gelmesi ile gerçekleşir. Çünkü 1911 ve 1949 devrimleri de dahil yaşanan dönemdeki iç ve dış sorunlar Çin’i modernleşmeden uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle milliyetçi partinin başa gelmesi ile birlikte hem Japonya ile hem de Mao ile çatışması 1949’a kadar yörüngeyi modernleşmeden çıkarmıştır. Aynı şekilde 1949 devrimi ile Mao’nun sosyalizmi inşa süreci, dış ülkeler ile ilişkiler, yaşanan kıtlık ve dışa kapalı politika uygulamaları da aynı şekilde modernleşmeyi bir bakıma göz ardı edildiğini ve bu sürecin 1978’e kadar yavaşladığını gösterir. 1978 ile birlikte kapalı kapılar politikasından vazgeçip açık kapı politikasına geçiş ile birlikte Çin hem modernleşme hem de kalkınma sürecine girmiştir.

1978’den Günümüze Kısa Bir Bakış

Bu dönem kendi içerisinde yeni bir dönüşümü meydana getirdiği görülür. 1949 devrimi Çin için bir dönüm noktası olmuş ve 1978’e kadar bazı noktalarda yenilikler (Sovyetler bağı ile fabrika inşa edilmeye çalışılması gibi) meydana gelmiştir. Fakat bu döneme kadar Çin, modern bir yapı inşa etmeye çalışmasına karşın ABD, Avrupa, Japonya gibi ülkelerin hala gerisinde kalmaktadır. Yeni bir atılımın şart olduğu görülmektedir. Ve bu yeni atılım karşımıza “Çin sosyalizmi”, “piyasa sosyalizmi” gibi kavramları karşımıza çıkarmaktadır. Çin, reformları siyasi alandan ziyade ekonomi temelinde yapmış ve kendine ait bir tarzı ortaya çıkarmıştır (Timurtaş, 2018: 53).

Modern Çin tarihinin üç dönüm noktası karşımıza çıkar. 1911 devrimi, 1949 Çin Halk Cumhuriyeti ve 1978 yeni ekonomik atılım. Yeni atılımın ardında 4’lü modernleşme ilkesi yatmaktadır. Bunlar sanayi, tarım, milli savunma ve bilim ve teknolojidir. Fakat bu dönemin en önemli ilkesi ise ekonomideki gelişmelerdir. Batı Avrupa veya Japonya seviyesine gelmek için gerekli birinci şart ekonomi ve sanayidir. Onun için bu dönemde “özel ekonomik bölgeler” açılacak ve yabancı sermaye girişi sağlanacaktır. Bilim ve teknolojiyi, gelişmiş sanayiyi yabancı sermaye kuracak Çin’de bu yapılardan kendisine örnek alacaktır. Çünkü sosyalizmi inşa etmek için gerekli gelişme çizgisini Çin yerine getirmeden sosyalist aşamaya geçmek istemesi sonucunda yeteri kadar başarılı olmamış ve bu dönemde yarı-kapitalist bir aşama olarak piyasa sosyalizmini inşa etmek istedikleri görülür. Bunun için bazı bölgelerde oluşturulan özel ekonomik bölgelere yabancı sermaye çekilmesi için bazı uygulamalar yapılmıştır. Örnek olarak malın piyasa tarafından belirlenmesi, gümrük vergilerinin indirilmesi gibi bir dizi uygulamayı görmek mümkündür. Bu yapıya itiraz edenlere karşı Çinli bir yetkili “kapitalizm değil kapitalistler geliyor” açıklaması ile yine kontrolün kendilerinde olduğunu vurguladıkları görülür. Aslında bu görüşün arkasında da “üretici güçler teorisi”nin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu teori toplumsal gelişme ve ilerleme için üretim araçlarının değişimine ve gelişmiş teknolojiye ihtiyaç olduğunu vurgular. Böylelikle kapitalistlerin teknolojisinin transferi için özel ekonomik bölgelerin kurulması gerekiyorsa bırakın kursunlar anlayışı görülür (Kavala, 2019: 208). Kapalı kapılar politikası saf dışı bırakılmış ve dışarıdan öğrenme, pencerelerin açıldığı görülmüştür. İlk özel ekonomik bölgelerin liman kentleri olması da şaşırtıcı değildir. Hem ticaret sahasının kolaylığı, hem vergilerin düşüklüğü ve en önemlisi emek gücünün fazlalığı sonucunda bütün ülke yatırımcılarının başlıca durağı Çin olmuştur. Çin, dünya fabrikası haline gelmiş ve artık oyun kurar noktada konumlanmıştır. Yeni gelişmeler bir anlamda bu bölgelere yoğun göçlerinde gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Sanayiye verilen önem bir anda tarımsal verimin düşmesine de yol açmış ve Çin tahıl ürünlerini ihraç eder noktadan ithal eder noktaya gelmiştir.

Kentlerin artması modernleşme sürecinde önemli bir noktadadır. Çünkü bu yıllarda Çin’e televizyonun daha fazla girdiğini görmekteyiz. Televizyonda yayınlanan programlarda değişmiş, ideolojik yayınlara ek olarak “(…) show, yabacı programlar, sinema, tiyatro ve operalar” (Giritli, 87) gibi Batı tarzı yayınlarda[3] görülmektedir. Yabancı haberlere yer verilmekte, bu da dil bariyerinin aşılmasına olanak sağlamaktadır. Televizyon bu noktada modernizasyon için oldukça önemli bir noktadadır. Çünkü bireyin dış dünya ile bağıdır. Aynı zamanda nüfus politikaları[4]da beraberinde gelmiştir. Bir çocuk yapma koşulu altında sözleşme imzalanması ve verilen taahhüdü yerine getirilmemesi ile birlikte cezai işlem uygulaması gerçekleştirilmiştir. Televizyon kullanımı, nüfus politikası, modern aile tiplerinin inşası, medyanın reforma tabi tutulması vb. uygulamalar sanayileşmenin getirdiği kentleşmenin sonuçlarıdır.

Çin’in dışarı açılması ve modernizasyon süreçleri içerisinde beklide en önemli noktalardan birisi de Pekin Olimpiyatları’dır. Çünkü olimpiyat/spor, uluslararası bağlamda en itibarlı organizasyondur. Aynı zamanda Batı çıkışlı (Antik Yunan’a dayanır) olması ve bunun Çin’de yapılması Çin’in kendi dışına barış ve işbirliği işareti olarak görme ve dış dünya ile iç içe geçme bağlanma anlamında görmek mümkündür. Aynı zamanda Dünya Ticaret Örgütüne üye olması, ekonomik olarak dış pazara açılması vb. adımlar Çin’in modernleşme çabalarının birer ürünüdür. Fakat bu modernleşme adımları da Çin’e özgüdür. Çünkü dışa açılma istemleri yanında kendi toplumsal yapısı üzerinde oldukça totaliter bir yapı barındırması da ilgi çekici bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Milliyetçilik

Louis Synder’e göre milliyetçilik, herhangi bir devlet için sömürge faaliyeti yürütmek için araç olabildiği gibi sömürgeleştirilmiş bir devlet için de bağımsızlığı, özgürlüğü yeniden elde edebilmek için bir direnç unsuru olarak kullanılabilmektedir(akt. Akıncı, 2014: 133). Bunun yanında J. Plamenatz’a göre milliyetçilik Doğu ve Batı tipi olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu-Batı dikotomisi coğrafi terimden ötedir. Bu tipleştirmede Doğu’dan anlaşılan Doğu Avrupa, Asya, Afrika ve Latin Amerika’dır(Plamenatz, 1973; akt. Aydın ve Yüce, 2020: 2671). Doğu Tipi milliyetçilik çatısı altında bir araya gelen bu toplumların temel özelliği hem Batı modernliğini taklit etmeleri hem de Batı yayılmacılığına karşı direnmeleri söz konusudur (Akıncı, 2014: 135). Dolayısıyla Doğu’nun milliyetçilik unsuru Batı ile kurduğu sömürgecilik ilişkilerinde doğmaktadır.

3 tür milliyetçilik yaklaşımı vardır. Bunlar ilkçi (primordial) veya özcü, modernist ve etno-sembolcü olarak tasniflenir. İlkçi yaklaşıma göre millet doğal, ham ve katıksız olarak tanımlanır. Milletin özü eski çağların efsanelerinde ve kahramanlık destanlarında yatar (Akıncı, 2014: 139). En önemli temsilcisi Alman romantizminin şahsiyetlerinden olan Herder’dir. Ona göre doğanın dillerine, geleneklerine ve kültürüne bakmak gerekir (Aydın ve Yüce, 2020: 2671).

Modernist yaklaşımın ise pek çok temsilcisi ve devamcısı vardır. Bunlar Gellner, Hobsbawm ve Anderson gibi önde gelen isimlerdir. Bunlara göre millet doğal, sabit ve katıksız var olagelmemiştir. Millet modern çağın ürünüdür. Diğer bir ifadeyle millet, milliyetçilik çağının bir ürünüdür (Akıncı, 2014: 142). Yani modernlik milliyetçiliği, milliyetçilik ise ulusları doğurmuştur. Millet veya ulus modern döneminkonjonktürelilişkilerinde aranmalıdır. Gellner için milliyetçilik doğal bir olgu değildir; modern dönemde bazı özgün deneyimler ile biçimlenen bir olgudur (Akıncı, 2014).

Etno-sembolcü yaklaşımın önde gelen temsilcisi ise A. Smith’dir. Smith, etnik milliyetçilik ile modern milliyetçilik arasında bağ kurmaya çalışır. Ona göre, modern milletler varlıklarını kadim değerlerine borçludur. Bir başka ifadeyle, modern dönemde tezahür eden ulus devletler etnik bağlara, kaynaklara dayanmadan varlıklarını sürdüremez (Akıncı, 2014). Bu durum aynı zamanda etnik azınlığın asimile edilmesine de yol açabilmektedir.

Çin ve Milliyetçilik

Pre-modern dönemin Çin tarihinde pek çok hanedanlık dönemi olmuştur. Bunlardan iki tanesi Yuan (1271-1368) ve Qing (1644-1911) hanedanlıkları çalışmamızın dolaylı öneminde kayda değerdir. Çin tarihi çoğunlukla kendini “Han milliyetçiliği” üzerinden tanımlasa da Çin pek çok azınlığı içinde barındıran bir devlettir. Bu anlamda hem Yuan hanedanlığı hem de Qing hanedanlığı “Han milliyetçiliğine” dayanmaz. Yuan hanedanlığı döneminde Kubilay Han etkisi görülürken, Qing hanedanlığında ise Mançu etkisi görülmektedir. Dolayısıyla Çin tarihinde etnik milliyetçilik tartışmaları özellikle Qing yönetimi döneminde Mançu karşıtlığı üzerinden tezahür etmiştir. Her ne kadar etnik milliyetçilik tartışmaları 1911 Devrimi ile son bulmuşsa da günümüzde hala devam ettiği söylenebilir. Örneğin Çin hükümeti ile Uygur Türkleri arasındaki sürtüşme etnik milliyetçilik üzerinden okunabilir.

 Modern Çin milliyetçiliği 19. yüzyılda Batı’ya karşı, 20. yüzyılda ise Japonya’ya karşı olan direniş mücadelesinde aranmalıdır (Dillion, 2016). Çin milliyetçiliğinin kaynakları farklı ilişkiler ağı üzerinden şekillense de bahsi geçen milliyetçiliğin doğuşu sömürgecilik faaliyetlerine veya emperyalizme karşı bir direnişte kendini tezahür etmektedir.

Çin’in son imparatorluğu olan Qing hanedanlığı 1644’ten 1911’e kadar Mançu soyundan gelenlerin güdümünde kalmıştır. Özellikle 1800 yılına kadar ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda optimum düzeyde istikrar sağlanmıştır. Halkın çoğunluğunu oluşturan köylü nüfus Çin’in en dezavantajlı kesimidir (Dillion, 2016: 32). Ekonomik anlamda tarımsal faaliyet ile meşgul olan köylü için en büyük tehlike sel ve kuraklıktır. Bunun sonucunda hem kıtlık hem de vergi külfeti köylü nüfus için daima isyanların doğmasına sebebiyet vermiştir.

Qing hanedanlığı aynı zamanda Batı’nın sömürgecilik tarihine denk düşer. Batılı devletler Amerika’nın keşfinden ve sömürüsünden sonra yönünü Asya’ya dönmüştür. Batı daha önce İpek ve Baharat yolları üzerinden dolaylı olarak ticaret yürüttüğü Çin ile doğrudan ticaret yapabilmek için veya Çin’i de sömürgeleştirebilmek için yönünü Asya’ya çevirmiştir. Diğer bir ifadeyle, Batı’nın ilk hedefi Çin’i siyasal, toplumsal ve ekonomik anlamda tam nüfuzlu sömürgeleştirme amacıyla hareket etmiş fakat bu kısmi olarak başarılmıştır. Bundan ötürü Çin tarih boyunca siyasal anlamda tam nüfuzlu sömürge ülkesi olmamıştır. Bu noktada Çin’in ekonomik öneme sahip olan limanları sömürgeleştiriliştir.

Avrupalı devletlerin deniz gücü arttıkça Çin’e olan ilgi de artmıştır. Bu anlamda 1600’lü yıllarda ilk olarak Portekiz ve Hollanda kaynaklı tüccarlar doğrudan Çin ile temas kurmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. İngilizler ise, dönemin en başarılı denizcilik ve sömürgecilik faaliyetleri yürüten Batı Avrupa ülkesidir. Özellikle İngiliz Doğu Hindistan Şirketi Hint Okyanusu üzerinde ve Hindistan üzerindeki hâkimiyeti ve gücü Çin ile müzakerelerde Batı adına kritik rol oynamıştır. Elçiler ve tüccarlar aracılığıyla ilişki kurmaya çalışan İngilizler sürekli başarısız olmuştur. Çin ise, kendilerini dünyanın merkezinde görmekte ve her şeye sahip olduklarını düşünmektedir. Bu yüzden özelde İngilizlerin ve genelde de Batı’nın çıkarına uygun düşecek ticaret anlaşmalarına yanaşmamaktadır. Bu dönemde Batılılar misyonerlik ve bilimsel faaliyetler yapabilirken, ekonomik anlamda ciddi vergi yükleri ile karşılaşmış bundan ötürü de bir türlü ticaret anlaşmalarını lehlerine çevirememiştir (Dillion, 2016: 48).

Daha önce Makao’ya kadar gelebilen Batı Avrupalılar (Portekiz) ilk kez İngiliz gemileri ile Kanton (Guangzhou) limanına kadar gelebilmiştir. 1770 yılında tamamen Çin’in lehine olan ticaret anlaşması İngiliz tüccarları tarafından sürdürülebilir olmamıştır. Çünkü onlar için temel mesele ticaret akışının yönüdür. Daha önce Latin Amerika üzerinden sağladıkları zenginlikleri baharat ve ipek almak için harcamaları onlar için can sıkıcı olmuştur. Diğer bir ifadeyle, Batı sömürge faaliyeti ile elde ettiği “madeni” zenginliği harcamak istemiyordu. Onlar için temel mesele Çin’in bir “tüketici” pazarına dönüştürülmesidir. Bu noktada ise, Afyon ticaretini devreye sokan İngilizler ithalat-ihracat dengesini lehlerine çevirmeye çalışmıştır. Afyon, Çin topraklarında daha önce ilaç üretimi vb. gibi alanlarda kullanılıyor olsa da 1796 yılında hem üretimi hem de tüketimi yasaklanmıştır. Ancak İngilizler görünürde Afyon ticareti üzerinden Çin lehine olan dengeyi sarsmış ve bununla birlikte Çin’in liman şehirlerinde meydana gelen ekonomik kriz ve aynı zamanda nüfuzu artan yabancı misyonerlik faaliyetleri hoşnutsuzluk yaratmıştır. Bunun sonucunda ise, Birinci (1839-42) ve İkinci (1856-58) Afyon Savaşları meydana gelmiştir (Dillion, 2016: 55).

Birinci Afyon Savaşı’ndan mağlup ayrılan Çin başta İngilizler olmak üzere diğer Batı devletlerini de ilgilendiren bazı anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır. Bu anlaşmalardan en önemlisi Nanjing Anlaşması’dır. 1842’de Çin ile İngiltere arasında imzalanan bu anlaşma “eşitsiz anlaşmalar” dizisinin en önemlisidir (Dillion, 2016: 71). Bu anlaşma ile Çin yarı sömürge haline gelmiş ve başta İngiltere olmak üzere diğer Batı ülkelerinin Çin üzerindeki nüfuzu genişlemiştir. Bu anlaşmanın 13 maddesi olmakla birlikte konumuz bağlamında önemli olan iki husus dikkat çekmektedir: Bunlardan ilki, Çin’in en önemli 5 büyük liman kenti Batı ticaretine açılmasıdır. İkincisi ise, Hong Kong’un İngilizlere bırakılmasıdır. Her ne kadar 1997’de Çin tekrar kontrolü ele alsa da şu an bu bölgenin ayrı bir ekonomik ve siyasi bir özerkliği söz konusudur (Vikipedi, 2021). Dolayısıyla Nanjing Anlaşması Çin tarihinde “utanç döneminin” başlangıcıdır.

“Yabancı” nüfuzunun artmasıyla birlikte Qing hanedanlığına karşı huzursuzluklar köylü ayaklanmalarına dönüşmüştür. Bu köylü isyanlarından en önemlisi Taiping ayaklanmasıdır. Mançu karşıtlığı temelinde ve pan-Çinli bir hedefle örgütlenmiş bir köylü isyanıdır. Her ne kadar hedef Han milletinden olmayan Mançu yönetimi olsa da bu süreçte Sincan bölgesinden Uygur Türk Müslümanlarının da isyan başlattığı görülür. Kısacası Batı nüfuzunun artmasıyla gelen toplumsal huzursuzluk beraberinde Mançu karşıtlığını da doğurmuştur.

Çin yönetici elitleri arasında modernleşme tartışmaları sürerken 1856 yılında İkinci Afyon Savaşı meydana gelmiştir. Bu savaşta da mağlup olan Çin hem iç isyanlarda hem de savaşlarda meydana gelen utançların üstesinden gelebilmek adına modernleşme çabası içindeyken Batı yayılmacılığı sadece 5 limanla sınırlı kalmamış Çin’in iç kesimlerine kadar nüfuz etmiştir (Dillion, 2016: 124). Bu dönemlerde Çin Vietnam (Fransa’ya) ve Kore (Japonya’ya) üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiştir. Özellikle Kore’nin İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar Japonların hâkimiyetine geçmesi Japon modernleşmesinin Çin modernleşmesinden başarılı olduğunu göstermesi açısından kıymetlidir (Dillion, 2016: 130). Yine bu dönemde Kuzey Doğu Çin’de hem Almanların hem de Rusların hak elde etmesi huzursuzlukları daha da keskinleştirmiştir.

Utanç döneminin başlangıcından bu yana artan Batı yayılmacılığı ve Japon yayılmacılığının da başlaması var olan ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunları daha da keskinleştirmekle birlikte yine bu dönemde doğal afetler meydana gelmesi ile tarımsal üretimin düşmesi yoksulluğu ve yoksunluğu daha da arttırmıştır (Dillion, 2016: 139). Daha sonra Boksör İsyanı adını alacak Boksörler, daha önce Mançu karşıtlığında Qing hanedanlığına karşı isyanlar başlatmış olmakla birlikte 1900’lü yıllarda Çin’i yarı sömürge haline getiren “yabancılara” karşı isyan girişimleri örgütlemiştir. Hedeflerinde Çinli olmayan yabancı ekonomik işletme-ci-ler, misyonerlikler, sonradan Hristiyan olan Çinliler ve yabancıların ürettiklerini kullananlar vardır. Bu dönemde “Qing’i destekle ve yabancıların kökünü kazı” sloganı ile kanlı eylemlerde bulunmuşlardır (Dillion, 2016: 143). Yabancıların hâkimiyetinde olan işletmelere, kiliselere ve elçiliklere saldıran Boksörler uluslararası müttefikler (Japon, Rus, İngiliz, Amerikan, Fransız ve İtalyan) tarafından bastırılmıştır. 1901 yılında imzalanan Boksör Protokolü’nün 12 maddesinde dikkat çeken husus “olanlar için uluslararası ölçekte özür dilenmesi”dir. Bunun yanında pek çok Çinli bürokrat yargılanmış ve yabancıların kontrol altında tuttukları bölgelerde kendi kolluk kuvvetlerinin kurulmasının önü açılmıştır. Ayrıca tam bu süreçte Rusya ise, Kuzey Mançurya bölgesinde hâkim olma arayışındadır. Ancak Çin’den ziyade Japonya ve İngiltere müttefikliğinde Ruslar yenilgiye uğratılarak Japonya bu noktada da kuvvetlenmiştir (Dillion, 2016: 150).

Görüldüğü üzere hem Batılı hem de Batılı olmayan ülkelerin Çin üzerinde artan nüfuzu beraberinde toplumsal, siyasal ve ekonomik huzursuzluğu doğurmuştur. Bu ilişkiler ağında Çin, milliyetçilik (özellikle han milliyetçiliği) söylemi üzerinden sömürgeciliğe ve emperyalizme direnme stratejisi benimsemiştir. Bu noktada milliyetçi ve devrimci örgütler kurulmaya başlamıştır. Bu bağlamda ise karşımıza Sun Yat Sen çıkmaktadır. Sun, “Devrimci Ordu” adlı eserin de yazarı olarak bilinen militan milliyetçiliğinin öncüsü Zou Rong’dan etkilenerek 1894’te Çin Toplumunun Dirilişi örgütünü kurmuştur (Dillion, 2016: 158-159). Aynı zamanda 1985 yılında Mançu yönetimindeki Qing hanedanlığına karşı darbe girişimlerinde bulunmuş fakat başarısız olduğundan bir süre Japonya’ya giderek yer altına çekilmiştir. Daha sonra 1905’te “Birleşik Cemiyet”[5] adında Çin’in ilk milliyetçi partisini kurmuştur. Dul İmparatoriçe’nin ölümünün ardından 4 kez başarısızlıkla sonuçlanan ayaklanma 1911’de devrim ile başarıya ulaşmıştır.

Ancak Çin’in eyaletlere ve özerkliklere bölünmüş adem-i merkeziyetçi yapısı ulusal bir hükümet kurmanın önünde engeldir (Dillion, 2016: 163).  Var olan iç çelişkiler Sun Yat Sen ve Yuan Shiakai arasında geçen iktidar mücadelesinde somutlaşmıştır. 1911 yılında Ulusal Meclis Nanjing’de toplanmış ve Sun geçici başkan olarak seçilmiştir. Onun temel gayesi eyaletlere bölünmüş Çin’i yabancılardan arındırarak ulusal bütünlüğü sağlamaktır. Bununla birlikte de modern bir Çin inşa edebilmeyi hayal etmektedir. Ancak ulusal meclisin Qing sarayı himayesinde kurulması Sun’un başkanlığının kısa sürmesine neden olmuştur (Dillion, 2016: 165). Sun ise, milliyetçi bir muhalefet partisi örgütlemek üzere görevden ayrılır. Bu dönemde kurulan pek çok örgütlenme Guomindang (Komintang) patisi adında koalisyon kurarak Ulusal Meclis’te yerini almıştır. Bu süreçte askeri gücü de elinde tutan Yuan Ulusal Meclis’i dağıtarak Pekin’e gitmiş ve karşı devrim yapmıştır. Ayrıca içinde bulunulan Birinci Dünya Savaşı Çin’e de sıçramıştır. Her ne kadar Çin tarafsızlığını ilan etmiş olsa da Çin’in Kuzey Shandong bölgesinde Almanya’nın söz hakkı istemesi ile Japonya-İngiltere bloku Almanlara karşı savaş ilan etmiştir (Dillion, 2016: 170-172). Görüldüğü üzere bu kavga Batı’nın Çin üzerinde paylaşılamayan sömürge meselesine dayanır. Diğer bir ifadeyle, Batı’nın kavgası Batılı olmayan coğrafyalardaki sömürge paylaşımlarına dayanır. Bundan ötürü de adı Dünya Savaşı’dır. Kısacası, Kuzey Doğu Çin’in Shandong bölgesi Japonlara bırakılmış ve ardından 1915 yılında 21 İstek Adlı bildiriye Yuan hükümeti taraf olmak zorunda kalmıştır. Bununla birlikte utanç döneminin uzantısının devamı niteliğinde olan bu süreç Çin milliyetçiliğinin yeniden kabarmasına ve radikalleşmesine neden olmuştur. Özellikle Versay Anlaşması’nda müttefik tarafta yer alan Çin öğrenci hareketlerinin yabancılara karşı kampanya ve protestolara başlamasına neden olmuştur. Pek çok öğrenci hareketinin ve üniversite gençliğinin örgütlediği bu eylemler 4 Mayıs Hareketi olarak tarihe geçmiştir. Eylemler sırasında ortaya atılan milliyetçi sloganlardan bazıları şunlardır: “Yirmi Bir İsteği Durdurun, Japon mallarını boykot edin, Çin Çinlilerindir” gibi milliyetçi söylemler Komintang’ın yeniden güçlenmesine ve Çin Komünist Partisi’nin (1921) kurulmasına zemin hazırlamıştır (Dillion, 2016: 197-198).

  1. Kongresini 1921’de 2. Kongresini ise 1922’de Şangay’da yapan ÇKP manifestosunda “birleşik cephe” vurgusu vardır. ÇKP’ye göre, az gelişmiş ülkeler iktidarı ele geçirmek için “aydınlanmacı burjuva demokratik hareketi” ile ittifak halinde olmalıdır (Dillion, 2016: 200). Bu konuda Komintern’in de ÇKP’ye baskı yaparak milliyetçi kanatta yer almasını ve önceliklerinin ulusal bağımsızlık olduğunu belirtmiştir (Bekcan, 2017: 374).

Sun Yat Sen 1922 yılında SSCB yetkilisi A. Joffe ile fikir alışverişinde bulunarak Çin’in komünist bir devrime hazır olmadığı konusunda görüş bildirir. Aslında hem Sovyetler hem de Komintang bu konuda aynı fikirdedir. Sun öncelikle ulusal birliği sağlamak adına (Savaş Ağaları ile mücadele) Sovyetlerden destek istemek için Çan Kay Şek’i Moskova’ya gönderir. Hem Sun hem de Şek Sovyetlerinden ideolojisinden ziyade ordu yapısını ve parti disiplinini kendilerine örnek olarak benimsemiş ve Komintang’ı yeniden revize etmişlerdir (Dillion, 2016: 201).

SSCB’den silah ve mühimmat desteği alan Komintang partisi “Savaş Ağaları” ile mücadele edebilmek ve ulusu birleştirebilmek için Ulusal Devrimci Ordu’yu kurmuştur. Komintang ve ÇKP’nin ittifak ettiği Kuzey Seferi Sun önderliğinde 1924 yılında başlamıştır. Fakat 1925’te Sun’un ölümü ve ardından Şek’in ordunun başına geçmesi ÇKP ile olan ittifakın çatlamasına neden olmuştur. Sefer boyunca işçilerin ve köylünün desteğini alan Birleşik Cephe ittifakı beraberinde ÇKP’nin güçlenmesine, sempati duyulmasına neden olmuştur. ÇKP’nin artan nüfuzu ve otoritesi Çan K. Şek için endişe kaynağı olmuş, bundan ötürü 1927’de hem ittifakı dağıtmış hem de ÇKP’yi tasfiye etmiştir (Dillion, 2016: 210-217).

Çan Kay Şek Nanjing’de Ulusal Hükümeti’ni kurarken ÇKP ise yer altına çekilmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Mao 1931 yılında Jiangxi Sovyeti’ni kurarak 1949 Devrimi’nin denemesini yapmaktaydı. Ancak bu süreçte Japonya’nın Mançurya Demiryolu hattını ele geçirmesi ve daha sonra 1937 yılından 1945’e kadar olacak Çin topraklarındaki yayılmacılığı yeni bir birleşik cephe kurulmasının önemini vurgular. Çan Kay Şek ise bu süreçte Komünist avındadır. Şek ve Ulusal Hükümet’in temel hedefi ÇKP’yi yok etmektir; Japon işgaline karşı direniş ikinci plandadır (Dillion, 2016: 245). 1936 yılında Şek ÇKP için 6. Kuşatma planını yaparken bilinmeyen bir grup tarafından ele geçirilir ve Japon yayılmacılığına karşı ÇKP ile ittifak kurmaya ikna edilir. Amaç ulusun bağımsızlığıdır.

Çin’in Kuzey Doğu bölgesinden yayılmaya başlayan Japonya başta Pekin ve Şangay olmak üzere pek çok kentin ve limanın kontrolünü ele almış; Nanjing katliamı yaparak Çin tarihinde unutulmayacak derin bir iz bırakmıştır. Bu süreçte İkinci Dünya Savaşı başlamış ve birleşik cephe özellikle ÇKP’in gerilla taktiği ile direnmeye çalıştığı görülmüştür. Ancak Japonya hiçbir zaman Çin’i komple işgal etmemiştir (Dillion, 2016: 264-265). Sonuç itibariyle Çin’in Japon işgalinden kurtuluşu Batı kaynaklıdır. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombası hem İkinci Dünya Savaşı’nı bitirmiş hem de Çin’in üzerindeki Japon yayılmacılığını durdurmuştur.

1949 Devrimi

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından meydana gelen iç savaşta galip çıkan ÇKP olmuştur. Aslında 1922’den bu yana ÇKP öncelikli olarak Çin’in ulusal bütünlüğü ve bağımsızlığı için milliyetçi parti olan Komintang ile ittifak etmiştir. Ayrıca her iki taraf da Çin’in komünist bir devrim için erken olduğunun bilincindeydi. Ki Sovyetler de bu yönde düşünüyor ve Japon yayılmacılığına karşı destek sunmuştur. Çünkü Sovyetler de Japonların faşist tutumlarından daima endişe etmiştir (Bekcan, 2017).

ÇKP özellikle ikinci birleşik cephede ciddi bir köylü sempatisi kazanmıştır. Bununla birlikte gerilla savaşçılarından Halkın Kurtuluş Ordusunu kuran ÇKP Komintang’ın hakim olduğu bölgeleri kontrol altına almış ve Komintang ise Tayvan’a sığınmak mecburiyetinde kalmıştır. ÇKP ise, birleşik cephe ruhunu parti programına taşımış ve “yeni demokrasi” çatısı altında köylüleri, işçileri, küçük burjuvaziyi ve milli burjuvaziyi kapsayacak bir sınıf bloğu oluşturmuştur (Dillion, 2016: 288). Ayrıca Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk anayasası niteliğinde olan Ortak Program’a göre, karşı devrimcilere karşı daima bir mücadele çağrısı söz konusu ve aynı zamanda dünyadaki bütün ezilen, sömürgeleştirilen halklar için ulusal bağımsızlık mücadelesine destek çağrısı esastır.

ÇKP’nin hem köylü kitleye dayanması hem de özellikle birinci birleşik cephe sürecinde Komintang tarafından tasfiye edilmesi, şehirler üzerinde hâkimiyet sağlayamamasına neden olmuştur. Bundan ötürü hem şehir kitlesi üzerinde nüfuzunu arttırmak hem de karşı devrimcileri tasfiye edebilmek adına bazı kampanyalar yürütmüştür. İlk olarak “Üç Anti Kampanyası” ve “Beş Anti Kampanyası” düzenlenerek yolsuzluk, rüşvet, vergi kaçakçılığı, dolandırıcılık vb. gibi hususlar üzerinden kapitalist işletmeler hedef alınmıştır (Dillion, 2016: 295- 298). Kısacası ekonomik sorunların kaynağı olarak burjuvazi iktidarı ve zihniyeti hedef alınmıştır. Ancak bunlar yeterli olmamış ve SSCB ile yakınlaşmaya gidilmiştir.

Mao ile Stalin ilk kez 1949’da Moskova’da bir araya geldi. Mao Çin’de devrimi yapmış fakat toplumsal sorunlara cevap verebilecek kaynağa sahip olmadığı için Sovyetlerin desteğine ihtiyaç duymaktaydı. Bunun üzerine Çin ile SSCB arasında1950 yılında Dostluk, İttifak ve Karşılıklı Yardım Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile sadece ekonomik destek paketleri değil; uluslararası askeri alanda ittifak edilmesinin de önü açılmıştır (Bekcan, 2017: 380-381). Aynı zamanda Kore Savaşı’nda Sovyetler ile Kuzey Kore’yi destekleyen Çin bunun beraberinde Sovyetlerle olan ilişkisini güçlendirmiştir. Bunun sonucunda Çin, ekonomik kalkınma modeli olarak Sovyetlerin beş yıllık kalkınma programını temel alarak kendi Beş Yıllık Kalkınmasını (1953-57) devreye sokmuştur (Dillion, 2016: 310-311).

1953 yılında Stalin’in ölümü Sovyetler için yeni siyasal tercihler ve ilişkiler doğurmakla birlikte Çin de bu yeni siyasetten bağımsız düşünülemez. Stalin’in ardından gelen Kruşçev, Batı Avrupa’ya karşı yumuşak bir politika benimsemiştir. Bunun sonucunda Avusturya bağımsızlığını kazanmış; Macaristan ve Polonya’da meydana gelen toplumsal ve siyasal hareketlilik Mao için de endişe kaynağı olmuştur (Bekcan, 2018: 92; Dillion, 2016: 324). Ayrıca Kruşçev Lenin’in de teorisinden uzaklaşarak, emperyalist savaşların önlenebileceğini ve kapitalist ülkeler ile barış içinde yaşanılabilir olduğunu beyan etmiştir (Bekcan, 2018: 92). Son olarak, Kruşçev bahsi geçen 20. Kongrenin son gününde Stalin’in parti içerisindeki mutlak otoriterliğine ve kişiliğine de eleştiriler getirmiştir. Dolayısıyla 1956 yılında yapılan bu kongrede Kruşçev’in Sovyetler için benimsediği yeni siyaset özelde Mao ve genelde ise ÇKP nezdinde ciddi sonuçlar doğurmuştur. Mao hem kendisi hem de benimsediği politikalar nezdinde yapılan eleştirileri revizyonist bireylerden geldiği yönünde suçlamalar yaparak “Yüz Çiçek Açsın ve Sağcılık Karşıtı Kampanya” faaliyetleri yürüterek bertaraf etmeye çalışmıştır (Dillion, 2016: 325-328).

Sovyet tipi birinci kalkınma planını yetersiz bulan ve Sovyet ilişkilerine bağımlı bir modelin sürdürülebilir olmadığını gören Mao, pek çok muhalefete rağmen Büyükİleri Atılım projesini devreye sokmuştur. Büyük İleri Atılım’ın temel gayesi Çin’in tarım ve sanayi alanında 15-20 yıllık bir süreçte kapitalist ülkelerin gelişim seviyesini yakalamak ve hatta geçmektir (Dillion, 2016: 330). Bu projenin temel görünümü “halk komünleri”dir. Sovyet modelinden farklılaşan ve komünizme geçiş aşamasının bir gerekliliği olarak da görülebilen bu komünler, sanayi, tarım, ticaret, eğitim ve ordu işlerinin birlikteliğinden doğan yönetim modelidir (Dillion, 2016: 334). Ancak işler planlandığı gibi gitmemiştir. İlk yıl kayda değer bir ilerleme meydana gelmişse de 1959 ve 1962 yılları arasında meydana gelen kuraklık ve sel felaketleri 30-40 milyon insanın kıtlıktan dolayı ölmesine neden olmuştur (Dillion, 2016: 342). Bunun yanında 1960 yılında Sovyetlerden gelen ekonomik destek, maddi teçhizat ve nitelikli uzman desteğinin kesilmesi projenin sekteye uğramasına ve bir kez daha Mao’nun ciddi muhalefet ile karşılaşmasına neden olmuştur (Bekcan, 2018: 98; Dillion, 2016: 343). Bunun sonucunda proje yürürlükten kaldırılmış ve Mao da 1959 yılında devlet başkanlığından çekilmiştir.

Çin Kültür Devrimi

Mao’nun farkı sosyalizmde sınıf mücadelesinin devam ettiğidir (Devrimci Araştırma Grubu, 2013). Diğer bir ifadeyle, üretim araçlarının kontrolünü sağlamak “kapitalist yolcunun” yok olduğu anlamına gelmez. Parti merkezleri burjuvazinin karargâhıdır. Bu noktada mühim olan devrimin sürdürülebilirliğidir. Kültür Devrimi’nin nihai hedefi, görünürde parti içindeki “revizyonist ve Kruşçev’ci” kapitalist yolcular olmakla birlikte; insanların dünya görüşlerini değiştirmek ve dönüştürmektir (DAG, 2013: 12). Diğer bir ifadeyle, amaç kitlelerin dünya görüşlerini devrimci kılmaktır.

1966 yılında başlayan Kültür Devrimi 1980 yılında Dörtlü Çete yargılaması ile son bulmuştur (Dillion, 2016: 351-352). Bir tiyatro oyunu üzerinden başlayan Mao yanlısı ve Mao karşıtı muhalefet arasındaki çatışma tüm ülkeye sirayet etmekle birlikte bu sürecin temel hedefi “Dört Eski”dir. Mao yanlısı Kızıl Muhafızlar tarafından eski fikirler, kültürler, adetler ve alışkanlıklar hedef tutulmuştur. Mao nasıl ki silahlı orduya ihtiyaç duymuşsa kültür ordusuna da ihtiyaç duymuş ve bu eksende “sosyalist eğitim hareketi” ve “halk kurtuluş ordusu” kurarak özellikle köylü kitlenin eski değerlerden ve kapitalist zihniyetten arındırılması ve devrimci kültürü benimsemesi için faaliyetler yürütmüştür (Arıboğan, 1966: 199; Dillion, 2016: 346-347). Kısacası Mao’ya göre, sosyalist devrimci zihniyet kitlelere nüfuz etmedikçe komünizme geçiş zordur. Sonuç olarak Kültür Devrimi pek çok kazanım sağlamakla birlikte başarısız olmuştur. Bu noktada artan iç kargaşa ve Sovyetler ile olan gerilimin en had safhaya çıkması beraberinde Çin ile ABD yakınlaşmasına zemin hazırlamıştır. 1949’dan bu yana uluslararası düzlemden izole olan ÇHC ilk kez 1970 yılında Tayvan’da bulunan Komintang yerine Çin’in temsilcisi olarak görülmeye başlamıştır. Ardından 1971 ve 72’de ABD ve Japonya başbakanları Çin’e ziyaret yapmıştır. 1976 yılında ise, Deng Xiaoping dönemi ile Çin’in “Reform ve Açılma” dönemi başlamıştır.

SONUÇ

Bu çalışmada Çin modernleşmesi, milliyetçiliği ve sosyalizmi tartışılmıştır. Dikkatimizi çeken ilk husus Çin’in modernleşme ihtiyacını doğuran koşullar ile Çin’in milliyetçiliğini biçimlendiren koşulların temel hatlarıyla aynı düzlemde olduğudur. Bu noktada Afyon Savaşları ve Japonya’nın yayılmacı milliyetçiliği Çin için hem modernleşme hem de milliyetçilik tartışmalarının zeminini hazırlamıştır.

Diğer bir husus ise, sosyalizm tartışmasının bahsi geçen spesifik koşullardan bağımsız fakat uzun vadede Batı ile kurduğu ilişkinin bir tezahürü olarak görülebileceğidir. Bu noktada hem milliyetçilik hem de sosyalizm Batı’ya karşı direnişin ve ulus devlet olmanın bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır (Azman ve Yetim, 2006: 209). Çin özelinde milliyetçilik hem Batı yayılmacılığına hem de Japon yayılmacılığına karşı bir direnç unsuru olmuştur. Bu noktada Çin milliyetçiliği tartışmalarının “sömürgecilik” olgusuna karşı bir direniş unsuru olduğu açıktır. Sosyalizm ise, milliyetçilik ile direnen ve ulus devlet inşa sürecini tamamlayan Çin’in Batı’ya meydan okuma aracıdır (Azman ve Yetim, 2006: 208).

Sosyalizm Batı’ya meydan okumada kullanılan bir ideoloji olmakla birlikte bu ideolojinin “Çinlileşmiş” versiyonu Batılı olmayan Rusya’dan bağımsız düşünülemez. Sosyalizm her ne kadar modernlik ve milliyetçilik mefhumlarında olduğu gibi Batı kaynaklı olsa da Çin özelinde Sovyetler ile olan ilişkisi ve bu ilişkinin kuruculuğu (ötekilik inşası) “sosyalizm” mefhumunu yeniden revize etmiş ve özellikle Soğuk Savaş döneminde bir meydan okuma unsuru olarak kullanmışlardır.

Çin’in siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısı göz önünde tutulduğunda sömürgecilik tarihinin konjonktürüne ayak uydurmakta geç kaldığı görülmüştür. Çin tarihinde Qing hanedanlığı diğer pek çok hanedanlıktan daha başarılı bir dönem geride bırakmıştır. Fakat 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan Batı yayılmacılığı ve özellikle 20. yüzyılda derinden hissedilen Japon yayılmacılığı Çin’in modern tarihinde kırılma dönemidir. Bu süreçte başlayan modernleşme tartışmaları zaman zaman kesintiye uğramış ve sonuç itibariyle 1978 Deng Xioping dönemine kadar başarısız olmuştur.

Qing hanedanlığının son döneminde başlayan “utanç dönemi” 1911 Devrimi’ni kaçınılmaz kılmıştır. Bu dönemde meydana gelen olaylar hem modernleşmeyi hem de milliyetçiliği doğurmuş; özellikle askeri alanda geri kalınmışlık ve bunun beraberinde getirdiği utanç sözleşmeler modernleşme çabalarıyla ve milliyetçilik söylemleri ile direnç yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak modernleşme daima sekteye uğramış ve 1949 ÇHC Devrimi ile sosyalist atılımlar ile çare aranmaya ve bu şekilde de Batı’ya meydan okuma girişimi olduğu görülür. Ancak Mao dönemini modernleşmenin önünde bir engel olarak görmek doğru değildir. Evet, Mao pek çok atılım yapmış ve bunun en bariz örneği olarak Büyük Proletarya Kültür Devrimi’ni sahaya sürmüş ve sonuç olarak başarısız olmuştur. Fakat bunlar modernleşmeyi geciktirmekle birlikte bizlere Çin eksenli yeni bir modernlik tartışması imkânı sunabilir.

Çin sosyalizmi veya “Çinlileştirilmiş sosyalizm” gibi kavramlar Mao’nun sosyalist düşüncesinde veya teorisinde aranmalıdır. Mao Marksist teoriyi Çin’in reel konjonktürüne uyarlamıştır. Bu düşünce Mao’da net olarak temel çelişkinin “ulusal bağımsızlık” mücadelesine kaydırdığı söyleminde görülür (Dirlik, 2010: 95). Dolayısıyla Çin sosyalizmi vb. söylemler temelde Çin’in reel koşullarından beslenir. Ayrıca sosyalizm ve milliyetçiliğin iç içe geçtiği iddia edilebilir. Bu durum Mao’nun “birleşik cephe” ruhunda net bir şekilde görülür. Aynı zamanda zaman zaman Sovyet modelinden ayrışan Çin sosyalizmi de buna örnek olarak gösterilebilir. Ki, “dağ komünizmi” söylemi de bu şartlarda doğmuştur.

Son olarak, Çin dünya ekonomisinin mihenk taşıdır. Ekonomik temelli modernleşme ile toplumsal, siyasal ve kültürel düzeyini geliştirme imkânı bulmuştur.Yüzeysel ölçekte sosyalist göstergeleri görmek mümkün değilken; Marksist söylemler yerine milliyetçilik ve yurtseverlik söylemlerinin ön planda olduğu görülür (Dillion, 2016: 441).

KAYNAKÇA

Abudureyımu, H., ve Hu, L. (2019). Gelenekselden moderniteye Çin aile yapısındaki değişimler ve toplum üzerindeki etkileri. Medeniyet ve Toplum Dergisi (METDER), Cilt 3, Sayı 2, 135-144.

Akıncı, A. (2014). Milliyetçilik kuramları.C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 15, Sayı 1, ss. 131-150.

Ateş, T. (2001). Çin kültür ihtilali. D., Ü. Arıboğan (Ed.). Çin’in Gölgesinde Uzak Doğu Asya (ss. 185-209). İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

Aydın, Ş., G. ve Yüce, M. (2020). Baskıcı ve dışlayıcı han milliyetçiliğinin doğu Türkistan’da yansımaları.MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 9, Sayı 4, ss. 2699-2682.

Azman, A., ve Yetim, N. (2006). Batı-dışı kavramının ötesinde: Asya’da modernliğin inşası. Muhafazakar Düşünce Dergisi, Yıl 2, Sayı 8, 199-214.

Bekcan, U. (2016). Gönülsüz muhabbetten dostluğa: 1949 Çin devrimiyle birlikte Sovyetler Birliği-Çin komünist partisi/Çin Halk Cumhuriyeti ilişkilerinin değişen yüzü. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 26, ss. 371-387.

Bekcan, U. (2018). Sovyet-Çin uyuşmazlığını anlamak: 20. Kongre’den 1963 parti mektuplarına.The Turkish Yearbook of International Relations, Sayı 49,ss. 89-115.

Budak, L., ve Erdoğan, İ. (2006). 1990 sonrası Çin Halk Cumhuriyet’inde kitle iletişim sistemi ve temel sorunlar. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 5, Sayı 9, Bahar 1, 109-123.

Demirel, F. N. (2019). Çin Halk Cumhuriyet’inde milliyetçilik anlayışının dış politika üzerindeki etkileri. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Afyon Kocatepe Üniversitesi, Afyonkarahisar.

Devrimci Araştırma Grubu (2013). Çin kültür devrimi büyük proleter kültür devrimine kısa bakış. (Çev. S. Jabban). İstanbul: Patikakitap.

Dillion, M. (2016). Modernleşen Çin’in tarihi.(Çev. E., Ü. Atılgan ve A. Atılgan). İstanbul: İletişim Yayınları.

Dirlik, A. (2010). Yeniden post-sosyalizm: “Çin karakterli sosyalizm”, geçmişi ve geleceği üzerine düşünceler. İ., T. Bora ve L. Cantek (Ed.). Toplum ve Bilim (ss. 84-110). İstanbul: Birikim Yayınları.

Dölek, L. (2007). Tarihsel gelişimi içerisinde Çin’in sosyo-ekonomik yapısının incelemesi. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. İstanbul Üniversitesi, İstanbul.

Giritli, İ. (2011). Modernleşme ve Çin. İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, 3 (1-3) , 87-100.

Kavala, C. F. (2019). Doğu uyanıyor Çin devrim tarihi. İstanbul: Doğu Kitabevi.

Mitter, R. (2008). Modern Çin. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

Sezer, B. (2017). Türk sosyolojisinin ana sorunları. İstanbul: Doğu Kitabevi.

Timurtaş, M. E. (2018). Çin Halk Cumhuriyetinin ekonomik ve siyasi geçmişin bugünkü gelişim sürecindeki rolü. Sakarya İktisat Dergisi, Cilt 7, Sayı 1, 52-69.

Vikipedi (2021, 9 Nisan). Hong Kong. 5 Haziran 2021 tarihinde https://tr.wikipedia.org/wiki/Hong_Kong adresinden erişilmiştir.

Yalın, T., ve Çetinbakış, M. (2019). Uyuyan dev Çin’in yapısal ve ekonomik dönüşüm süreci. Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, Cilt 17, Sayı 3, 123-145.

Bu yayın, Mersin Üniversitesi Sosyoloji Yüksek Lisans programı Batı-dışı Modernlik Tartışmaları dersi bağlamında yapılmış bir ödevdir. Bu ödevde bana eşlik eden Mustafa Dönmez’e teşekkür ederim.

[1]Japonya’ya verilen rol Rusların, Çin ve Orta Asya üzerinden Hindistan’a ve sıcak denizlere inmesini engellemektir. İngiltere tarafından tampon bölge olarak kullanılır.

[2]Siyasi yapısının yanında din, ordu, ekonomi, sanayi vb. alanlarda genel bir reform yapılmıştır. Ayrıca toplumsal ve siyasal yapıyı hiç gözlerini kırpmadan tasfiye edip modernleşme çalışmaları başlamıştır. Bunun en büyük örneği Japonya’yı kuran samurayların tasfiyesidir.

[3]“Çin medyası belli ölçüde çeşitlilik içeren, reklam gelirleri ile ekonomik açıdan devletten ayrılabilen, fakat bununla birlikte ifade ve basın özgürlüğü alanında Çin Komünist Partisi’nin kontrolünün devam ettiği oldukça farklı bir sistemdir” (Budak ve Erdoğan, 2006: 110).

[4]“1980’lerden beri, Çin planlı doğum politikasının katı uygulanmasından dolayı, ailede çocuk sayısı 1960’lı ve 1970’lerdeki 3-4’ten 1’e düşürülmüştür” (Abudureyımu ve Hu, 2019: 137). Böylelikle yeni bir aile ‘dink aile’ tipi ortaya çıkmıştır. Dink aile, hiç çocuk yapmama sözü verenlere denilmektedir.

[5]Sun, partinin adını ilk olarak “Devrimci Birleşik Cephe” olarak belirtmek istemiş fakat daha sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir (Dillion, 2016: 159). Daha sonra bu partinin “Guomindang” adına evrildiğini görmekteyiz.

thumbnail
Önerilen Yazı
Ötanazi Bağlamında ‘Evde Ölmek Yerine Hastanede Ölmek’

Merhabalar, ben, Doğukan Altıparmak. Adanalıyım. Mersin Üniversitesi Sosyoloji yüksek lisans öğrencisiyim. Geçmişle yaşamayın ama geçmişi de unutmayın. Ve geleceği hayal edin. Çünkü her şey bir hayalle başlar.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir