Özet
Bu çalışmanın amacı nitel içerik analizi uygulayarak Seaspiracy adlı belgeselde geçen çevre söylemlerini ortaya koymak ve elde edilen bulguları risk toplumu kuramı ışığında tartışmaktır. Bu çalışmada Seaspiracy adlı belgeselde ticari balıkçılık nedeniyle okyanuslarda ortaya çıkan biyolojik çeşitliliğin yok olması, sürdürülebilir sertifikalardaki belirsizlik ve okyanuslardaki kirlilik gibi sonuçların insan ve canlı yaşamı için bir risk faktörü oluşturduğu ortaya çıkarılmıştır. Belgeselde sunulan çeşitli veriler, bilimsel bilgilere ve çeşitli sivil toplum kuruluşu üyelerinin deneyimlerine dayanmaktadır. Okyanusların gördüğü zararın tüm canlı yaşamını tehdit ettiği ana fikri, Ekosistem söylemi içerisinde çevre bilinci oluşturma çabası gütmektedir. Böylelikle, ekolojik zarardan sorumlu olanların düşünümsellik yolu ile zararı fark edip bunu düzeltmek için yeni alternatifler oluşturabilecekleri sivil toplum algısı tespit edilmiştir. Aynı zamanda belgesel, okyanus ekosistemini korumayı öne çıkarması bakımından Arkadyan söylemi merkezine almaktadır. Sonuç olarak, çevre bilincini Ekosistem söylemi üzerinden oluşturma çabası güden belgeselin, balık türlerinin ve okyanusların güzelliği üzerinden Arkadyan söylemi ekosistem söyleminin içerisine alarak çevre bilinci inşa etmeyi amaçladığı tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Çevre Sosyolojisi, Nitel İçerik Analizi, Risk Toplumu, Seaspiracy, Ticari Balıkçılık Endüstrisi
1.GİRİŞ
İnsan ve doğa etkileşiminde doğanın insani faaliyetler sonucunda zarar görmesi geri döndürülemez bazı ekolojik kayıplara yol açmaktadır. Medyada sunulan çevre konulu içerikler, toplumsal yapının sahip olduğu kültürel dokuyu içine alarak bir çevre algısı inşa etmekte ve bireylerin bu çevre algısını içselleştirmelerini sağlamaktadır. Sinema, edebiyat, yeni medya ile birlikte ortaya çıkan kullanıcı türevli içerikler çevre algısı inşa etmede ve halihazırdaki çevre sorunlarının oluşturduğu riskleri ve tehlikeleri sunmada oldukça önemli rol oynamaktadır. Bu çalışmada Ulrich Beck’in (2019) risk toplumu kuramı üzerinden 2021 yılında yayımlanan ve Ali Tabrizi’nin yönetmiş olduğu Seaspiracy[1] adlı belgesel analiz edilmiştir.
Çalışmanın amacı, belgesele içerik analizi uygulayarak (Neuman, 2010) oluşturulan kodlar ve kategoriler ışığında risk toplumu kuramı üzerinden belgeseldeki Arkadyan ve Ekosistem temalı çevre söylemlerini ortaya koymaktır. Çevrenin sosyolojinin alt dalı olarak 1970’lerde gün yüzüne çıkması ve farklı sosyolojik yaklaşımlar ile irdelenmesi alanın farklı çalışmalara konu olmasını sağlamıştır (Hannigan, 2006). Bu yaklaşımlardan İnsan İstisnacılığı, insanı ekolojinin merkezinde ele alınırken, Yeni Ekolojik Paradigma ekolojinin insan merkezli değerlendirilemeyeceğini öne sürmektedir (Eryılmaz, 2017c). Çevresel Adalet çevre sorunlarından dezavantajlı kesimlerin daha çok etkilendiği (Eryılmaz, 2017c, ss. 169), Derin Ekoloji ekolojiye bütüncül bakmak ve doğanın insan olmadan da var olabileceğini bilmek gerektiği (Heywood, 2011), Ekolojik Modernleşme teknolojinin doğa dostu olduğu ve doğa dostu teknolojileri kullanarak sürdürülebilir büyümenin sağlanabileceğini ifade etmektedir (Bakır ve Bahtiyar, 2013, ss. 1361-1364; Hannigan, 2006, ss. 26-30). Bu çalışmanın temel odak noktasını oluşturan kuram risk toplumu ise, servet üretimi anlayışının risk üretimine yol açtığı ve insan etkinliklerinin çevre üzerindekini tehlikeli etkisinin sosyal, kültürel, ekolojik problemleri doğuracağı fikrini savunmaktadır. Belgeselde ticari balıkçılığın okyanuslarda yarattığı çeşitli risklerin insanlara boomerang etkisi ile geri dönerek yaratacağı olumsuz sonuçların neler olduğu anlatılmaktadır. Çalışmada ticari balıkçılığın okyanuslardaki etkisine odaklanan anlatılar üzerine kurulu temaları, görünen ardındaki gerçekliği eleştirel bir yaklaşım ile (Bhaskar, 1998) irdelemek önemli görülmüştür. Bunun ardından içerik analizinden elde edilen kategoriler, Hannigan’ın (2006, 39-52’den aktaran Eryılmaz, 2017b) çevre söylemleri tipolojileri üzerinden analiz edilmiştir. Araştırmada elde edilen veriler, çevre sosyolojisi kuramları ışığında tartışılmış ve sonuç olarak elde edilen bulgular çevre söylemleri üzerinden değerlendirilmiştir.
[1] https://www.imdb.com/title/tt14152756/ (Erişim Tarihi: 23.06.2021)
1.1.Çevre Sosyolojisinin Ortaya Çıkışı
Doğanın kendi kendini yenilediği ve tüm canlıların doğal seleksiyona tabi olduğu düşüncesi 17. Yüzyıl Aydınlanma serüveninden başlayarak 19.yüzyıl’a kadar devam etmiştir. Bu aralıklarda, birçok filozof ve sosyolog, toplumların doğa gibi doğal bir evrim sürecinden geçtiğini öne sürmekte ve buna istinaden çevrenin bir yazgı misali bu evrim sürecinde belirleyici role sahip olduğunu söylemektedir. Ancak, 20.yy’a kadar salt coğrafi ve biyo-özcü bir bakıştan toplum ve çevre sorunlarının ele alınamayacağı, kültürün de belirleyici bir etken olduğu düşüncesi fark edilmeye başlanarak coğrafi belirlenimci düşüncenin sonuna gelinmiştir (Hannigan, 2006, ss. 1-4). 1955- 1975 yılları arasında sosyologların modernleşmenin ilerlemeci ve kalkınmacı duruşunu destekledikleri bilinmektedir. Ekonomik ve teknolojik gelişmeler ilerleme için en temel kaynakları teşkil etmekte ve bu yıllar arasında tüm meseleler ekonominin demir kafesine indirgenmektedir. Çevre sorunlarının tekrardan ikincil plana alınması, modernleşmenin ve sanayileşmenin ilerlemeci yönünün sadece ekonomik manada değerlendirilmesi, sosyologların “kalkınma ve ilerlemenin çığırtkanı” olmasını sağlamıştır (Catton ve Dunlap, 1970’ten aktaran Hannigan, 2006, ss. 4-6).
Karl Marx’ın erken dönem ve geç dönem yazıları düşünce sisteminin farklılaştığını gösteren nüveler barındırsa da, Marx’ın metinlerini analiz eden John Bellamy Foster’a göre Marx, metabolik yarılma kavramı ile ekonomik büyüme ve üretim ilişkisini çevre konuları üzerinden ele almıştır. Bu kavram, burjuva toprak sahiplerinin proleter çiftçiler ile girdiği yapay gübreleme tekniğinde yaşadığı çıkar çatışması sonucunda toprak verimliliğinin bozulması şeklinde tanımlanabilir (Foster, 1999’dan aktaran Hannigan, 2006, ss. 9-11). Weber’e göre, hayatın her alanında teknolojik uzmanlaşmanın ön planda olması ve rasyonel akla duyulan sonsuz güven, insanın rasyonelliğini meşrulaştırmak adına doğal çevreye zarar vermektedir. Bu durum, rasyonaliteden bekleyen olumlu sonuçların aksine tahripkar olan akılcılaşmanın irrasyonalliğini ortaya koymuştur (Hannigan, 2006, ss. 8). Durkheim’ın sanayileşme sonucunda mekanik dayanışmadan, organik dayanışmaya evrilen toplum modelinde artan uzmanlaşma ile birlikte iş bölümünün ortaya çıktığı görülmektedir. Catton (2002), Durkheim’ın yapmış olduğu bu dikotomik ayrımda, sanayileşmenin getirmiş olduğu kaynakların tükenmesi gibi sorunların yattığını söylemektedir. Catton’a göre Durkheim, ekolojik krize karşı insanların örgütlendiği kolektif bir dayanışma modeli sunmaktadır. Sınai üretim sonucunda oluşan farklı mesleki kollara dahil olan bireylerin artık toprakla uğraşmaması, toprağın verimli kalmasını ve ekolojinin korunmasını sağlamaktadır (Catton, 2002’den aktaran Hannigan, 2006, ss. 6-8).
Durkheim, toplumsal olguların yalnızca onları şeyler olarak ele alabilecek olan diğer toplumsal olgular ile açıklanabileceğini söyleyerek 19.yüzyıl’ın başlarında hakim paradigma olan sosyo-kültürel belirlenimciliğe yakın durmaktadır. Bu bağlamda, Durkheim sosyal olguları kültürel nedenlere indirgemiş ve doğal nedenleri toplum çözümlemesinin dışında bırakarak toplumun çevreyi belirleyen taraf olduğunu söylemiştir (Eryılmaz, 2017c, ss. 161). 1970’li yıllarda çevre sosyolojisinin bir alt alan olarak ortaya çıkışında hakim paradigma olan İnsan İstisnacılığı Paradigması’na göre, insan kültürel bir varlık olarak diğer tüm canlılara karşı eşsiz ve üstün bir konumdadır. Çevre ve toplumun ilerlemesi, insanın kültürel ilerlemesine bağlıdır ve insan aklının elverdiği tüm ilerlemeci hareketler, çevre aleyhine dahi olsa insan için gereklidir (Eryılmaz, 2017c, ss. 161). Catton ve Dunlap’ın 1978 yılında çevre sorunlarını kapsayan yeni paradigma arayışına karşın, Yeni Ekolojik Paradigma ortaya çıkmıştır. İnsan İstisnacılığı Paradigmasının aksine, doğal ortamın insan ve toplum yaşamını sınırlayabileceği çünkü sanıldığı gibi insan merkezli olmayan doğanın sonlu kaynakları bünyesinde barındırmadığı ifade edilmektedir (Eryılmaz, 2017c, ss. 161).
1.2. Çevre Sosyolojisinin Temel Kavramları Ve Kuramları
Göç konusunun gündemde olduğu Chicago kentinde yapılan sosyolojik çalışmalar ışığında insan ekolojisi yaklaşımı gündeme gelmiştir. İnsan ekolojisine göre, toplumsal yaşamın düzene girmesi, nüfus ve çevre arasındaki etkileşim sonucunda nüfusun azalması ile gerçekleşmektedir (Eryılmaz, 2017c, ss. 165). İnsan ekolojisinde olduğu gibi ÇÖNT modelinde nüfus, teknoloji, örgütlenme ve çevrenin birinde yaşanan değişim diğerini etkilemektedir. Çevrenin sosyo-kültürel anlamda nüfusu etkilediği ve teknolojinin çevreye yaptığı olumlu/olumsuz etki ele alınmaktadır (Eryılmaz, 2017c, ss. 166). Catton ve Dunlap’a göre, çevre birbirleri ile rekabet içerisine giren ve bu rekabet sürecinde baskın gelenin zayıf kalanı kısıtladığı, “yaşam alanı, ikmal deposu ve atık deposu” işlevlerine sahiptir. Fabrikasyon atıklarının çevreyi atık deposu olarak kullanması ve bunun sonucunda ikmal deposunda yaşanacak hava kirliliğinin yaşam alanını tehdit etmesi en nihayetinde, atık deposunun yanlış kullanımı sebebiyle ortaya çıkan kirliliğin galip geleceğini göstermektedir (Catton, 1993’ten aktaran Hannigan, 2006, ss. 19-20).
Ekonomik büyüme istencinin çevre üzerinde kullanım ve değişim değeri ayrılığı yaratıyor olmasının ifadesi olan koşu bandı üretimi, çevrenin ekonomik büyüme adına diyalektik bir sürece tabi tutulduğunu söylemektedir (Hannigan, 2006, ss. 21-23). 2. Dünya savaşından sonra yaşanan toplumsal ve ekolojik değişmeler üzerine koşu bandı üretimi yaklaşımını geliştiren kişi Schnaiberg’tir (Buttel vd., 2002, 49-54’ten aktaran Eryılmaz, 2017c, ss. 170-171). Ekonomik refah için sürekli bir büyüme fetişizmine dahil edilen kaynakların, daha iyi ekonomik metalar üretebilmek adına tüketilmesi, doğanın sonlu olmasından ötürü esasında, çevrenin tüketimine neden olmaktadır. Wallerstein’ın dünya sistemi anlayışı, çevre sorunlarının, merkez ülkelerin ekonomik büyüme isteklerinden kaynaklandığını söylemektedir. Merkez ülkeler, çevre ve yarı çevre üzerindeki tahakküm kurduğu için büyümek ve merkez ülkelere dahil olmak isteyen yarı çevre ülkeler geri kalmışlık baskısı neticesinde merkez ülkelerin kapitalist iktidarı altına girerek doğal kaynaklarını meta olarak pazarlayabilmektedir. Böylelikle, büyümenin dünya sisteminde söz sahibi olabilmek için akılcı bir girişim olduğunu düşünen yarı çevrenin merkez ile girdiği büyüme yarışı aynı zamanda bir koşu bandına üretimine dönüşmektedir. Çevre ülkeler ise, merkez ülkeler için doğal kaynakları üzerinde söz hakkı dahi olmayan sömürge metalarına dönüşmektedir (Barbosa, 2009’dan aktaran Eryılmaz, 2017c, ss. 168). Çevre sorunlarının eşitsizlik ve etnisite bakımından adaletsiz bir dağılım içerisinde olduğunu söyleyen çevresel adalet yaklaşımı, çevreci mücadelenin GSYH bakımından ülkelere göre farklılaştığını ve çevre sorunlarının dezavantajlı yönüyle karşılaşan kimliklerin eşitsizlikten daha fazla pay aldığını göstermektedir (Eryılmaz, 2017c, ss. 169).
Ulrich Beck, dışsal risklerden imal edilmiş risklere doğru bir süregelen çevre sorunlarının failini risk toplumu olarak görmektedir. Risk toplumu, 19. yüzyıl katı moderniteden akışkan moderniteye geçen dönüşlü modernleşme sürecinin toplumsal, siyasi, kültürel ve ekoloji temelindeki yapılanışını ifade etmektedir. Dönüşlü modernlik döneminde riskler üretilmekte ve sınıf gözetmeksizin herkesi etkilemektedir (Bakır ve Bahtiyar, 2013, ss. 1357-1361). Dönüşlü risk toplumunda, bilim ve gerçeklik hakikat yitimine uğramış, post bilimsel öznellikler ortaya çıkmıştır. Katı modernliğin doğasındaki demokratik siyasetin yerini, farklı çıkar gruplarının ve işletmelerin şirketleşen siyaseti almıştır. Beck’e (2019) göre, bilim tarafından üretilen risklerin görünmez yan etkileri üretim sürecinin sonunda gün yüzüne çıkmaktadır. Oysa, bu durum ortaya çıkmadan öngörülebilir olsa da egemen çıkarların gözetilmesinden dolayı görmezden gelinmektedir. Bu durum, dönüşlü modernliği etkileyen risk toplumunu tekrardan üreten boomerang etkisini ifade etmektedir. Dönüşlü modernliğin teknolojisinin servet üretimi mantığı sonucunda yarattığı ekoloji tahribatı risk olarak toplumlara ve uluslara salgın hastalıklar, kimyasal zehirlenme, nüfus, göç, doğum ve ölüm gibi sorunlarla temas edebilmektedir. Beck, servet üretimi mantığının yarattığı risk toplumuna çözüm önerisi olarak self- refleksivity yani öz- düşünümselliği önermektedir. Risklerin üreticisi insanlar, toplumlar ve hatta uluslar kendi içlerine dönüp ‘risklerin yarattığı çevre sorunlarından’ sorumlu olan bizleriz dedikleri anda bir farkındalık kazanacakları ve bu sorunları çözmek için yeni alternatifler deneyebilecekleri iddia edilmektedir. Yeni alternatif örneği olarak Beck, demokratik bir sivil toplum önerisi getirerek siyasetin ve bilimin hiyerarşik karar mekanizmasına, farklı çıkar gruplarından kişilerin de müdahil olması gerektiğini ifade etmektedir. Ekolojik modernleşme, modernleşmeyi durdurmak yerine, ilerlemeci anlayışın devam ettirilmesi gerektiği çünkü, teknolojinin doğayı koruyacağını ve teknolojinin ekoloji dostu olduğunu söylemektedir. Ekolojik modernlik teorisyenlerine göre, sürdürülebilir kalkınma modelleri ve yeşil kapitalizm gibi teknolojik ilerleme ve modern yaşamın refahının artması örnekleri toplumları geliştirerek çevreyi de geliştirecek ve çevre sorunları kendiliğinden ortadan kalkacaktır (Bakır ve Bahtiyar, 2013, ss. 1361-1364; Hannigan, 2006, ss. 26-30).
1.3.Ekoloji
1960’lı yıllar ile birlikte siyasallaşan Yeşil hareketin içerisine dahil olan ekoloji, ekonomik büyümenin yarattığı çevre sorunlarına karşı endişeli ve politik bir duruş sergilemektedir (Heywood, 2011, ss. 259-260). Doğa merkezli bir anlayış olan ekoloji, kendi içinde sığ ve derin ekoloji olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Sığ ekolojinin doğa korumacı tutumu ‘insan merkezli’ bir anlayıştan, derin ekoloji ise, doğayı doğa olduğu için korumayı önceleyen ‘ekoloji merkezli’ bir anlayıştan gelmektedir (Heywood, 2011, ss. 263). Newtoncu fizik yasalarından hareketle doğanın nesne olarak baskılanması ve kontrol altına alınmaya çalışılmasını eleştiren holistik doğa yaklaşımı, doğa ve ekosistemi bir bütün olarak görmektedir. Fritjof Capra tarafından ortaya konan holizmde doğa, “doğa ana miti” olan Gaia ile canlanmaktadır. Gaia düşüncesinde doğa, insan olmadan da var olmakta ve insan olmadan da var olmaya devam etmektedir (Capra, 1982’den aktaran Heywood, 2011, ss. 263-266). Temiz ve yenilenebilir enerjilerin kullanılması ve enerji üretimi ihtiyacının kontrol edilmesini öneren sürdürülebilir model, doğaya zarar veren enerjilerin (gaz, petrol vb.) kullanılmaması gerektiğini söylemektedir. Aynı zamanda sürdürülebilirlik, insanın doğal düzende yaratabileceği kaosu önlemek için doğaya dönmek ve insan ihtiyaçlarını üretim ilişkileri içerisinde küçük güzeldir mottosu ile sınırlandırmak demektir (Heywood, 2011, ss. 266-269). İnsanın düşünürken dahi kendini doğadan ayırması ve kendi ahlak yasalarına göre doğanın değerini inşa etmesini eleştiren derin ekolojistlere göre, doğa ve insan ilişkisinin bütüncül olarak ele alınması gerekmektedir. İnsanın kendini doğadan ayırıp doğa üzerinde karar vermesi doğayı insan aklının araçsallığına mahkum etmekte ve doğanın değeri, insan merkezli kurulan çevre ahlakı nezdinde iktidar kurabileceği bir yapı haline gelmiştir (Heywood, 2011, ss. 270-271). Böylelikle, insanın doğa üzerinde aldığı her karar onun aydınlanmacı aklının yapay ürünü olduğu için doğa, kendi özündeki değere yabancılaştırılmaktadır. Kendini gerçekleştirme prensibine göre insan, zenginliği elinde tutan ancak, bir o kadar o zenginliğin amacını kavrayamayan öz bilinçten yoksun bir varlıktır. Bireylerin kendilerini gerçekleştirebilecek potansiyele erişebileceği, ve o potansiyelin öz bilincin çıkar ve hırslardan arındırılmış en saf hali ile yönlendirilebileceği düşünülmektedir. Bu sayede, kendi özünün farkına varan insan doğayla bir olduğunu kavrayacak, ruhani uyanışa erişebilecek ve doğanın üzerinde kurduğu iktidardan vazgeçip onunla bütünleşecektir (Fox, 1990’dan aktaran Heywood, 2011, ss. 271-272).
1.4.Çevresel İletişim
Çeşitli çevre sorunları, çevresel farkındalık yaratma ihtiyacını doğurduğu için çevre konuları hakkında kamuoyu oluşturmak önemli görülmüştür. Günümüzde kamuoyu yaratmak için en güçlü aygıt medyadır ve çevre sorunlarını gündeme getirmek ve iletişim ağı oluşturmak medya aracılığı ile desteklenmektedir. Medyada sunulan çeşitli çevre haberleri, birbirinden farklı sosyal, ekonomik ve kültürel sermayeye sahip bireylere ulaşabilmesi bakımından fonksiyoneldir. Ayrıyeten, kanaat önderlerinin medyadaki imaj yaratma gücü ve medya dilini kullanarak kitleleri harekete geçirebilme opsiyonları dolayısıyla çevre sorunlarının siyasetçiler tarafından dile getirilmesi de çevresel iletişim açısından önemlidir. İnsan ve çevre arasındaki ilişkinin nasıl göründüğü ve nasıl gösterildiğini inceleyen çevre iletişimi çoğunlukla, erozyon, sel, küresel ısınma, ağaçların kesilmesi, orman yangınları vb. çevre sorunlarına dikkat çekmek istemektedir. Çevre iletişiminin medyadaki tezahürüne örnek vermek gerekirse, “ETİ’nin “Türkiye’nin Yarınları” projesi, Panasonic’in UNESCO işbirliği ile oluşturduğu “Okulumuz Yeşil” sloganının çevre teması ile halkı bilinçlendirmek ve çevrenin önemine dair farkındalık oluşturmak amacı güttüğü söylenebilir. Çevre konulu haberlerin halka nasıl sunulduğu çok önemli olduğu için çevre haberciliğinin de şeffaf ve güvenilir enformasyon sağlaması gerekmektedir. National Geographic Türkiye kanalı çevre iletişimi içerisinde önemli yer tutan çevre haberciliğine örnek gösterilebilir. Esasında, çevrecilik bilincinin kazanılması için çevre iletişiminin medyayı kullanma biçiminin halk üzerinde nasıl bir etki yapacağı da çok önemlidir. Bu nedenle çevre iletişimi, pragmatik ve çözüm odaklı olmanın yanında ayrıyeten ilettiği mesajın üretildiği kültürel yapı içerisinde işlevsel bir formda olmasına özen göstermelidir. İçinde yaşanılan toplumsal yapının hafızasına nüfuz edebilmek işlenen çevre temasını kültürel motiflerle destekleyerek mümkün olduğu için mesajın ürettiği anlamın birleştirici gücünün farkında olmak oldukça önemli bir diğer anekdottur. Çevrenin medyada sunumunda geçilen bazı süreçler mevcuttur ve özellikle çevre örgütlerinin sitelerinde bazı blog yazıları paylaşması yahut çeşitli kampanyalar düzenlemeleri kitleleri kendilerine çekmeye yardımcı olmaktadır. Kampanya veya haberlerle oluşturulmak istenen çevre algısı esasında bireylerin çevre ile ilgili düşünce dünyalarına inşa edilmek istenen çevre imgesi ile ilişkilidir. Çevre iletişiminde çevre konulu mesajların toplumsal katılımı artırıcı ve güvenilir olması gerekmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, bilim insanları, araştırmacılar, farklı kurum ve kuruluşların çevre ile ilgili karar alma girişimlerinde resmi sürecin halk ile paylaşılması gerekmektedir. Bu girişim sonrası halkın da söz hakkı olacağı için çevreye karşı duyarlılığın artırılacağı düşünülmektedir. Bireyler çevre ile ilgili konuların idari planlamasına dahil olabildikleri için çevreye karşı daha sağduyulu şekilde davranabilmektedir. Çevrenin popüler kültür nesnesi olarak müzik, sinema, mimari vb. alanlarda pazarlama amaçlı sunumu ise çevrenin kendisi için değil insani faaliyetler için değerli olduğu mesajını vermektedir (Demirel, 2014, ss. 66-84). Eryılmaz (2017a), National Geographic Türkiye Dergisi’ne içerik analizi uyguladığı çalışmasında çevresel medya içeriklerinin nasıl inşa edildiğini ortaya koymayı amaçlamıştır. Sonuç olarak, dergide çevrenin anlatım tarzında dramatik, bilimsel, felaket ve çatışma temalarının bir arada kullanıldığı tespit edilmiştir. Bunun yanında Eryılmaz’ın (2018), Sinop örneği üzerinden yerel basında çevre haberlerinin sunumunu ele aldığı çalışması ve çevre söylemleri üzerinden çevre temalı Avatar, Erin Brockovich, Kayıp Umutlar, Sisteki Goriller gibi filmlere içerik analizi uyguladığı çalışması (2017b) çevresel iletişimin akademik çalışmalar ışığında ortaya konan üretim biçimine örnek gösterilebilir. Çevrenin, çevre derneklerinin sosyal medya platformlarında topluluk sayfaları üzerinden çeşitli paylaşımlar yaparak gösterilmesi insanlara çevreye karşı bilinçli olmak için olmaları gereken çevreci kimliğin sunumu ile ilişkilidir (Eryılmaz, 2020). Böylelikle insanların çevreye karşı daha duyarlı bir kimlik algısı geliştirip çevre ve insan ilişkisinde insan merkezli düşünmekten uzaklaşacakları düşünülmektedir. Çevrenin korunması için geliştirilen çevre iletişimi, katılımcı çevreci protesto örgütlerinin fiilen gerçekleştirmek istedikleri bilinç oluşturma girişimini medya üzerinden gerçekleştirerek sınırlarını genişletmeyi hedeflemektedir.
İlginizi Çekebilir: Sosyolojik Film Analizi Nasıl Yapılır?
2. METODOLOJİ
Bu çalışmada eleştirel gerçeklik yaklaşımı (Bhaskar, 1998) ışığında görünen ardındaki gerçekliğe ulaşmayı temel alarak araştırmanın örneklemini oluşturan Seaspiracy adlı belgesele nitel içerik analizi uygulamak amaçlanmıştır (Neuman, 2010, ss. 466-467). Belgeselde elde edilen bulgular, kodlar ve kategorilere ayrılarak olarak sistematik bir şekilde yorumlanmıştır (Schreier, 2013’ten aktaran Eryılmaz, 2018, ss. 255). Elde edilen veriler ışığında Hannigan’ın üç tipoloji içerisinde sınıflandırdığı çevre söylemlerinin ortaya çıkarılması önemli görülmüştür. Hannigan, Arkadyan, Ekosistem ve Çevresel Adalet söylemlerini birer ideal tip olarak ele almaktadır. Arkadyan söylem, doğanın tinsel değeri ve güzelliğini öne çıkaran doğaya dönüş miti içeren muhafazakar bakış açısını barındırmaktadır. Ekolojinin doğal dengesinin insani faaliyetler sonucunda bozulduğunu öne süren ve bilimden faydalanan ekosistem söylemi, çevresel adaletin ön plana çıkarıldığı çevre adaleti söylemi ise, tüm insanların eşit şartlarda ve eşit ve sağlıklı çevre koşullarında yaşam hakkı olduğunu ifade etmektedir (Hannigan, 2006, ss.39-52’den aktaran Eryılmaz, 2017b, ss.124-125). Belgeselde Arkadyan ve Ekosistem tipolojisine uygun olan söylemler, içerik analizi ile oluşturulan kodlar ve kategoriler ışığında analiz edilerek risk toplumu (Beck, 2019) kuramı ışığında tartışılacaktır. Ali Tabrizi’nin yönettiği ve yapımcılığını Kip Andersen’ın üstlendiği Seaspiracy belgeseli, 24 Mart 2021 tarihinde Netflix dijital içerik platformunda gösterime girmiştir. Belgesel, ticari balıkçılığın okyanuslardaki biyolojik çeşitliliğe ve canlı yaşamına zarar vermesini konu almaktadır. Ali Tabrizi, Sylvia Earle, Rick O’Barry, Paul Watson, George Monbiot gibi isimlerin oyuncu kadrosunda yer aldığı belgeselin yardımcı yönetmenliğini Lucy Tabrizi yapmaktadır. 1 saat 29 dakika olan belgeselin IMDB[1] puanı, 8,2’dir.
Belgesel, Tabrizi’nin okyanus yaşamına çocukluğundan beri hayranlık duyduğu ifadeleri ile başlamakta ve ardından ticari balıkçılığın okyanuslara verdiği zararı konu edinmektedir. Ticari balıkçılığın okyanuslarda yaşayan canlılara ve özellikle balıkların yaşamına zarar verdiği söylemi merkeze alınmaktadır. Bu sektörün en çok Asya ülkelerinde yaygın olduğu ve sırf prestij için köpekbalığı yüzgeçlerinin çorbasını içtikleri gibi temalar üzerinden insani faaliyetlerin canlı yaşamına verdiği zarar noktasında ticari balıkçılık eleştirilmektedir. İnsanların temel ihtiyaçlarının dışında kalan bu girişimleri nedeniyle köpekbalıklarının ölümüne yol açtıkları için denizlerdeki türler arası dengenin bozulduğu öne sürülmektedir. Ticari balıkçılık nedeniyle gerek plastik ağların yarattığı okyanus kirliliği gerekse istenmeyen tür olarak okyanus canlılarının ölümlerine sebebiyet verme kapsamında biyoçeşitlilik dengesinin bozulduğu öne sürülmektedir. Köpekbalıklarının yüzgeçleri için öldürülmelerinin yanında, yunusların su parkları için öldürülmeleri, okyanuslardaki canlı dengesinin bozulması sonucunda iklim değişikliğinin derinleşmesi, sürdürülebilir balıkçılık sertifikalarının ardındaki lobici çevre grupları ve ticari kar güden şirketler, okyanuslardaki kölelik gibi temalar üzerinden okyanus yaşamının önemi anlatılmaktadır.
[1] (http-1).
3. BULGULAR
3.1. Okyanuslardaki Risk: Ticari Balıkçılık Sonucunda Yok Olan Türler
Beck (2019) servet üretimi mantığının ekolojik dengeyi bozduğunu ve üretilmiş riskleri ortaya çıkardığını söylemektedir. Ticari balıkçılık endüstrisi daha fazla kazanç elde etmek adına okyanus ekosistemini tahrip etmekte ve tür olarak balık çeşitlerinin yok olmasına sebep olmaktadır. İstenmeyen ağlara takılan yunuslar, yüzgeçleri için köpekbalıklarının öldürülmesi, balinaların su parkları için avlanması, okyanusların ticari balıkçılıkta kullanılan plastikler ile kirlenmesi sonucunda balıkların beslenme düzeninin bozulması gibi durumlar sadece okyanuslara veya balık türlerine değil insanlara da olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Okyanuslardaki dengenin bozulması ile birlikte insan sağlığının salgın hastalıklar, gıda zehirlenmesi ve iklim değişikliği gibi boomerang etkileri ile tehlikeye girdiği söylenebilir. Okyanuslardaki türlerin zarar görmesi tekrar riskleri üretenlere istenmeyen yan etkiler olarak geri dönerek insan sağlığını tehlikeye atmakta ve iklim değişikliğine yol açmaktadır. Ekonomik kar arayışının okyanus gibi ekolojik yaşam içerisinde önemli bir ekosisteme verdiği zarar, çeşitli bilim insanları ve çevre aktivistleri ile yapılan röportajlar ile desteklenmesi Ekosistem söylemini çağrıştırmaktadır. Belgeselde sunulan çeşitli veriler, bilimsel bilgilere ve çeşitli sivil toplum kuruluşu üyelerinin deneyimlerine dayanmaktadır. Okyanusların gördüğü zararın tüm canlı yaşamını tehdit ettiği ana fikri, Ekosistem söylemi içerisinde çevre bilinci oluşturma çabası gütmektedir. Böylelikle, ekolojik zarardan sorumlu olanların kendi içlerine dönerek düşünümsellik yolu ile zararı fark edip bunu düzeltmek için yeni alternatifler oluşturabilecekleri sivil toplum örgütlenmesi gerçekleştirilebilir. Aynı zamanda belgesel, okyanus ekosistemini korumayı öne çıkarması bakımından Arkadyan söylemi merkezine almaktadır. Sonuç olarak, çevre bilincini Ekosistem söylemi üzerinden oluşturma çabası güden belgesel, balık türlerinin ve okyanusların güzelliği üzerinden Arkadyan söylemi Ekosistem söyleminin içerisine alarak etkisini artırmaktadır.
Ali Tabrizi belgeselin başlangıcında arkadyan söylem örneği olarak, okyanusların güzelliğinden ve onu ne kadar büyülediğinden bahsetmektedir. Okyanusların büyüleyiciliği, 2019’da Nationatial Geographic haberinde görülen karaya vuran balinaların midelerinde 30’dan fazla poşet çıkması ile birlikte Tabrizi için son bulur (2:55) Tabrizi bu örnek üzerinden insanların denize olan etkisinden (3:26), ayrıca okyanusları hayatta tutan balinalardan (3:39), balinaların yüzeye çıkıp nefes aldıklarında fitaplanktonları besledikleri ve bunun amazon ormanlarından daha fazla karbondioksiti emdiğini, oksijenin %85’ini ürettiğinden bahseder. Bu durumun iklim değişikliğini önleyici ve doğal dengenin korunmasına yardımcı olmasının tüm canlı yaşamı için öneminden bahseder (3:53). Bu nedenle, Beck’in belirttiği gibi (2019) üretilen risklerin sınıf fark etmeksizin insanlara geri dönerek telafisi mümkün olmayan okyanus ekosisteminin kaybına yol açacağı bunun sonucunda insanlığın yok olacağı söylemi ile açıklanır (4:13). Taiji’de yunusların su parkları için öldürülmesi ve kapitalist şirketlerin bu uygulamayı desteklemesi yunusların sadece eğlence için öldürülmediğinin ardında Hong Kong’ta köpekbalıklarının yüzgeçleri için öldürüldüğü ve bunun da bir endüstriye dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Köpekbalıklarının okyanus sağlığını koruyan bir tür olduğu, ekosistemleri ve mercan resiflerini (18:44) hayatta tuttuğu ve yüzgeçleri için öldürüldüklerinde okyanusların bataklığa döneceği sonucunda da insanlığın yok olacağı söylemi 12 yıllık bir askerin köpekbalığı saldırısına uğraması sonrasında köpekbalıklarının resmini çekmeye ve su altı fotoğrafçılığı yapmaya başlaması örneği ile açıklanır. Bu durum fotoğrafçının okyanus ekosistemine dair bilgi edinmeye başlaması ile korkusunu yendiği söylemi üzerinden kendini göstererek Arkadyan söyleme yakın durmaktadır. Tabrizi, balina ve yunuslar kadar köpekbalıklarının da tür olarak korunması gerektiği söylemini köpekbalıklarının %90’ının yok olması sonucunda beklenmedik türlerin de yok oluşu söylemi içine alarak risk toplumu kuramındaki istenmeyen yan etkiler faktörüne gönderme yapmaktadır. (19:42). Fotoğrafçı, Ekosistem söylemi içerisinde köpekbalıklarının hedeflenmeyen av olarak ölümü sonucunda ekosistem içindeki risklerin çoğalarak artması ve bunun sonucunda istenmeyen yan etkiler ile karşılaşılmasını ticari balıkçılık nedene bağlamaktadır. Fotoğrafçı, insanların balık yiyerek bu endüstrinin olduğu kadar çevrenin tahrip edilmesinden sorumlu olduklarını ise şöyle açıklamaktadır:
“Köpekbalıkları dünya çapında yıllık ortalama on kişi öldürüyor. Karşılaştıracak olursak biz saat başı 11 ila 30 bin köpekbalığı öldürüyoruz. İşin inanılmaz tarafı, bunların neredeyse yarısı ticari balıkçıların hedeflenmeyen avı olduğu için öldürülüyor. Sonra atık olarak okyanuslara atılıyorlar. Yani köpekbalığı yüzgeci çorbasına engel olmak işin yarısı. Balık yemek köpekbalığı yüzgeci endüstrisi kadar hatta belki de ondan da kötü. Çünkü köpekbalığı yüzgeci endüstrisi sadece Asya’da ama balık yiyenler dünyanın her yerinde” (22:13).
Fotoğrafçı bu söyleminde insanların farkında olmadan ürettikleri risk faktörlerinden birisinin de beslenme biçimi olduğunun altını çizerek balıkçılık endüstrisinin okyanus ekosistemine ve tür olarak balık biyoçeşitliliğine etkisinin Beck’in (2019) risk toplumu kuramında açıkladığı gibi risklerin tekil gibi görünen ancak küresel olan bir problem olan balık yemekten kaynaklandığını ifade etmektedir.
3.2. Sürdürülebilir Yunus Dostu Sertifikaların Ardındaki Lobici Şirketler Ve İstenmeyen Yan Etkiler Sonucu Ortaya Çıkan Yunus Ölümleri
Katı modernliğin doğasındaki demokratik siyasetin yerini, farklı çıkar gruplarının ve işletmelerin şirketleşen siyaseti almıştır. Beck’e (2019) göre, bilim tarafından üretilen risklerin görünmez yan etkileri üretim sürecinin sonunda gün yüzüne çıkmaktadır. Oysa, bu durum ortaya çıkmadan öngörülebilir olsa da egemen çıkarların gözetilmesinden dolayı görmezden gelinmektedir. Böylelikle, gizlenen ancak beklenen çevresel zararın sonuçlarının sorumluluğunu alan hiçbir muhatap bulunmadığı için toplumda şirketlere ve kar amacı güden kuruluşlara karşı güvensizlik oluşmaktadır. Bu durum, dönüşlü modernliği etkileyen risk toplumunu tekrardan üreten boomerang etkisini ifade etmektedir. Bu noktada, belgeselde işlenen Yunus dostu sertifikaların aslında göründüğü gibi güvenilir olmadığı, bu ticaretin ardında bu sertifikayı üreten, pazarlayan ve çoğaltan şirket lobilerinin olduğu Beck’in ifade ettiği şirketler arası çıkar çatışmasının gözetilerek ekolojik tahribatın önemsenmemesi durumunu açıklar niteliktedir. Beck, servet üretimi mantığının yarattığı risk toplumuna çözüm önerisi olarak self- refleksivity yani öz- düşünümselliği önermektedir. Risklerin üreticisi insanlar, toplumlar ve hatta uluslar kendi içlerine dönüp ‘risklerin yarattığı çevre sorunlarından’ sorumlu olan bizleriz dedikleri anda bir farkındalık kazanacakları ve bu sorunları çözmek için yeni alternatifler deneyebilecekleri iddia edilmektedir. Yeni alternatif örneği olarak Beck, demokratik bir sivil toplum önerisi getirerek siyasetin ve bilimin hiyerarşik karar mekanizmasının ortadan kalkması ve farklı çıkar gruplarından kişilerin de çevre sorunlarının konuşulduğu bağlamlara müdahil olması gerektiğini ifade etmektedir.
Sürdürülebilirlik balıkçılık sertifika şirketi olan Sea Shepherd’ta kaptanlık yapan Peter Hammarstedt, hedeflenmeyen avların ticari balıkçılık endüstrisini destekleyen şirketler tarafından esasen hesaba katıldığı ve Beck’in (2019) risk toplumu kuramında belirttiği gibi kamuoyu ile paylaşılmadığı, durumun gizlendiği söylenmektedir (22:28). Tabrizi ile yaptığı röportajında bu konu hakkında öz-düşünümsellik üzerinden ticari balıkçılıktan kar elde edenlerin ve biyo-çeşitliliğin yok olmasına karşı daha fazla karı önceleyenlerin ekolojik tahribatı görmezden geldiklerini ise şöyle açıklamaktadır:
“Peter Hammarstedt: Çoğu insan balinalara yunuslara karşı en büyük tehdidin ticari balıkçılık olduğunu fark etmiyor. Ticari balıkçılar her yıl 300 binden fazla balina ve yunusu hedeflenmeyen av olarak öldürüyor.
Ali Tabrizi: Ya yunus dostu ton balığı gibi sürdürülebilirlik sertifikaları?
Peter Hammarstedt: Denizde çok uzun zaman geçirince fark ettik ki o sertifikalar genelde gerçekte olanları gizliyor” (25:07).
Örnekte görüldüğü ve Beck’in (2019) ifade ettiği gibi servet üretimini artırmayı hedefleyen ticari kar amacı güden Sea Shepherd’ın piyasaya sürdürülebilir ve yunus dostu olarak pazarladığı sertifikaların yunus ölümlerine sebep olduğu gerçeğini gizlemekte olduğu söylenebilmektedir.
Tabrizi, Yunus dostu ton balığı sertifikaların verildiği Earth Island Institute şirketinde ilgili birimde Mark J. Palmer adlı sorumlu kişi ile görüşmüş (25:45) ve sertifikaların güvenilir olup olmadığını sorduğunda sertifikaların güvenlik garantisi vermediği yanıtını almıştır (26:55) Ardından daha önce bu Sea Shepherd’ta çalışmış bir aktivist olan Ric O’Barry ile görüşerek yunus dostu sertifika söyleminin ardında Beck’in belirttiği gibi şirketlerin çıkar çatışmaları olduğu ve bu nedenle kamuoyuna güven vermediklerini ifade etmektedir (27:30). Tabrizi, ekosistem söylemine yakın duran gazeteci, yazar George Monbiot ile görüştüğünde, çevreci grupların dahi asıl gerçeği saklayarak denizlerdeki balık ölümlerine neden olan plastik pipetlerin ticari balıkçılık endüstrisinden kaynaklanan katı atıklar olduğunu gizlediklerini ifade etmektedir (28:00). Bu durum servet üretimini artırmak isteyen şirketlerden gelecek ekonomik desteği, çevre tahribatından daha çok önemseyen lobici çevre örgütlerinin güvenilir olmadığını göstermektedir. George Monbiot ekosistem söylemi içerisinde çevreci grupların şirketlerle çıkar birliği nedeniyle sessiz kaldıklarını düşünerek, Büyük Pasifikteki kirliliğin büyük çoğunluğunun ardında gizlenen gerçek ekoloji tahribatının sebebinin ticari balıkçılık olduğunu ise şöyle dile getirmektedir:
“Denizlerdeki plastiğe karşı mücadele eden gruplar bile o plastiğin çoğunlukla balıkçı ağları ve malzemeleri olduğunu söylemeye yanaşmıyor. Büyük Pasifik çöp alanını duyunca “Ne fena, kulak çubuklarımız ve plastik poşetlerimiz o çöp alanında yüzüyor.” diyoruz. Buradaki çöpün %46’sı atılmış balık ağı, ki bunlar deniz canlıları için plastik pipetlerimizden çok daha tehlikeli. Çünkü amaçları öldürmek. Bu kadar bariz bir durumu neden konuşmuyoruz? Neden plastik karşıtı kampanyalar bile balıkçılıktan söz etmiyor?” (28:29)
Farklı çıkar gruplarının lobileşme faaliyetlerinde tamamen ekonomik faydanın gözetilmesi sonucunda ekolojiye zarar vermesi ve bu durumun kamuoyundan gizlenen olumsuz sonuçlara dönüşmesi Beck’in (2019) belirttiği ve Monbiot’un ifadelerinde görüldüğü gibi, kamuoyunda şirketlere ve çeşitli çıkar gruplarına karşı bir güvensizlik oluşturmaktadır. Sonuç olarak, ticari balıkçılığın deniz ekosistemine etkisinin yapısal bir sorun olduğu gerçeğini gizleyen çıkar gruplarının servet üretimi mantığıyla hareket ettiği ve balık türünün yaşamını sürdürülebilirlik ve kirlilik adı altında gizlenen ekonomik büyüme istenci üzerinden tehdit ettiği için risk ürettiği söylenebilmektedir.
İlginizi Çekebilir: Sosyoloji Kitap Önerileri
4. DEĞERLENDİRME
Bu çalışmada, Ulrich Beck’in (2019) risk toplumu yaklaşımı ile Seaspiracy (Tabrizi, 2021) adlı belgeselin içerik ve söylem çözümlemesini yapmak amaçlanmıştır (Neuman, 2010). 1970’ler ile birlikte çevre sosyolojisinin ortaya çıkışı sosyoloji disiplininde çevre temasını içeren farklı yaklaşımları gündeme getirmiştir. İnsan İstisnacılığı yaklaşımında insan ekolojinin merkezinde ele alınırken, Yeni Ekolojik Paradigma ekolojinin insan merkezli değerlendirilemeyeceğini öne sürmektedir (Eryılmaz, 2017c). Çevresel Adalet çevre sorunlarından dezavantajlı kesimlerin daha çok etkilendiği (Eryılmaz, 2017c, ss. 169), Derin Ekoloji ekolojiye bütüncül bakmak ve doğanın insan olmadan da var olabileceğini bilmek gerektiği (Roussopoulos,2017), Ekolojik Modernleşme teknolojinin doğa dostu olduğu ve doğa dostu teknolojileri kullanarak sürdürülebilir büyümenin sağlanabileceğini söylemektedir (Bakır ve Bahtiyar, 2013, ss. 1361-1364; Hannigan, 2006, ss. 26-30). Risk Toplumu ise servet üretimi anlayışının risk üretimine evrildiğini söyleyerek insan etkinliklerinin çevre üzerindekini etkisini incelemeyi temel almaktadır (Bakır ve Bahtiyar, 2013). Toplum ve doğa arasındaki etkileşimde en önemli araçlardan birisi iletişim olduğu için çevre iletişimi medya aygıtları aracılığıyla toplumsal yaşam içerisinde çevre algısı üretmeyi amaçlamaktadır (Demirel, 2014; Eryılmaz, 2020). Çevre iletişimi alanında Eryılmaz’ın (2017a) National Geographic Türkiye Dergisi’ne içerik analizi uyguladığı çalışmasında çevrenin dramatik, bilimsel, felaket ve çatışma temaları üzerinden sunulan bir anlatıya dönüştüğü ortaya çıkarılmıştır. Ali Tabrizi’nin yönettiği ve yapımcılığını Kip Andersen’in üstlendiği Seaspiracy belgeseli 24 Mart 2021 tarihinde Netflix dijital içerik platformunda gösterime girmiştir. 1 saat 29 dakika olan belgeselde ticari balıkçılığın okyanuslarda yaşayan canlılara ve özellikle balıkların yaşamına zarar verdiği konusu işlenmektedir. Bunun yanında, ticari balıkçılığın plastik ağlar nedeniyle okyanus kirliliğine sebep olduğu ve deniz canlılarının ölümüne neden olması bakımından iklim değişikliği sorununu ortaya çıkardığı vurgulanmaktadır. Yorumlayıcı bir perspektif üzerinden incelenen belgeselde nitel içerik analizi kullanmak amaçlanarak, elde edilen verilere Hannigan’ın Arkadyan, Ekosistem ve Çevresel Adalet tipolojisi içerisinde sınıflandırdığı çevre söylemlerini (Hannigan 2006, 39-52’den aktaran Eryılmaz, 2017b) ortaya çıkarmak önemli görülmüş ve belgeselde çoğunlukla Arkadyan ve Ekosistem söyleminin etkin olduğu tespit edilmiştir. Ticari balıkçılık endüstrisinin okyanus ekosistemine verdiği zararların başında tür olarak yunusların su parkları için öldürülmesi, köpekbalıklarının yüzgeçlerinden çorba yapmak için öldürülmesi, balık avcılığında yunusların öldürülmediğine dair güven vermek için üretilen yunus dostu sertifikaların aslında güvenilir olmaması gelmektedir. Tüm bu ekolojik zararın faili insan olmakla birlikte, ticari balıkçılığın okyanuslarda yarattığı kirlilik ve ölümcül tehlikeler sebebiyle biyoçeşitliliğin azalması ortaya çıkmakta ve bu durumun sadece okyanuslara değil insanlığa karşı bir risk oluşturduğu söylenebilmektedir. Ticari balıkçılık endüstrisi nedeniyle okyanus ve denizlerdeki biyoçeşitliliğin devamlılığının tehlike altına girmesi karbon salınımını riskini ortaya çıkarmaktadır. Büyük Pasifiğin %50’sinin balık ağları ile dolu olduğu iddiası, istenmeyen balıkların avlanması ve buna istinaden iklim değişikliğinin ortaya çıkması endüstriyel balıkçılığın servet üretimi mantığının risk üretmesi sonucunda insan yaşamına boomerang etkisi ile geri dönüşünü açıklar niteliktedir. Okyanus bilgisinin çok önemli olduğu ve okyanusları korumanın aslında tüm ekosistemi ve canlı yaşamını korumak olduğunu, çeşitli aktivist ve bilim insanının okyanus bilinci oluşturmaya yönelik Ekosistem söylemini merkeze alarak risklerin üreticisi insanları düşünümselliğe davet ettiği görülmektedir. Okyanusların değerini ve güzelliğini tinsel bir biçimde öne çıkarması bakımından Tabrizi’nin söylemleri Arkadyan söyleme yakın durmakta ve Arkadyan söylemi Ekosistem söylemi ile birlikte kullanarak Beck’in belirttiği gibi, riskin üreticisi insanların çevreye yönelik farkındalığını artırmayı amaçladığı görülmektedir.
Schnaiberg’in belirttiği gibi ekonomik büyüme istencinin çevre üzerinde kullanım ve değişim değeri ayrılığı yaratıyor olmasının ifadesi olan koşu bandı üretimi, ekonomik büyüme adına ticari balıkçılıktan elde edilecek değişim değeri için okyanuslardaki balık türlerinin yaşam alanını tehlikeye sokarak diyalektik bir sürece tabi tutmaktadır (Hannigan, 2006, ss. 21-23). Ticari balıkçılıktan elde edilmek istenen ekonomik kar için sürekli istenmeyen av olarak öldürülen yunusların yunus dostu ton balığı sertifikaları ile kamufle edilerek ortaya çıkan biyoçeşitliliğin azalması sonucunun göz ardı edilmesi sadece değişim değerinin ön planda tutulduğunu göstermektedir. Bu durum bir süreç misali tekrar ettiği için okyanuslarda koşu bandı üretilmekte ve okyanusların su canlıları için ifade ettiği yaşam alanının sadece ekonomik değişim değeri olarak görüldüğünü göstermektedir. Belgeselde Tabrizi’nin ifadelerine göre okyanusların kendi varoluşlarından gelen bir içsel değerleri olduğu ve bu nedenle onu doğal dengeyi bozmayacak şekilde korumak gerektiği vurgusunun ön planda olması Derin ekoloji ve Korumacılık öğretilerine yakın durmaktadır (Roussopoulos, 2017, ss. 65-66-19).
4.1. Öneriler
Bu çalışmada, Ulrich Beck’in Risk Toplumu (2019) kuramı üzerinden Seaspiracy (2021) adlı belgesel analiz edilmiştir. Ekonomik faaliyetlerin ardındaki tehlikelerin görünmeyen yüzünün yarattığı risklerin okyanus ekosistemindeki tezahürü ele alınmıştır. Bundan sonraki çalışmalarda farklı çevre sosyolojisi kuram ve yaklaşımları üzerinden Seaspiracy adlı belgesel ele alınıp incelenebilir ve bu çalışma ile kıyaslanarak farklı bir bakış açısı sunularak alanyazına katkı yapılabilir.
- Toplum-Çevre Etkileşimi dersi kapsamında hazırlanmış olan bu çalışmanın hazırlanış sürecinde değerlendirmeleri, yorumları ve emeği için Doç. Dr. Çağrı Eryılmaz’a teşekkür ederim.
KAYNAKLAR
- Bakır. H. ve Bahtiyar. G. (2013). Ekolojik modernleşmeye karşı risk toplumu. II. Türkiye Lisansüstü
- Çalışmaları Kongresi – Bildiriler Kitabı V. 1355-1365.
- Beck, U. (2019). Risk Toplumu. (Çev: K. Özdoğan ve B. Doğan). İstanbul: İthaki Yayınevi.
- Bhaskar, R. (1998). The Possibility of Naturalism: A Philosophical Critique of the
- Contemporary Social Sciences, London: Routledge
- Demirel, S.D. (2014). Dünyada ve Türkiye’de çevre iletişimi ve çevre haberciliği eğitimi. Yüksek
- Lisans Tezi. İzmir: Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
- Eryılmaz, Ç. (2017a). Çevresel Medya İçeriklerinin İnşası: National Geographic Türkiye Dergisi
- Örneği. Folklor/edebiyat, 23(91), 125-142.
- Eryılmaz, Ç. (2017b). Çevre Söylemlerine Göre Çevre Konulu Filmlerin Analizi. Bilgi Sosyal
- Bilimler Dergisi, (1), 117-147.
- Eryılmaz, Ç. (2017c). Sosyal bilim paradigmaları çerçevesinde çevre sosyolojisinin kuramları ve
- kavramları. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 27(1), 159-174.
- Eryılmaz, Ç. (2018). Yerel Basında Çevre Haberlerinin Sunumu: Sinop Örneği. https://www.academia.edu/download/58559542/Eryilmaz__Cagri._2018._Yerel_Basinda_Cevre_Haberlerinin_Sunumu_-_Sinop_Ornegi.pdf (Erişim Tarihi: 23.06.2021).
- Eryılmaz, Ç. (2020). Çevresel İnşacılık Açısından Sanal Dünya: Instagram’da Çevreci Kimlik
- Sunumu. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 30(1), 383-398.
- Hannigan. J. (2006). Environmental Sociology. Londra: Routledge.
- Heywood., A., (2011). Siyasi İdeolojiler. Ankara: Liberte Yayın Grubu
- Neuman, W. L. 2010. Toplumsal Araştırma Yöntemleri I-II. İstanbul: Yayınodası.
- Roussopoulos. D. (2017). Politik Ekoloji. İstanbul: Sümer Yayıncılık
- Tabrizi, A. (Yönetmen). (24 Mart 2021). Sea-Spiracy. (Dijital İçerik Platformu Yayını). ABD: Netflix.
Çok kapsamlı bir yayın olmuş, tebrik ederim.
Teşekkür ederim.