Başlıklar
Osmanlı’nın Son Dönemlerinde Ekonomi
“Osmanlı Devleti’nde toplumsal sınıfları burjuvazi ve proletarya olarak ele almak mümkün görünmemektedir. Çünkü Osmanlı Devleti patrimonyal bir devlettir ve Avrupa’da feodal dönemde olduğu gibi, Anadolu köylüsü hiçbir zaman serf olmamıştır.” (Akt. Bakan ve Eren, 2017:129). Osmanlı ekonomisi, imparatorluk yıkılana kadar, köylü toplum yapısı gereği tarımsal bir ekonomi olarak varlığını sürdürmüştür. Toprağın bol olmasına karşın emek gücü ve sermaye genellikle yetersiz kalmıştır. Ulaşım altyapısının dönemin Avrupa ülkelerine ve günümüze nazaran gelişmemiş ve yetersiz oluşu sebebiyle, tarımsal üretimler ticari değil geçimlik olarak sürdürülmüştür. “Osmanlı Devleti’nde tarımsal üretim yoğun ve ağırlıklı olarak küçük aile işletmeleri tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bir çift öküz ile çekilen sabandan oluşan bu ünite, miri arazi sistemi ve çift-hane sistemi olarak bilinen tarımsal yapıların şekillenmesine katkı sağlamıştır.” (Başaran, 2020:58).
19.yy’ın başlarında Osmanlı topraklarında yaşayan 25-32 milyon arası vatandaş olduğu tahmin edilmektedir. Bunların 11 milyonu Asya’da, 11 milyonu Avrupa’da ve geri kalanların çoğunluğu Kuzey Afrika’da bulunuyordu. Bu yüzyılın başlarında Osmanlı (tüm kıtalarda) toplumunun demografik bir dönüşüm süreci geçirdiğini söylemek mümkündür. Zira nüfus, etno-dinsel açıdan homojenleşmeye başlamıştı. Gayrimüslim nüfus sayısı azalmaya başlarken, Müslümanların sayısı her geçen gün artmaktaydı. Bunun en büyük sebebi ise, 1832’de günümüz Yunanistan’ının güneyi olan bölgenin bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Karadağ gibi ülkelerin de bağımsızlıklarını kazanmalarıdır.
19.yy boyunca Osmanlı ekonomisinde hem içte hem de dış ticarette hacim artarken dış ticaret payı iç ticarete nazaran sınırlı kalmıştır. “Bu dönemde dış ticaretinin hacmi imparatorluk içerisindeki toplam üretimin % 2-3’ünü aşmıyordu ve hem imparatorluğun kendi içindeki bölgelerarası ticaret, hem de Rusya ve Mısır ile yapılan ticaret hacim bakımından Orta ve Batı Avrupa ile olan ticaretten daha önemliydi.” (Kurt vd., 2016:247). Ancak 19.yy’ın ikinci yarısından sonra %10 seviyelerini görmüştür. Dış ticaretteki bu artışın çoğunluğu Avrupa ülkeleriyle yapılan ticarette gerçekleşirken; bu artış ilerleyen dönemlerde Osmanlı’nın aleyhine gelişerek büyük bir ticaret açığının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Yine de ilerleyen zamanlarda, göçebelerin köylüleşmesiyle beraber tarımda bir ticarileşme söz konusu hale gelmiştir. Köylüler geçimlik üretimden yavaş yavaş koparak piyasada satacak kadar üretim yapmaya başlamışlardır. Yine de bu durumun imparatorluk genelinde yaşandığını söyleyemeyiz. Toprak yapıları ve ulaşım altyapısının uygunsuzluğu sebebiyle, imparatorluğun önemli ihraç limanları olan ve dünya ekonomisiyle köprü kurmasını sağlayan Çukurova, Kıyı Ege, Cebel-i Lübnan ve Makedonya dışındaki bölgelerde, bu ticarileşmeden söz edemeyiz.
Bunun yanında her ne kadar geç sanayileşme ve kapitalistleşme söz konusu olsa da, Osmanlı’da etkisini gösteren bir de imalat ve sanayi sektörleri bulunmaktaydı. Osmanlı’da sanayileşme döneminin genel olarak Tanzimat itibariyle yaşandığı düşünülmektedir. Bu sektörün fazla bahsinin geçmeme sebebi aslında, sektörün çökmüş veya gerilemiş olmasından ziyade Osmanlı ekonomisindeki imalat payıyla Avrupa ekonomisindeki imalat payının yarışamıyor olmasıdır. Yani Osmanlı, Avrupa’nın imalat payına karşılık verecek kadar imalat sektörünü geliştirememiştir. “Yaygın kanının aksine, Osmanlı imalat sektörü çökmemiş, hatta mutlak olarak gerilememiş; varlığını sürdürmekle birlikte Batı’da yaşanan imalat patlamasına tam olarak cevap veremeyerek göreli olarak gerilemiştir.” (Atılgan vd., 2015:51). Buna ek olarak, 19.yy’da yaklaşık 25-32 milyon civarı insan yaşadığını göz önüne alırsak, bu nüfusun yaklaşık %80’lik kısmının tarımla uğraştığı ve aynı zamanda kırsalda yaşayıp imalat sektöründe yer alanların da bulunduğu bilinmektedir. Yine de imalat sektörünün de ticaret gibi yoğunlaştığı belli bölgeler bulunmaktaydı: Selanik ve Makedonya, Batı Anadolu, Samsun-Trabzon sahil şeridi, Güneydoğu Anadolu-Kuzey Suriye hattı. Dolayısıyla sanayinin yok denecek kadar az olması ve ticaretin de sınırlı bölgelerde yapılması sebebiyle ülkenin neredeyse Çok Partili Dönem ortalarına kadar tarımla –ve özellikle tahıl yetiştiriciliği ile hayvancılık- uğraştığı söylenebilir. “Osmanlı hükümeti 1830 ve 1840’larda birtakım devlet fabrikaları kurmuş (Feshane Fabrika-i Humayunu-1833, Hereke Fabrikai Humayunu-1845, Levazımat-ı Umumiye-i Askeriye Bez Fabrikası-1855, vs…) ayakta kalan fabrikaların bazıları da Cumhuriyet’e devrolmuştu.” (Altun, 2007:179). Özellikle Güneydoğu, Doğu Anadolu, Çukurova ve Söke gibi bölgelerin dışındaki yerler geçimlik üretim yapan aile işletmelerine sahipti.
“Sanayi ve ticaretin gelişimiyle birlikte ise yeni ürünlere duyulan ihtiyaç artmış ve bu durum klasik köylü ailesinin yapısında da önemli değişiklikler yaratmıştır.” (Başaran, 2020:57). Köylülerin sanayi tesislerinde imal edilen ürünlere ulaşamıyor oluşuyla paraya duyulan ihtiyaç artış göstermiştir. Bu ihtiyaç da zaman içerisinde sömürünün gelişmesine zemin hazırlayarak köylüyü, pazar süreçlerine ve paraya bağımlı hale getirmiştir. Yani Marksist bakış açısıyla köylü ve tarım ilişkisi, sömürü bağlamında özetlenebilmektedir.
Osmanlı ekonomisinin kapitalistleşme düzeyi ve dünya ekonomisine bağlılığı arttıkça yabancı sermaye de Osmanlı ekonomisine etki etmeye başlamıştır. Avrupa ülkeleri ve yabancı şirketler, Osmanlı’ya ait pek çok yeri ve işletmeyi almış, fon yatırımı ve doğrudan yatırımlarla ekonomiye dahil olmaya başlamıştır. “Artık Osmanlı pazarı Avrupa üretimi mallara karşı açık bir duruma gelmiş, yerli mamullerin yerini giderek artan bir hızla yabancı mallar almaya başlamıştı. Bu durum sınırlı ve belirli bir kalitenin üstünde üretim yapamayan Osmanlı küçük üreticisi, zanaatkârını ekmeğinden ederek, devletin vergi gelirlerinin düşmesine de yol açmak gibi zincirleme sonuçlar doğurmuştur.” (Seyitdanlıoğlu, 2009:54). Özellikle Fransız ve Britanyalıların sermayelerine ait yatırımları gördüğümüz bu dönemde, ulaşım altyapısı, madencilik ve kentsel hizmetlere yönelik yatırımlar artış göstermiştir. Diğer Batı ülkelerinin sermayelerinin de ekonomide yer almaya başlamasının beraberinde, imparatorluğun dış ilişkilerinde yabancı sermaye ve ticaret de etkin rol oynar hale gelmiştir.
Kentsel Küçük Üreticilik Örneği Olarak Bursa Dokuma Fabrikaları
Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına kadar loncaların önemli bir yeri vardır. Bu nedenle, 15 ve 16.yüzyıllarda Bursa’da ipekten kumaş dokuyanlar, kadifeciler loncası içerisinde örgütlenmiştir. Aktar (1990) kitabında, Halil İnalcık’ın bir araştırmasının sonucunu paylaşmış, 1502’de Bursa’da ipekli kumaş dokuma tezgahlarının sayısının 1000’i bulduğunu ifade etmiştir. Aynı dönemde İstanbul’da ise 300 civarı ipek dokuma tezgahı tespit edilmiştir. “… Fabrikalar çoğunlukla dokuma alanında faaliyet gösterdiği için İstanbul ve Bursa civarında modern çiftlikler kurularak koyun yetiştirilmiş ve kaliteli yün elde etmeye çalışılmıştır.” (Kurt vd., 2016:252). Ancak özellikle Bursa’nın iki özelliğinden söz edeceğiz: sanayi merkezi oluşu ve ticaret merkezi oluşu.
Bursa’daki dokumacıların ham ipek ihtiyacını İran’dan gelen kervanlar gidermekteydi. Bu sebeple Bursa ipekli kumaşın üretim yeri/sanayi merkezi konumundadır. Fakat 1725 yılı sonrasında, dönem savaşları ve uzak doğudan alınan ipek dolayısıyla, Osmanlı-Avrupa arasındaki ham ipek ihracatında düşüşler ve duraksamalar yaşanmıştır. Bu düşüşler sebebiyle 19.yüzyılın başlarına kadar dokumacıların sıkıntı yaşadıklarını ifade etmek yanlış olmayacaktır. “Gerek ham ipek fiyatındaki azalmalar ve gerekse lonca sisteminin iç işleyişinde gerçekleşen çözülmeler sonucu, 1600’lerden itibaren Bursa kadifeciler loncasının sadece artık bir ‘esnaflar birliği’ olarak varlığını sürdürdüğünü tahmin edebiliriz.” (Aktar, 1990:155). Ancak 19.yüzyılın ilk yarısında Bursa’da, ham ipek ipliğinin kozadan çekilmesi işlemine başlanmasıyla 1838’de Falkheisen, ilk filatür fabrikasını kurmuştur. Ardından 1845’te ikincisinin de kurulmasından sonra, Bursa’da iplik çekme fabrikalarında çalışan sayısı 1850’nin sonunda 3800’leri görmüştür.
Fabrikalarda yoğun ücretli emek kullanımıyla gerçekleşen bu sanayi, bir süre sonra Bursa’daki dokuma tezgahlarına değil de Fransa Lyon’daki dokuma tezgahları için üretim yapan bir sanayi halini almıştır. Bu noktada Bursa, Avrupa’ya ticaretin sağlandığı merkez konumundadır. Bu sayede, 19.yüzyılın ikinci yarısında Bursa’dan ihracatın %90’ı Fransa’ya, geri kalan kısmın büyük çoğunluğu da diğer Avrupa ülkelerine yapılır hale gelmiştir. “Bursa, dünya ekonomisine ipek ipliği satarak eklemlenen ve bölge içindeki iç ilişkileri bu ekonomik faaliyet tarafından belirlenen bir şehir haline gelmişti.” (Aktar, 1990:160).
Cumhuriyet Sonrası
“Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda sanayileşmeyi başaramamış ve kapital birikimine sahip olmayan ekonomik, siyasal ve kültürel bir mirası devralmıştır.” (Bakan ve Eren, 2017:132). Aynı zamanda savaştan çıkmış bir ülke olan Türkiye’deki sektörlerin dağılımını Özkardeş (2015:26) şöyle ifade etmiştir: “…ülkede 65.000 işletmenin faaliyette bulunmakta olduğu; bu işletmelerin sektörel olarak dağılımına bakıldığında, %43,6’sının tarım ürünleri, %23,9’unun dokuma ve %22,6’sının da maden, sanayi ve makine yapım/onarımı üzerine faaliyette bulundukları anlaşılmakta…”
Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından İstanbul’daki Türk tüccarlar, dış ekonomiyle ilişkilerde azınlık tasfiyeleri sebebiyle oluşan boşluğu doldurmak amacıyla, Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurmuşlardır. Ankara Hükümeti ise savaş sonrası ekonomisinin sorunlarını belirleyip gidermek için toplanacak olan İzmir İktisat Kongresi hazırlıkları içerisindeydi. “… yeni kurulacak olan devlette, sanayi ve ticaretin gelişiminde öncü rol üstlenecek milli nitelikli bir bankanın kurulması fikri, ilk olarak 1923 yılında İzmir’de toplanan I. İktisat Kongresi’nde ortaya atıldı ve kabul gördü.” (Altun, 2007:94).
İzmir İktisat Kongresi
Şubat 1923’te toplanan ve amacı, savaştan yorgun ve maddi açıdan büyük kayıplarla çıkmış olan ülkeyi düze çıkarmak ve gerekli iktisadi ihtiyaçları belirleyip onlara uygun politikalar uygulamak olan bu kongrede alınan kararlar iki bölümden oluşmaktadır: “Misak-ı İktisadi” ve “Çiftçi, Tüccar, Sanayici ve İşçi Gruplarına İlişkin Esaslar”. Misak-ı İktisadi kararlarını kısaca şöyle özetleyebiliriz: Mümkün olduğunca lüks ithalattan kaçınıp yerli üretime geçmek ve ancak milli ekonomiye katkısı olan yabancı sermayeye izin vermektir.
İkinci bölüm olan “Çiftçi, Tüccar, Sanayici ve İşçi Gruplarına İlişkin Esaslar” da yer alan bazı kararlardan şöyle bahsedebiliriz:
- Tütün tarımı ve ticareti serbestleştirilecek, vergi tüketiciden alınacak.
- Aşar vergisi kaldırılıp yerine daha uygun bir vergi getirilecek. İç gümrük kaldırılacak.
- “Ziraat Bankası” yeniden düzenlenecek.
- “İş Bankası” ve “Sanayi ve Maadin Bankası”
- Teşvik-i Sanayi Kanunu beş yıl sonra 25 yıl süreyle uzatılması sağlanacak.
- Ulaşım altyapısı geliştirilerek deniz ve demiryollarına önem verilecek.
- İşçilerin çalışma saatlerinin yeniden düzenlenmesinin yanında, 18 yaşından küçüklerin çalıştırılmasına izin verilmeyecek. İşçilerin sendika hakkına karışılmayacak ve “amele” sözcüğü kullanılmayacak.
Bu kongre sonrasında sanayicilerin istek ve ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenen kararlarla, sanayiciler ve işverenler için özendirici ve yeni kolaylıklar sağlanmıştır. “Ülkenin ekonomik olarak kalkınabilmesi için sanayileşmek bir zorunluluktu. 1927 yılında sanayi kuruluşlarının teşviki ve korunması amacıyla Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı. Bu kanunda sanayi sınıflara ayrılmıştı ve her sınıfın, taşıdığı önem derecesinde kanunun getirdiği muafiyetlerden faydalanması öngörülüyordu.” (Altun, 2007:113).
1927 Sanayi Sayımına göre: sanayi işletmesi sayılabilecek toplam 65.245 işyerinde yaklaşık 257 bin kişi çalışıyordu. Bu işyerlerinin %80’inde 3 ya da daha az işçi çalışırken, 5’ten daha az işçi çalıştıran işyerlerinin oranı %90’ı buluyordu. En az 10 işçi çalıştıran işyerleri fabrika kabul edildiği taktirde, Türkiye’deki işletmelerin %98,7’si fabrika sayılamazdı. Sanayi kesimi işçilerinin %67’si fabrikada değil, küçük atölye ve imalathanelerde çalışıyordu. Yeni kanundan yararlanan şirket sayısının hızla çoğalmasının ardından yerli sanayiyi korumak amacıyla 1929’dan itibaren yüksek gümrük tarifeleri uygulamaya konulmuştur.
Devletçiliğe Geçiş
1929 Ekonomik Krizi, New York Borsası’nda hisse senetlerinin ani şekilde düşmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu kriz, tüm dünyada üretim faaliyetlerinde ve uluslararası ticarette çok büyük oranda düşüşlere yol açmıştır. Başta kriz merkezi ABD olmak üzere pek çok fabrika, banka ve işletme iflas bayraklarını çekmiştir. Ancak Türkiye, diğer ülkelerle kıyaslandığında bu bunalımı daha az zararla atlatmış bir ülkedir. Zaten kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olan ve tarım dışında pek çok sektöre de sahip olan bir ülke olan Türkiye, olumsuz etkilerden daha az etkilenmiştir. Yine de 1930’da Türkiye’de, bunalımın etkilerini minimuma indirmek için bazı önlemler alınmıştır. Bu da ancak “devletçilik” uygulamasına geçişle mümkün olacaktır.
Türkiye’de krizin genel etkilerinden kısaca bahsedecek olursak: para değerinde düşüş gözlemlenmiştir. İhraç mallarındaki fiyatlar azalmış, bu sebeple dış ticaret olumsuz etkilenmiştir. Dış ticarette olduğu kadar iç ticarette de gerilemeler görülmüş, tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatlarında azalma yaşanmıştır. Sanayi sektörü krizden fazla etkilenmedi zira bu yıllarda devlet bizzat sanayi sektörüne ciddi yatırımlar yaptı ve sanayiyi destekleme çabaları arttı, imalat sanayisinin gelişimini sağladı. Bunun yanında özel sektörün sanayi yatırımları da devlet tarafından desteklenmiştir. “Sanayileşme programının uygulanmasında alışılmadık bir yol olarak devlet kapitalizmine başvurulması, 1931 yılı içinde gündeme girdi.” (Altun, 2007:179). 1929-1938 yılları arasındaki dönem, “devletçiliğe geçiş” olarak adlandırılabilecek bir korumacılık dönemi şeklinde ifade edilebilir. Devletçilik politikasına geçişte etkili olan faktörleri şöyle sıralayabiliriz:
- 1923-29 yılları arasında uygulanan liberal ekonomi politikalarından beklenen olumlu sonuçların alınamaması.
- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB)de uygulanan planlı ekonomi modelinin ilk sonuçlarının başarı göstermiş olması.
- O güne kadar uygulanan ekonomi politikalarının, ABD’de patlak veren bu krize çözüm üretememesi dolayısıyla ekonomide devlet müdahalesi fikrinin popülerleşmesidir.
Atatürk’ün devletçilik rejiminin ilkelerini de şöyle özetleyebiliriz: Özel teşebbüs esastır. Yetersiz kaldığı yerde devlet müdahale edecektir. Devlet teşebbüsleri sanayi sektörü için geçerlidir. Tarımda devletin rolü olmayacaktır. Yalnızca çiftlikler kurarak gerekli teknolojiyi sağlayacaktır.
30’lu yılların ortalarından sonra ekonomide önemli gelişmeler görülmüştür. Burjuvazi, işçi, köylü gibi toplumun farklı kesimlerinin gelirleri artmaya başlamış, bununla birlikte 30’ların başlarında görülen tarımsal gerileme yeniden toparlanma yoluna girmiştir. Ancak yeni bir dünya savaşının patlak vermesi, bu olumlu gelişmeleri kesintiye uğratmıştır.
Kalkınma Planları
“Devletçi sanayileşme” denen bu dönem, 1933’te hazırlanan ve 1934’te uygulamaya konulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile başlamıştır. Sanayi planı olması sebebiyle tarım ve hizmet sektörü bu planın kapsama alanına girmemekteydi. Uygulanan devletçi politikalar, özel sektörün sanayi yatırımlarını dışlamıyor, hem kamu hem özel kesime ait yatırımları desteklemekteydi. Hazırlanan bu planda; tekstil, demir-çelik, porselen ve kağıt sanayileri gibi sektörlere yer verilmiştir.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden örnek ve aynı zamanda başta maddi olmak üzere yardımlar alınarak hazırlanan bu planda, ham maddesi Türkiye’de bulunan veya ithalatı sağlanabilecek ürünlerin sanayisi üzerinde çalışılmıştır. İleri teknoloji ve toplumun koyabileceğinden daha fazla sermaye gerektiren sanayiler devlete bırakılmıştır. Karar verilen sanayinin üretim kapasitelerinin de, Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve giderlerine göre hesaplanmasına karar verilmiştir. 20 civarı fabrikanın kurulmasına ve ülkenin çeşitli koşullarına ve ihtiyaçlarına göre belli bölgelere yerleşilmesi kararı alınmıştır.
Bu plan sayesinde kalkındırılması hedeflenen sektörler ise, dokuma, maden, kağıt, kimya, taş ve toprak (cam, seramik vb.) sektörüdür. Bu dallarda gerekli fabrikaların kurulması için ayrılan bütçe 43.453.000 TL olarak kararlaştırılmıştır. Gerekli finansmanın ise Sümerbank ve İş Bankası tarafından karşılanması kararı alınmıştır. “Gelişmeler takip edildiğinde, kalkınmanın devlet tarafından yapılmasına ve 1933’te kurulan Sümerbank’ın da I. Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulayıcı organı olmasına karar verildi. Sümerbank işe hızlı başladı ve başta Bakırköy, Feshane, Hereke ve Beykoz gibi fabrikaları Devlet Sanayi Ofisi’nden devraldı.” (Altun, 2007:202).
Açılan bazı fabrikalar şunlardır: 1934-Bakırköy Bez Fabrikası, 1935-Kayseri Bez Fabrikası, Paşabahçe Cam Fabrikası, 1936-İzmit Birinci Kağıt Fabrikası, 1937-Nazilli Basma Fabrikası, Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası, 1938-Gemlik Suni İpek Fabrikası, 1939-Sivas Demiryolu Makineleri Fabrikası, Karabük Demir Çelik Fabrikası, 1940-Ereğli Kömür İşletmesi, 1941-Ankara Türk Hava Kurumu Uçak Fabrikası, 1942-Eczacıbaşı İlaç Fabrikası, 1943-Sakarya Ziraat Alet ve Makineleri Fabrikası, İzmit Selüloz Fabrikaları, 1950-Bursa İpek ve Dokuma Fabrikası.
1936 yılında hazırlanmaya başlanan İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı Eylül 1938’de resmen kabul edilmiş ve uygulamaya konulmuştur. “Plan ile Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü kaynakları değerlendirildi ve ithal edilen birçok ürün ülke içinde üretilerek, ürün fazlası ihraç edildi. İthal edilen birçok ürünün yurtiçinde üretilmesiyle ve üretilen ürünlerin ihraç edilmesiyle birlikte, ülke bütçesine önemli katkılar sağlandı.” (Polatoğlu, 2017:84).
Günümüze kadar belli aralıklarla yenilenen kalkınma planlarından şu anda XI. Plan olan ve 2019-2023 yıllarını kapsayan kalkınma planı uygulanmaktadır. XI. Kalkınma Planı, günümüz toplumlarında teknolojinin yeri göz önüne alınarak oluşturulmuştur. Zira öncelikli olarak teknoloji tabanlı girişimleri desteklemekte, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile eşgüdümlü çalışmakta, Türkiye Varlık Fonu’ndan –öncelikli sektörler belirlenerek- destekler almaktadır. Ayrıca yakın geçmişten bu yana KOSGEB ve KOBİ’ler de planda yer almaktadır ve gelişme potansiyeline sahip KOBİ’lere krediler sağlanmaktadır.
KAYNAKÇA
- Aktar, A. (1990). Kapitalizm, Az Gelişmişlik ve Türkiye’de Küçük Sanayi (Vol. 5). Afa Yayınları.
- Altun, Ş. (2007). İlk Hedef Akdeniz’di İkinci Hedef: İktisat: Atatürk, İnönü ve Bayar’ın Çatışan Ekonomi Politikaları. Platin.
- Atılgan, G., Aytekin, E. A., Ozan, E. D., Saraçoğlu, C., Şener, M., Uslu, A., & Yeşilbağ, M. (2015). Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat. Yordam Kitap.
- Bakan, S , Eren, S. S . (2017). 2000’lerde Türkiye’de Burjuvazi Sınıfının Siyasal Dönüşümü. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi , 7 (1) , 127-149 .
- Başaran, E. (2020). Türkiye Tarımının Genel Görünümü ve Küçük Üreticilerin Varlığı Üzerine Sosyolojik Bir Analiz. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8(1), 55-62.
- Kurt, M., Kuzucu, K., Çakır, B., & Demir, K. (2016). 19. Yüzyılda Osmanlı Sanayileşmesi Sürecinde Kurulan Devlet Fabrikaları: Bir Envanter Çalışması. OTAM, 40 /Güz 2016, 245-277.
- Polatoğlu, M . (2017). İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1938-1942). Atatürk Dergisi, 6 (1), 55-87.
- Seyitdanlıoğlu, M. (2009). Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876). Tarih Araştırmaları Dergisi, 28(46), 53-69.