İçinde yaşadığımız kentin uzun soluklu bir gelişim hikayesi bulunmaktadır. Kent kavramı Batı toplumlarında ve Doğu toplumlarında farklı anlamları vardır. ‘Kent, Batı dillerine Latince ‘yurttaşlık’ kavramından geçmiştir. Bu nedenle İngilizce ‘city’, Fransızca‘cite’, İtalyanca ‘citla’, İspanyolca ‘ciudad’ terimleri kullanılmaktadır. Bu kavramlar kenti (polis) kamusal yurttaşlık haklarına dayandıran klasik Yunan felsefesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü kent yönetimine katılabilmek yani kent yurttaşı olabilmek için özgür, erkek ve taşınmaz mal sahibi olmak gerekiyordu.’ (Holton’dan aktaran Bal, 2006:27). ‘Osmanlıca da ‘şehir’, sözcüğüne Türkçe’de ‘kent’ sözcüğü karşılık gelmektedir. Türklerin önce balık(balıg) olarak isimlendirdikleri yerleşim yerleri 11. yüzyıllardan itibaren (Karahanlılar ve Oğuzlar’da) ‘kend (=kent)’ olarak adlandırılmıştır. Kaşgarlı Mahmut da ‘kend’ sözcüğünün Türklerde şehir, kale, köy anlamında yerleşim yeri olarak kullanıldığını belirtmektedir.’ (Sümer’den aktaran Bal, 2006:27). Ancak burada kente bakış açımız daha çok Batı dilleri ekseninde olacak. Çünkü kent yurttaşı olabilmek için özgür, erkek ve taşınmaz mal sahibi olma koşulları kentteki yaşama kadını dahil etmemeyi ifade eder ve kentin cinsiyetleştirilmesine yönelik bir anlamı vardır. O dönemlerde kadınların mülk edinme hakkı da olmadığı düşünüldüğünde kadınların kent yurttaşı olma ihtimali yok denecek kadar azdı denilebilir.
Kentin tek cinsiyet üzerinde bir tanımı olmakla birlikte L.Wirth’in ‘toplumsal bakımdan ayrı cinsten bireylerden oluşmuş oldukça geniş, yoğun nüfuslu ve sürekli bir yerleşimdir’ (Bal, 2006:29) tanımında ayrı cins kavramının kullanılması kadınların da kentte yaşama hakkı olduğu anlaşılabilir çünkü tek bir cinsiyet belirtilmemiştir. Buradaki tanımdan da anlaşılacağı gibi, kentte kadın ve erkek bir arada yaşayabilme hakkı olsa da gündelik hayat bu şekilde değildir maalesef. Kentte de yaşasa kadın özel alanla ilişkilendirilmiştir. ‘Kent, toplumsal cinsiyet ve bunların birbirleriyle ilişkisi hakkında farklı resimler sunar. Kadınlar, kent yaşamına ilişkin karar mekanizmalarında yer almada ve güç paylaşımında dezavantajlı durumdadır. Değişen dünya koşulları içerisinde, eğitim, sağlık, ulaşım ve teknolojideki gelişmelerle, toplumsal rolleri, aile ilişkileri, kararlara katılımları değişse de; kadınlar erkeklere oranla siyasal, sosyal, ekonomik ve kentsel kazanımlardan daha az yararlanmakta ve kentsel hakları kullanmada daha geride kalmaktadırlar. Hâlbuki kentte yaşayanların birbirleri ve kentsel çevreleriyle olan ilişkileri, kentsel katılımın yaşama geçirilmesinin temelini oluşturur.’ (Kaypak, 2014).
Kentte kadının yerini anlamak için kamusal alan/özel alan ayrımına da bakmak gerekir. ‘Modern sosyolojide bu ayrım, normalde ev ile işin ayrılmasına, toplumsal cinsiyetlere göre belirlenmiş bir geleneksel işbölümünün temeli olarak görülen yan yana bulunma durumuna gönderme yapılarak kullanılır.’ (Marshall,1999:380). Kadınlar çocuk, yaşlı bakımı, ev düzeni vb. nedenlerden dolayı genelde evlerde yani özel alanda, erkekler ise eve ekmek getirme, çalışma, arkadaşları ile vakit geçirme vb. nedenlerden dolayı da genelde ev dışında olduklarından daha çok kamusal alandadır. Böyle bir algının oluşmasında ataerkilliğin etkisi büyüktür. Her ne kadar kentler gelişmenin sembolü gibi dursa da bir yandan da bu geleneği devam ettirir. Kent kamusal bir alandır ve yukarı da yapılan tanımlarla da bağlantılı olarak kadının kentteki konumu özel alandır yani aynıdır; ev ve evin çevresi.
Kamusal alan özelden ayrı düşünülemez, kadının nasıl sınırlandığını, eşitsiz bir şekilde deneyimlerinin eksik kaldığını kamusal alanda var olmadığını Henri Lefebvre ifade eder. Kamusal alan erkeğin, özel alan kadının alanı. Bu alan ayrımları farklı şekillerde de kendini gösterir, üretim ve yeniden üretim. Yeniden üretim; üretimin mümkün olması için kadının yemek yapması, çocuk doğurması ve bakımı, dışarıdaki üretimi desteklemedir. Kadının evdeki işi erkeğin dışarıdaki işi yapmasını sağlamaktır. Üretimin olabilmesi için yeniden üretimin olması lazım. Zaman kamusal alana, mekan özel alana aittir. Feministler bu tür ayrımların kesin olmadığını savunur. Feminizmi ‘özel alan politiktir’ anlayışı Mills’in özel sorunların kamusal sorunlar olduğu düşüncesine vurgu yapar ve Mills bunu sosyolojik tahayyül ile açıklar. Bir kadının ne zaman, nerede dışarı çıkıp çıkmayacağı belirli pazarlık, mücadele sonucunda belli olur. Bu evde belirlenir. Kadının ne kadar ücrete nerede çalışacağı politik alanda tartışılır, yasalar yapılır, kadınlar mücadelelerini verirler.
Kentleşmenin toplumsal cinsiyetle ilgili yapısal sonuçlarından biri kadınların eve kapanmasıdır. Kent tasarlanırken ‘kadının yeri evdir’ kurgusu geleneksel aileyi norm olarak alır ve kentler kadınları dışlayıcı, eve kapatıcı formda görür (Kaypak, 2014). Ayrıca evler inşa edilirken mutfağın düzenine daha çok dikkat edilir çünkü eğer bir kadın evin mutfağını beğendiyse o evin satılma ihtimali daha yüksektir. Burada ki algı kadını eve hapsetmenin ötesinden ev içinde de mutfak ile ilişkilendirilmesidir.
Kent özgürlüktür anlayışı vardır peki gerçekten öyle mi yoksa sadece bir cins için mi özgür? Kent imkanları sunarken sınırlandırır. Kent kimileri için ütopya kimileri için distopyadır ve aynı zamanda çelişkilerin ve eşitsizliklerin mekanıdır. Kamusal alan kullanım ve davranışları sınırlar. Kullanıyorsan sahipsin demektir ancak kadınlar kenti kullanamıyor, kent hakkından yararlanamıyor. Kadınlar vardır kentte ama görülmez. ‘Kent hakkı, devlet gibi bir siyasal topluluğa ait olmakla değil, kentte yaşamakla kazanılır ve aynı kentte yaşayan başkalarıyla paylaşılır. Kent hakkı iki ana haktan oluşur: Kent mekânlarında alanı kullanma hakkı ve katılma hakkı. Bunlardan ilki, kentin mekânlarını tam kullanmayı içerirken, ikincisi hangi düzeyde verilirse verilsin (devlet, sermaye veya belediye) kent mekânlarının yeniden üretilmesi hakkındaki tüm kararlara katılmayı içerir’ ( Fenster, 2009; akt. Kaypak, 2014). Kent kullanma hakkı, o kentte yaşayanların kentteki çalışma, barınma, mekanları kullanma hakkıdır. Kentin mekanı ev içini kapsamaz, kent hakkı sağlık, çalışma, yeme, eğitim gibi temel haklara atıf yapar. Kent hakkının kullanımı noktasında kadınlar dezavantajlıdır. Bu kültürel, sınıfsal, etik gibi farklılıklara göre değişse de korku mekanlarının olması kadınları kenti kullanımı noktasında engellemektedir. Kadın kentteki kamusal alanları kullanırken sınırlandırılırken aynı zamanda özel alanları kullanırken de sınırlandırılır. Kadının yeri evidir anlayışı olsa da kadının orada özgür olduğu da tartışmaya açıktır. Kamusal alanda karşılaştığı eril kültür özel alanda da karşısına çıkmaktadır.
Kentler, metropoller korkunun da alanlarıdır. Meltem Ahıska, metropol ile korku arasındaki ilişkiyi özgürlük korkusu olarak ele almıştır; ‘Metropolün bireye verdiği özgürlük, tam bir kaybolma özgürlüğüdür. Kendi normlarını, aidiyet duygusunu, anlam haritalarını yitiren birey, sınırsız görünen seçenekler arasında yolunu bulmaya çalışır. Hiçbir koruyucu meleğin kanatlarını üzerinde hissetmeden. Burada kaygının temeli imkandır, sınırsızlıktır. Özgürlüğünü nasıl kullanacağını bilememek, kendi yaptıklarının nasıl bir sonuca ulaşacağını kestirememektir.’(1992, 121-122). Ancak bu özgürlük korkusu herkes için mi geçerli?
Kentler tehlikeli bir alandır ve her an başınıza bir şey gelecek kaygısı içinde yaşanır ama bunu daha çok kadınlar hissetmektedir. Hissedilen bu korku bazen kadınların kendi deneyimlerinden kaynaklı iken bazen de başkalarının deneyimlerinden kaynaklıdır. Bir gazete haberi bile korkuya neden olabilmektedir. Hissedilen bu korku ile sınırlandırılır. Ancak kadınlar sadece kamusal alanda tehdit altında değildir, özel alanda da korkuları vardır. Kadınlara yönelik toplumsal kontrol ve şiddet özel alanda (yakın çevrelerinde) gerçekleşir ki, özel alan kadının en güvenli yeridir. Burada Kaypak’ın (2014) çalışmasında ki kent hakkı kullanımını açıklarken kullandığı ‘Kadının evi kullanma hakkı, eve ait hissetmek ve evi kullanmak arasında farklılaşır. Erkeğin ve erkek ailesinin söz sahibi olduğu ataerkil evlerde, kadınlar kendilerini evlerine ait hissetmemekte, evlerinde rahatlık duyamamaktadırlar.’ ifadesi ile de ilişkilendirilebilir. Kadın korkularından dolayı kamusal alana çıkamıyorken özel alanda da şiddet korkusu içinde yaşarken neden kamusal alana çıkılmasına engel olunur ki?
Kadın Cinayetlerini Durdurucağız Platformu’nun derlediği veriye göre kadınların %47’sinin öldürülme nedeni, ‘kadınların kendi hayatlarını dair verdikleri kararlar’dan kaynaklanıyor. Kadınların %40’ı kocası tarafından öldürülmektedir. 2007 yılında gerçekleştirilen Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet Araştırması (Arat ve Altınay, 2007), kadına yönelik şiddetin en yoğun şekilde kentlerde yaşandığına işaret eder (Lordoğlu, 2018:206). Bu veriler ışığında kadınların kamusal alanda ve kentte korku duymaları doğal görünmektedir ancak yine de kadınlar bu korkuyu yaşamamalıdır. Kadına uygulanan şiddetin bir nedeni de kadının iş hayatına girmesidir, iş hayatına giren kadını tehdit olarak algılayan erkek gücünü kullanmaktadır. Kadına yönelik şiddet pek fazla görünür değildir, her kadın şiddet gördüğünü dile getirmez bu mahrem olarak algılanır. Aynı durumda sokakta gerçekleştiğinde de olur, örneğin bir kadın ile erkeğin tartıştığını görenler bunu bireysel olarak algılayıp müdahale etmezler. Bu da kentte korku boyutunu gösterir yani sokak ortasında şiddette görseniz çevre umursamaz çünkü insanlar arasındaki ilişki zayıftır. Genel olarak bakıldığında kadınların ağırlıkla özel alanda gördükleri şiddet, kültürel ataerkilliğin devamı olarak kamusal alanda da kendine yer bulur.
Tarihsel olarak bakıldığında kadın sistematik olarak kamusal alandan uzaklaştırılmıştır. Sokaktaki kadın istenilmeyen, kapatılması gereken kadındır, fahişedir, düşkündür diye kişisel suçlarla eşleştirilmiştir. Lordoğlu’nun (2018) aktardığına göre, ‘1922 yılında Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey tarafından Bir Zamanlar İstanbul başlığı altında Peyam Sabah ve Alemdar gazetelerinde yayınlanan yazılarından derlenen kitapta, Tanzimat’ın ilanının ardında yayınlanan ilandan şu ifadeleri aktarır:
‘Dini vazifelerini yapmak, vaazlarda bulunmak isteyen kadınlar için Sultanahmet ve Şehzadebaşı camileri öteden beri ayrılmış olduğundan kadınlar bu camilerden başka büyük camilere gitmekten menedilmişlerdir. Namaz vaktinden başka erkeklerin camiye girmeleri yasaktır. Kadınlar açık saçık kıyafetlerle gezmeyecek, saat onbirden sonra sokaklarda kadınlardan kimse kalmayacaktır. Kadınlar eşya almak için çarşı içinde, dükkan ve mağazalarda içeri girip alışveriş edemeyecekler, alacağı ne ise bunu satan dükkanların önünde edebi ile durup istediği şeyi isteyecek, aldıktan sonra hemen evine dönecektir. (Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, s.129).
Osmanlı’da daha imtiyazlı, sınıfsal olarak iyi olan kadınlar daha farklı şekillerde sınırlı olarak gezerdi. Yine de tam olarak özgürlükleri yoktu. Sınıfsal aidiyete, dini ve kültürel unsurlara göre ve buna bağlı olarak da oturduğu yere göre kadınların kamusal alan kullanım süreleri ve biçimleri farklılık göstermektedir (Cantek’ten aktaran Lordoğlu, 2018:209). Anadolu kentlerinde durum daha farklıdır, Anadolu kentlerinin çoğunda kadınlar, özellikle geceleri kent yaşamından soyutlanmışlardır, geceleri sokağa çıkıldığında, bir lokantaya gidildiğinde o kentte sadece erkeklerin yaşadığı düşünülebilirdi (Toprak’tan aktaran Lordoğlu, 2018:209). Bu veriden yola çıkılarak Anadolu kentlerinin cinsiyetleştirilmiş bir alan olduğu görülmektedir.
Bedensel sınır algısı farklı şekillerde gerçekleşir ki bu durumda medya önemlidir. İki tür korku vardır, birini kendi deneyimlerimizden doğrudan yaşadığımız, diğeri medya, haberler, temsil edilen ya da yaşatılan korkulardır. Buna korku miti de denilebilir ve burada korku yeniden üretilir.
Kadınların kamusal alanın kullanım süresi ve yeri farklılık gösterir. Kadınlar oturacakları evlerini seçerken de taktikler uygular. Evin bulunduğu semte, siteye, ev sahibine dikkat ederler. Kadınlar için evlerinin çevresi de önemlidir. Kadının kamusal alana çıkması için bir nedeni olması gerekir ancak bu neden erkeklerde geçerli değildir. Eğer kadının bir geliri yoksa dolmuşa binip gitme ihtimali yoktur. Kadının ekonomik desteğinin olmaması da kent ortamında kadını sınırlandırır. Kadın daha statik, durağan, yakın çevresinde küçük hareketlilikler yaparken erkek daha geniş çevrelerde büyük hareketlilik gerçekleştirir. Kadını daha geniş bir alana çıkabilmesi nedene ihtiyacı vardır. ‘Kentsel ulaştırma sistemleri geleneksel aile modelinde çalışan erkeğe göre ve onun işe gidişini en kısa yoldan yapması için tasarlandığı için, kadınlar için kısıtlayıcı olmaktadır. Buna göre, kadınların hareketliliği işe gidiş, toplu taşımayı kullanma ve yaptıkları seyahatlerin kalıplarıyla erkeklerinkinden farklıdır. İş ve ev arasında en kısa yolu, genelde evli çalışan kadınlar kat ederler. Kadınlar genelde daha sık, ama daha kısa mesafelerde hareketlidir.’ (Kaypak, 2014). Yukarıda değindiğimiz gibi bir kent hakkı ile burada karşılaşmaktayız. Kent hakkı, kendini gerçekleştirme, kendi hakkının öznesi olmasıdır. Hem mekansal hem de sosyal olanların kentten dışlananların mücadele etmesi gerektiğini savunur. Bu hak sadece kent merkezine gitme yani kentteki ulaşım hakkı değildir. Bu hak, kararlara katılım hakkı, kendi kararlarını kendisi vermesi, kadının özne olma hakkıdır.
Kadınların bu hakkını kullanmaları ve korku yaşamamaları için bir takım uygulamalar yapılmaktadır ancak tam olarak başarı sağlandığı söylenememektedir. Örneğin pembe otobüs, pembe vagon, kadın dostu kentler gibi. Farklı tür hukuki uygulamalarda vardır ancak bunlardan bazıları sadece proje düzeyinde kalmıştır. Yerel yönetimde kadınların söz sahibi olması yine azdır ve yerel yönetimde ya da siyasette olan kadınlarda kadın özelliklerinden geri durmaktadır ve kadınlık siyasetin dışında tutulmaktadır. Yerel yönetimde kadın sadece beden olarak var. ‘Yerel yönetimler üzerinden kadınların kenti bütün kullanımlarına ve kent yönetimlerinde erkeklerle eşit söz sahibi olabilmelerine imkan sağlayan her türlü düzenleme şüphesiz kadınları güçlendirme potansiyeli taşımaktadır. Bunlar mekan üzerinden süren eşitsiz güç ilişkilerini azaltma yönünde girişimler olarak değerlendirilebilir. Ancak konunun sadece fiziksel düzenlemeler şeklinde ele alınmaması, kadınların kentteki güvensiz hallerinin farklı yapılarda çalışan ataerkil sistemin yansımaları olduğu farkındalığı ile hareket edilmesi önemlidir.’(Lordoğlu, 2018:213). Purcell, sahiplenme duygusu ile katılım hakkının birlikte ilerlediğini savunur. Kente katılamayan kadın kendini kente ait hissedemez ve sahiplenemez.
Kadınların kentte güvenlikle ilgili korkularını, erkek şiddetine doğrudan maruz kalmış olmak, kentsel kamusal alanda yaşanan korku ya da aile içi şiddet gibi nedenlerle tek başına açıklayabilmek mümkün değildir. Erkeklerin baskın olduğu kamusal alanlarda kadınların duydukları korku, cinsel taciz ve cinsel saldırıdan kaynaklanır. Örneğin bir kadın kahvehane önünden geçerken endişe duymaktadır yine aynı şekilde geç bir saatte erkeklerin yoğun olduğu bir sokakta korkmaktadır. Kadının kamusal alanda uygun olmayan zamanlarda bulunmak ve şiddete maruz kalmak, kadının hatası olarak değerlendirilebilir (Valentine’den aktaran Lordoğlu, 2018:200-201). Ev içinde şiddet gören kadınları kamusal alanda yaşadığı korku daha fazladır, kadın en özgür olduğu özel alanında bile baskı görüyorsa güvenebileceği hiçbir şey olmadığı için kamusal alanda daha çok korku yaşar.
‘Bir kadın, başkaları tarafından işgal edilen kamusal mekanlarda, buraların yabancı ya da tehdit edici gruplarca kontrol edildiğini algıladıysa otomatik olarak güvenli olmadığını varsayacaktır.’ (Valentine, 1989:388 akt. Lordoğlu, 2018:217). Kentlerin cinsiyetlendirilmiş olmaları kadınlarda korku yaşatırken erkeklerde özgürlük hissi uyandırmaktadır. Bazı kadınlar gece evine giderken gidemeyeceği yolları belirler ve korku nedeniyle kendini sınırlandırır, bazı kadınlar gece eve kolaylıkla gidebileceği yerlerde otururlar. Toplu ulaşımın da belirli bir saatten sonra olmaması, ışıklandırmaların da yetersiz olması kent yaşamında kadınları sınırlandırır. Ayrıca binaların yüksek duvarlar çevrilmesi binalar için bir güvenlik unsuru olarak görülse de sokaktaki bir olaya da müdahale etmesini engellemektedir, yüksek duvarlar gece sokakta yürüyen bir kadın için korkutucu olabilir çünkü o an başına olumsuz bir durum gelse sesini duyurma ihtimali düşüktür. Kent ortamı insanlar arasında hem bu şekilde fiziksel olarak görünür hem de görünmeyen duvarlar içerir. Kadınların kentte dışarı çıkma saatleri olarak sınırlandırılmalarının yanı sıra giyinecekleri kıyafetler noktasında da engellerle karşılaşırlar. Kısa giymeme, üzerine mutlaka bir şey alma, topuklu giyinmeme gibi giyim kuralları kadınları sınırlandırır ve eğer bu şekilde sokakta olurlarsa olumsuz bir durum yaşadığında erkek değil kadın sorumlu tutulmaktadır. Bunun izleri Anadolu kentlerinde daha net görülür. Özellikle bekar kadınlar ev kiralama noktasında daha dikkatli davranırlar ve kendilerince taktik geliştirirler şöyle ki; merkezi bir semtte ya da bina da, aile apartmanı, ev sahibinin güvenilir olması, ulaşım olanaklarının fazlalığı, sokak ışıklandırmasının iyi olması gibi.
Kadınların kentte yaşadığı korku sadece Türkiye’ye özgü değildir. Lordoğlu’nun (2018) aktardığına göre, Finlandiya’da Hille Koskela’nın (1997) yürüttüğü araştırmada kadınlardan yaşadıkları tartışma, küçük çaplı şiddet veya tehdit deneyimlerini paylaşmaları istendiğinde kamusal alanda yaşadıkları endişe ve bu endişeyle ilgili düşüncelerinden bazıları şöyledir, bir görüşmeci takip edilme şüphesi yaşadığını bir diğer görüşmeci ise her ne kadar korksa da onun da o kentte yaşamaya hakkı olduğunu dile getirmiştir. İskoçya Edinburg Üniversitesi’nde Anna Mehta’nın (1999) yaptığı araştırmada, üniversite kampüsünde yaşayan kadın öğrencilerden biri duyduğu korkularla ilgili bir yandan güvende olmak adına çeşitli önlemler alır diğer yandan ise bunların kendini sınırlandırdığı düşüncesiyle korkularını bastırmaya çalışmışlardır.
Yukarıda verilen örnekler ışığında da görülmektedir ki kamusal alanlar kadınlara bütünüyle açık değildir. Kentlerde ki park alanları herkese açıktır ancak kadınlar sınırlı olarak kullanmakta belirli bir saatten sonra park alanlarına gidememektir çünkü artık orası cinsiyetlendirilmiş alandır ve kadınları dışlayıcıdır. Ancak kimi kadınlar için korku mekanları olan yerler başka kadınlar için güven mekanları olabilir. Örneğin, çöküntü bölgesi olarak tanımlanan kent merkezinin hemen çevresindeki bölgeler, seks ve eğlence sektöründe çalışan kimi kadınların ikamet ettikleri yerlerdir. Bu kadınlar için çöküntü bölgeleri güven mekânlarıdır (Wekerle, 1980:194-195; Kurdoğlu, 2011:116, akt. Kaypak, 2014).
Kentsel alandan kadını bir dışlanma nedeni ise göçtür. Göç olgusunda genelde erkekler görünürdür bu nedenle kentsel yaşamda da erkekler daha fazladır. Ancak kadınlarda göç etmektedir. Kadınların göç etme nedeni de yine toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayanır. Kadınlar yaşlı bakımı, çocuk bakımı, ev temizliği gibi fason işler yapmak için göç ederler. Kadınlar bu işler için kente göç etseler dahi yine kamusal alana değil özel alana itilmiştir. Toplumda kadınların sürekli birine bakma yükümlülüğü altında olması kadının kent yaşamında mahrum bırakmakta eve hapsetmektedir.
Kentler daha çok erkeklerle özdeşleştirilmiş ve kadın kentlerden dışlanmıştır. Kentlerin cinsiyetlendirilmiş olması ilk tanımından itibaren gözümüze çarpmaktadır. Bireyler arasındaki güç eşitsizliğin üretildiği ve giderek normal olarak kabul edildiği ve kuşaklarca aktarıldığı olarak kentler yaşanan değişimlerle farklılaşmaya başlamıştır. Kadın kır yaşamında aktif bir yaşam sürmekteydi ancak çeşitli nedenlerle kente geldiklerinde kent yaşamına alışma ve kamusal alana çıkma noktasında geri planda oldular. Komşuluk ilişkileri daha dar alanlarda gerçekleşmeye başlamıştır, uzak bir mahalleden arkadaşlık ya da komşuluk ilişkisi kurmakta zorlanırdı. Çünkü kent yaşamında daha sınırlı bir alanda yaşamını devam ettirmekteydi. Yukarıda da bahsedildiği gibi kadının evinin dışına ya da evinin uzaktan bir yere gidebilmesi için bir nedene ihtiyacı vardı. Bu nedenin yanı sıra maddi bir desteğe de ihtiyacı vardı. Ancak kentte evi ile özdeşleştirilmeye devam edilen kadın kamusal alana çıkamıyor, çalışamıyordu, sınırlandırılıyordu. Gerek feminist hareketlerle gerek diğer düzenlemelerle kadın kamusal alanda görünürlük kazanmaya başladı ama sadece gündüz, geceleri görünmez olurlardı.
‘Kadınların özellikle yoğun olarak ücretli çalışma yaşamın katılmaya başladıktan sonra, kentsel yapılı çevreyle ilişkili olarak karşılaştıkları güçlükleri korelatif mekansal ve davranışsal bir çerçevede araştıran feminist çalışmalar kadınların yol üzerinde daha çok durdukları için kısa mesafeli yolculuklar yaptıkları, ortalama olarak daha düşük gelire sahip olduklarından daha az devingenlik içinde bulundukları, özel otomobil sahipliği ve kullanımı oranlarının çok düşük olduğundan toplu taşıma araçlarını daha çok kullandıkları gibi saptamalarda bulunulmuştur.’(Alkan, 1999:8).
Kadınlar kentte dışlanma yaşamakla birlikte kendilerini güvende hissetmeyip korku yaşamaktadır. Erkek şiddeti, cinsel taciz ve cinsel saldırıdan duyulan korku kadını kent yaşamında sınırlandırır. Kadınlar kentsel kamusal alanda fiziksel güvenlik korkusu yaşamaktadır. Eril kültürün ve denetimin özel alanda ve kamusal alanda olması kadınların yaşantısını dar bir kalıba koyar. Gece saatlerinde cinsel taciz ve saldırıya uğrama korkusu kadınların serbestçe hareket etmelerine engel olabilmektedir. Bu korkularına karşı kullandıkları taktikler (oturulacak ev, semt, araç kullanımı) sahip oldukları ekonomik statüye göre değişmektedir. Kent hakkı herkes içindir, haklar cinsiyetçi olmamalıdır. Adalet erillikten yana tavır almamalı, anayasalar kadınlar için (ama)yasa olmamalıdır. Dışarı çıkabilirsin “ama” şu saatte geri dönmek, şu tür kıyafeti giyinmek şartıyla. Çalışabilirsin “ama” evini de ihmal etmeden, erkeklerin yoğun olduğu iş alanlarında değil. Alışveriş yapabilirsin “ama” şu kadar limitin var. Arkadaşlarınla vakit geçirebilirsin “ama” sadece kadınlarla ve kadınların yoğunlukta olduğu yerlere gidin. Bu söylemler kadını sınırlandırmakta kamusal alanda dışlamaktadır. Kentler kamusal alandır, korkunun alanı değil ve kadınlar kenti kullanma, kentin fırsatlarında faydalanma hakkına sahiptir.
KAYNAKÇA
Ahıska, Meltem, (1992). “Metropol ve Korku”, Defter, Yıl:5, Sayı:19, İstanbul: Metis Yayınları, s.118-129.
Alkan, Ayten, (1999), “Toplumsal Cinsiyet ve Kent Planlaması”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl:1999, Sayı:54-4
Bal, Hüseyin, (2006), “Kent Sosyolojisi”, Isparta: Fakülte Kitabevi
Kaypak, Şafak, (2014), “Toplumsal Cinsiyet Bakış Açısından Kente Bakmak”, Ömer Halis Demir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 7.1: 344
Lordoğlu, Ceren, (2018), “İstanbul’da Bekar Kadın Olmak”, İstanbul: İletişim Yayınları
Marshall, Gordon, (1999), “Sosyoloji Sözlüğü”, (Çev: Osman Akınhay, Derya Kömürcü), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları