Distopya asıl olarak hayal edilen bir dünyanın tam tersi, yani zıttı olan bir dünya düşüncesidir. Bu da ütopya kelimesinin tersine tekabül etmekle beraber ütopya ise, hayal edilen ve genel olarak insanların karakterize ettikleri, istenilen hatta her şeyin güzel ve istenilen gibi olacağına inanılan ve olması istenen bir düşence modelidir. Böyle bir dünyanın olmasının imkanı dahilleri ise tartışılır bir düşünce olsa bile imkansıza yakın bir dünya düşüncesi olmaktadır. Ama distopya ise ütopyaya göre olması daha da olanaklı durmaktadır. Çünkü bu dünya modelinde bir diktatörün olması, bazı yaşanan olaylar bu dünyaya benzemektedir. Nazi Almanya dünyasına bakıldığı zaman yapılan işkenceler ve soykırımlar buna bir örnek olarak gösterilebilir. Faşist bir dünya görüşleri ise, bu distopik dünyaya benzetilebilir. Ayrıca insanların Türkiye’den göç sebebiyle gittikleri Almanya’da yaşadıkları, onlara bu düşünceye sevk etmesi kaçınılmaz bir durum olabilir. Bir umut ve hayalle geldikleri, belki de kafalarında oluşan ütopik bir dünya tam tersine distopik bir dünyaya dönüşmüş duruma gelmektedir. Ve bu sebeple bile Türk çocukların kendilerini korumak için oluşturdukları 36 boys ismiyle bir çete bile oluşturulmaktadır. Bu sebeple distopik bir dünyada ne kadar fırsat eşitliğinden ya da ne kadar adalet, hak, yasa ve hukuktan bahsedilebilir. Bununla beraber ilk başta adaletin ne olduğundan başlayarak konuyu anlamak daha doğru olacaktır.
İlk başta adaletin ne olduğu konusuna bakılması gereklidir. Bu bağlamda adaleti bir kısasa kısas durumuna ya da kişinin kendi çıkarları uğruna çevirmemesi gereklidir. Adalet ilk başta adil olmadır, hak, hukuka ve yasalara göre hareket etmedir. Yani kişilerin kafalarına göre kendi adaletlerini yarattıkları bir yerde hiçbir adaletten söz edilemez. Yoksa bu, doğal durumdaki (Hobbes’un doğal durumu) herkesin kendi başına hareket etmesi ve kendi düzenini, adaletini kurma eğilimi içerisinde olmasıyla aynı anlamı taşımaktadır. Ama adalet kişinin hakkının tamamen elinden alınmasından ibaret değildir. Burada kişinin bütün doğal hakları elinden alınması ve kişilerin, kadının bedeni üzerinden bir geçim yapmaları söz konusudur. Zaten bu durumu bir ekonomik sermayeye dönüştürmek başlı başına bir adaletsiz bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Yapılan bir hata ya da yanlış varsa bunun cezalandırılması doğal bir süreçtir. Ama bunu bütün haklarını elinden alıp, insanlara bunu bir gösteri gibi sunmak ve bir bedeni sermaye haline getirmek adaletten ya da adaletin tanımından daha çok, kişilerin kendi adaletlerini ortaya koyma çabası göze çarpmaktadır.
Michel Foucault hapishanenin doğuşunda bir olaydan bahseder. 18.yüzyılın sonlarına doğru Paris’te yaşanan bir azap çektirme ya da ceza verme şeklinden bahseder. Kişiye işkence yapılıp, vücudunun parçalara ayrılması ve meydan ortasında insanlara gösterilmesi benzer nitelikte bir olay örgüsüdür. Sanki buradaki yaşanan olay geçmiş yılların modern bir hale evirilmesi olayıdır. Adalet adı altında insanları kullanmak ve insanlara bir şovmuş edasıyla lanse etmek bu iki olay arasında bir farkın olmadığını göstermektedir. İnsanları artık öldürmek yerine bu insanları kullanmak yaşama haklarına modern bir şekilde el koymak gibidir. İki olayda da insanın doğal hakkı olan yaşama hakkı gasp edilmiş durumdadır. Bir nevi adalet adı altında, tıpkı kölelerin yaşama hakkına izin verilip onları kendi menfaatleri uğruna çalıştırmaları gibi, adalet kavramı adı altında bir sermaye haline getirilmesi durumudur.
Her ne kadar kadın bir suçluda olsa onun bedenine sahip olmak ve onun üzerinden bir şova kalkışılması durumu da söz edilecek bir olay değildir. Her suçluya böyle bir davranış içerisine girilmesi insanın adaletin temel taşlarında her halükarda uzaklaştırmaktadır. Halbuki adalet dediğimiz şey onun tekrardan topluma kazandırmak ve kendi hatalarının farkına vardırmak olmalıdır.
Burada asıl önemli olan şey insanların bazı kişilerin adalet anlayışına bağlı kalmaları ve ona inanmalarıdır. Bu durum aslında bizi adaletten uzaklaştıran asıl olay olmaktadır. Bu kişiler her söylenene inanmaları aslında şov sahiplerinin kendi adalet düşüncelerini yansıtmalarını ortaya çıkarmalarını kolaylaştıran etmenler olmaktan başka bir şey değildir.
Doğukan ALTIPARMAK – MERSİN ÜNİVERSİTESİ