Modern toplumlar bir anlamda çalışma toplumlarıdır. Modern toplumları karakterize eden şey bugün ki çalışma rejimlerinin ortaya çıkışıdır. Sanayi devrimi ile beraber çok hızlı bir geçiş süreci yaşanması ile insanların o tempoya alışmaları, emek sömürüsü, yabancılaşma gibi sosyolojide gündeme gelecek birtakım sorunları ortaya çıkarmıştır. Bu düşüncenin teorik arka planında Adam Smith’i görüyoruz. Adam Smith ücretli çalışmanın ortaya çıkışı ile beraber bir soyut emek kavramsallaştırması yapmaya çalışacak. Smith, ulusların zenginliğinde, esas zenginliği oluşturan şeyin sahip oldukları emek gücü olduklarını söyler. Modernitenin başlarında teknolojinin gelişiminin sınırlı olması nedeni ile fabrikalarda yoğun ölçüde kas gücüne ihtiyaç var. Dolayısıyla emek bir anda göze girmeye başlıyor. Bu bağlamda Smith emek gücünün soyut olarak değerli bir varlık olduğu düşüncesine geliyor. Smith’e göre emek ne tür olursa olsun insanların çalışmalarının parasal karşılığı olmalıdır. Dolayısıyla tüm emek türlerinin parasal karşılığını bulabiliriz. Bu da emeğin çok kolay bir biçimde piyasaya eklemlenmesini beraberinde getirir (Baştürk.2005).
Vahşi kapitalizmin ilk dönemlerinde sınırsız emek kullanımı ve çok düşük ücretler vardır. O dönemdeki düşünceye göre piyasa görünmez bir el ile kendi kendini düzenliyor. Dolayısıyla devletlerin, çalışma alanını düzenlemesi çok da doğru değil çünkü ekonomik sistemin iç dinamiklerini bozabilir. Böyle bir dönem içerisinde birim emeğe ödenen ücretlerin tamamen arz-talep arasında ki dengeye ve pazarlığa bırakıldığını görüyoruz. Bu pazarlıkta da simetrik bir güç dengesinden söz etmemiz çok mümkün değildir.
Marx’ın görüşlerini de içinde bulunduğu ve gözlem yaptığı böyle bir dönemde ilişkili olarak anlamamız ve açıklamamız gerekiyor. Yukarıda söz ettiğimiz üzere gibi bir dönemde kapitalizmin ortaya çıkışı ile beraber Marx bu sistemin iç dinamiklerini ele alacaktır. Marx için toplumlar tamamen çalışma ilişkileri ile şekillenen varlıklardır. Ona göre toplumu incelemeye üretim ilişkilerinden başlamalıyız. Marx, toplumda gördüğümüz her şeyin şekillendiricisi üretim ilişkileridir der. Aslında bu durum şaşırtıcı değildir çünkü içinde bulunduğu dönem hızlı bir geçiş dönemidir ve bu dönemde yeni bir ekonomik sistemin ortaya çıkışı vardır (Baştürk:2005). Gerçekten de bu yeni ekonomik sistem olan kapitalizm tüm toplumu, yaşam biçimlerini, insan ilişkilerini değiştirmiştir.
Marx materyalist bir bakış açısı ile tüm toplumların tarihinin yorumlanabileceğini söylüyor. Ona göre tarih boyunca görülen tüm toplumlarda, o toplumları şekillendiren şey ekonomik yapıydı. Bu üretim ilişkileri belirli bir dönemde nasıl şekilleniyorsa toplumlarda ona göre şekillenecekti. Özünde tüm değişikliklerin, dönüşümlerin nedeni olarak görebileceğimiz şey üretim ilişkilerindeki değişikliklerdir.
Marx’ın düşüncesinin özünde tüm toplum biçimleri, tüm sistemler ve bu sistemleri belirleyen ekonomik sistemler kusurlu ve çelişkilidir. Çelişkili oldukları için tarihsel süreç işledikçe toplumda bozulmalar, düzensizlikler, çatışmalar ortaya çıkacaktır. Çünkü ekonomide bir sorun varsa o tüm topluma yayılacaktır. O toplum yapısı ve ekonomik sistem tamamen değişene kadar bu yayılma devam edecektir. Bu noktada işleyen bir diyalektikten söz edebiliriz. Toplumlar içsel çelişkilerini beraberinde getiriyorlar ve bu içsel çelişkiler toplum değişmeden, geçici çözümler ile çözülmez. Çünkü sorunları taşıyan sistem hali hazırda devam ediyordur. Bu noktada Marx’a göre alt yapı üst yapıyı belirler.
Alt yapı üretim ilişkileridir. Üretim ilişkileri nasılsa, üst yapıda ona göre şekillenir. Toplumdaki üretim ilişkilerindeki konumum ne ise ona göre bir bilince sahip olunur. Bu da sınıf bilincidir.
Toplumlar kendi çelişkilerini içinde barındırır demiştik, dolayısıyla toplumlar eşitsizlik ve çatışma noktalarını beraberinde getirir. Eşitsizlikler baskın ve sömürülen bir sınıf arasında bir gerilimi ifade eder. Bu bağlamda Marx, toplum yapısının değişip, yeni toplum yapısının ortaya çıkmasını sağlayacak devrimlerden söz ediyor. Bunu da diyalektik materyalizm ile açıklıyor. Bu da anti-tez ve tezin bir araya gelmesi ile oluşan sentez demektir. Marx’a göre tarihin akışı da bu şekildedir. Bu sistemin tezi baskın sınıfı aristokrasidir. Antitezi sömürülen sınıflar yani toprağa bağlı üretim yapanlardır. Bunların çatışması da kapitalist sınıfı beraberinde getirmiştir.
Kapitalist sınıf yeni bir tezdir. Bu da kusurlu bir sistemdir. Dolayısıyla tarihin akışında eşitsizlikler olacaktır. Bu eşitsizlikler mülk sahipliği yerine, üretim araçlarının sahipliğine dayanacaktır. Bu sistemde bir sömürü söz konusudur. Marx’a göre tüm sınıflar tabanda bulunan işçi sınıfını sömürür. Toplumun tamamını besleyen, doğrudan ya da dolaylı sömürülen kısım işçi sınıfıdır. Sömürüyü mümkün kılan, sistemi ayakta tutan kesim de üretim araçlarının sahipleri yani kapitalist sınıftır.
Sınıf, üretim ilişkilerinin neresinde durduğumuzdur. Marx’a göre kapitalist sınıf; fabrika, üretim araçları sahipleridir ve emek kullanarak üretim yaptırırlar. Üretim ilişkilerinin bir tarafında onlar vardır. Diğer tarafında ise hayatta kalabilmek için emeğini satmak zorunda kalan işçi sınıfı bulunur.
Kapitalizm öyle bir sistemdir ki sürekli karın arttırılmasını zorunlu kılar. Rekabet koşulları gereği üreticiler sürekli daha fazla kar edip, üretim hacimlerini geliştirmek için bu karı tekrar sermayeye dönüştürmek zorundadırlar. Bu bir kere aksar ise, rekabet koşulları gereği o üretici sistemden elenecektir.
Üretimin, sabit sermaye ve değişken sermaye olmak üzere 2 girdisi vardır. Sabit sermaye, üretimde ham maddeye ya da makinalara yaptığımız harcamadır. Yani üretimin zorunlu parçalarıdır. Marx’a göre karın asıl kaynağı hiçbir zaman sabit sermaye değildir. Bir noktadan sonra üretim durmak zorunda kalır. İkinci girdi olan değişken sermaye, emeğe ödenen ücretlerdir. Bu noktada Marx’a göre, sabit sermayeden farklı olarak değişken sermaye son derece esnektir. Ücretler ile istenilen kadar oynanabilir. Emeğin esnek olmasının diğer bir yanı da üretkenliği arttırabilmemizdir.
Marx’a göre işçinin ödenmeyen üretkenliğine artı değer denir. Karın asıl kaynağı değişken sermayededir. Bu sisteme göre karı arttırmak zorundayız ve bu da giderek daha çok zorlayan çalışma şartları resmini ileride önümüze serecektir. Zorlayan çalışma şartları ile işçiler artık bu duruma dur diyecek ve kendisinin bir sınıf olduğunu görecektir. Kendi için sınıf dediği şey budur. Marx’ın ön görüsüne göre bu bağlamda işçi ayaklanacaktır.
Yerine başka bir sistem gelecektir ve bu da sosyalizmdir. Sosyalizm ile işçiler üretim araçlarına el koyacaktır ve onları toplum yararına kullandıracaktır. Bu da geçici bir aşamadır. Daha sonra da üretim araçlarının kimsenin denetiminde olmadığı, isteyenin istediği kadar işle uğraştığı ve daha fazla çalışmadığı ütopik bir komünist sistemin onun yerini alacağını söylemektedir.
Çalışma sosyolojisi açısından Marx’ın bizim için önemi üretim ilişkilerine vurgu yapması ve sınıf kavramını ayakları yere basan bir tartışma bağlamına oturtmuş olmasıdır. Çalışma açısından baktığımızda Marx’a göre bizim toplumsal konumlarımızı belirleyen şey çalışma ilişkilerine ne şekilde dahil olduğumuzdur. Bu çok merkezi bir durumdur. Marx’ın tabakalaşma anlayışında esas mesele meslek değil üretim ilişkileridir. Vasıflı ya da vasıfsız da olsanız, emeğinizi kar amacı ile çalışan bir üreticiye satıyorsanız, işçi sınıfının bir parçası oluyorsunuzdur.
KAYNAKÇA
Baştürk, Şenol. (2005). Çalışma ve Endüstri Sosyolojisi. Ankara: Dora