Doğa nitelikleriyle ve nicelikleriyle birlikte mucize denilecek bir güzelliktedir. Bundan yüzyıllar önce doğa kendi gücünü bilen ve insanlığa hükmeden potansiyelinin farkına vararak bireyüstünde hâkimiyet kurardı. Ama buna rağmen insan ve doğa birbiriyle barış imzalamıştı. İnsan doğada tüm hünerlerini belirli sınırlarla sergileyerek yeteneklerini keşfe çıkar ve sonucunda ortaya bir fikir çıkıverirdi. Kişi kendini özgür hissederek daha geniş düşünebilir ve sınırlarını zorlardı. Yani bu bağlamda doğa ve insan bir bütün halindeydi. İnsan doğanın kuvvetini bilerek o yönde savunma mekanizması geliştirip hareket ederdi. İsteği ve ihtiyaçları da sınırlı olan insan fazlasını dilemez ve yetinmesini bilirdi. Tabi bazen bu kuvvetin karşısında duramazdı, ancak yine de kendi vücudunun en önemlisi de aklının savaşacak ve karşı gelecek olan artı yanlarını bulur, daha sonra gelen soruna çözüm yolu arar ve harekete geçerdi. Bunu doğaya zarar vererek yapmaz, sadece yaşamını sürdürmek ve korunmak için yapardı.
Evet, her ne kadar birçok araştırma doğa ve insanın önceden savaş halinde olduğunu söylese de bizler bunun daha çok günümüz kent insanında böyle olduğunu görmekteyiz. Çünkü artık fazlasını isteyen ve bekleyen, doğa üzerinde hâkim olan bizleriz yani ‘insanlık’. Ve bu öyle kötü niyetli bir hâkimiyet ki doğada soyu tükenmekte olan nesillerin sebebi, yaşam kaynaklarının sonunun sebebi, aynı zamanda doğada yaşayan diğer canlılara yaşam alanı bırakmayan bir ‘sebep hâkimiyeti’. Peki, bu nereye kadar böyle gidecek? Doğa nereye kadar bize sabredecek? Tüketim konusunda sınır tanımayan bizler doğada tüketecek bir şey artık kalmadığında neye saldıracağız? Kendimize mi? Aslına neticeye bakarsak onu da zaten yapıyoruz. Her geçen gün birbirimize yeni bir şeyler katmak yerine birbirimizden birçok şey alıyoruz. Bunun kimseye yararı olmadığı gibi en çokta kendimize bir faydası yok. İşte bunun tersine doğa insanı kendiyle de barışıktı. Ürettiği takdirde yaşamını sürdürüyor ve mutluluğu da o ölçüde artıyordu. Üstelik bununla birlikte aklını ve kabiliyetlerini geniş ölçüde kullanabilen doğa insanının yerini kentlileşmeyle birlikte Oblomov insan alarak üretmeden çok tüketmeye odaklanmaktadır. Kent insanı doğaya karşı acımasız, yeri geldiğinde duygusuz, kimi zaman yumuşak olsa da eline fırsat geçtiğinde şaşırılacak kadar sert olabilen bir yapıya sahiptir. Peki, kelimenin köküne bakacak olursak yapı nerden geliyor? Gerçekten de özünde bu kadar acımaz mıdır kent insanı? Bu yapı oluşturulduğu için mi böyledir, yoksa oluşturduğumuz için mi? Daha önce de bahsetmiştik aslında önceden bizler doğa ile barışık bir haldeydik bu bizler ‘doğa insanı’ olduğumuz zamanlardaydı bir başka ifadeyle doğa durumunu, doğa yasasını ve doğanın hukukunu bilen tanıyan ve ona göre hareket eden bir doğa insanı. Ancak kentleşme, makineleşme, sanayileşme ve daha da ötesinde kentlileşmeyle birlikte kent insanına evrilen bireyler doğa ile savaşmaya başladı. Lefebvre bunu şöyle açıklar: ‘’Kapitalizm ve burjuva toplumunun iş birliğiyle tüm bu bütünlüklü yapı dramatik bir biçimde değişir. Toplumsal etkinlikler gittikçe ayrımlaşır ve bütünle olan ilişki azalır. Emek daha çok bölünür, parçalanır, özelleşir, güdümlü bir hal alır, aile yaşamı ve boş zaman, iş alanlarından koparılır. Artık, doğanın ve yaşamın kendine özgü döngüselliği teknoloji, iş ve üretimin düzenlediği, tasarladığı, kontrol ettiği bir şey olmuştur’’(Lefebvre, 1991b, s.6-7). ‘’Burada, otantik öznelerarasılığın yerini yalıtılmış, yalnız ve kendi içine kapalı bireysellik alır. Tüm bunların sonucunda organik toplum yerini mekanik topluma bırakır. Mekanik toplumsallık, hem bilinç hem de emeği ikiye ayırır. Bilinç, özel ve kamusal olarak, emek ise zihinsel ve el yapımı olarak bölünmüştür. Toplumsal etkileşim tümüyle çıkar ve manipüle etme üzerine inşa olur. İnsanlar, sabit, durağan toplumsal roller ve iş yerlerinde yaşamlarının büyük bir kısmını geçirir. Böylece gündelik yaşam, tümüyle bilinçsiz eylem ve performanslardan oluşan devasa bir hiçliğe dönüşür’’(Kurtar,2013:200-219). Bunu Lefebvre ise şu şekilde eleştirir: “Birçok insan ve hatta daha genel anlamda söylersek insanlık, kendi yaşamlarını en iyi biçimde nasıl yaşayacaklarını ya da bunun nasıl bir yaşam olduğunu bilmiyor.” (Lefebvre,1991a, s.94) Bu hiçlikle başa çıkmaya zorlanan ve kente adapte olmaya çalışan ve çabalayan insan hem fizyolojik hem de psikolojik olarak yıprandı. Deyim yerindeyse hiç durmadan saatlerce çalışmaya makineleştirilmiş ve zamanı ayarlanmış bir robot gibi sürekli koşturmacaya zorlandı. Tıkır tıkır işleyen bir saat misali her vakitte ne yapacağı belirlendi. Boş vaktinin bile satın alındığı bir konuma itildi. Bunu en iyi ve açık şeklide Lefebvre şöyle açıklar: “boş zamanın, gündelik yaşamın diğer görüntüleri gibi kayıtsız, anlamsız küresel bir etkinliğe dönüşmüş olmasıdır” (Lefebvre, 1991a, s.32). ‘’Bu bir kısır döngüdür’’ Lefebvre (1991a, s.40). bunu şu sözlerle eleştirir: “Bizler kendi boş zamanımızı kazanmak için çalışıyoruz ve boş zaman yalnızca tek bir anlam taşıyor: işten uzaklaşma, işe ara verme.” Ancak yalnızca mutlu olabilmek için gerçek dünyanın yerine kurgusal bir dünya koymak ne derece doğrudur? Mutsuzluk, zaten mutluluk kurgusundan kaynaklanan bir şey değil midir? Her yana sinmiş ucuz, kasvetli bir gizem. Gerçek dünya ve onun imgeleri arasındaki kapatılamaz gedik, işte mutsuzluğun kaynağı tam da budur. “Boş zamanı anlatan tüm etkinlikler, sinema, tiyatro, müzik salonları bu mutsuzluğun üretildiği ve de birlikte tüketildiği yerlerdir. Burada, gerçek dünyadan, gündelik olandan kopuk olarak yaşanan deneyimler derin bir yabancılaşmanın kökenidir. Sahte bir gizemlilikle örtüşmeyen sıradanlık duygusu insan varoluşunu ve onun toplumsallığını ikiye bölen bir acıdır.” (Lefebvre, 1991a, s.35). Baktığımızda her birimiz boş vaktimizin olduğuna seviniriz ve bunu bir artı olarak görürüz ancak böyle olmadığını anladığımız vakit bu sözlerin anlamını daha iyi anlarız. Bütün bunların devamında gecesi gündüzü birbirine karışan insan doğada özgür olan bir konumdayken kentte prangalara bağlanmaya mecbur bırakıldı. Bir bakıma bu hırs ve öfke buradan geliyor diyebiliriz. Bunlardan hariç şehir yaşamını kabullenip düşünmek de bir seçenek olabilir. Ki nitekim biliyoruz ki Lefebvre de bize bunu söyler şehre kulak vermemiz gerektiğini tabiri caizse şehirle konuşup anlaşıp bundan da öte dertleşmemiz gerektiğini ifade eder. Şehrin aktığı müziği duymak ve ondaki birliğe, anlamlı bütünlüğe ait olmak ve Lefebvre’ın kulaklarda iz bırakan sözünde işaret ettiği gibi “şehri okumak ve yazmaktan önce, onun müziğini dinleyebilmek” (Lefebvre, 1996, s.109). Bunu da ancak varoluşumuzu sürdürdüğümüz gündelik yaşamımızla yapabileceğimizi anlatır. Ona kulak vermemek imkânsız. Çünkü yaşadığımız bu modern çağda bunu kabullenmekten başka çare yok bizler kente adapte olurken bunu reddetmekten öte bir kabullenişe gitmeliyiz. Ancak bu kabullenişe hangi ölçüde baktığımız önemli. Şehir bizim yaşadığımız yer. Şehir bizim arkadaşlarımızla görüştüğümüz kimi zaman yalnız kalabildiğimiz, kimi zaman kalabalıklar halinde eylemler yaptığımız, bazı zamanlar ışıklarıyla aydınlandığımız ve baktığımızda kaçamayacağımız yazgımız. ‘’Şehir konusundaki kökensel soru tam da şudur: Şehrin yazgısı mı, yoksa şehre yazgılı olmak mı?’’ (Kurtar,2013:200-219). Bu ikisi arasındaki çelişkiyi bir tarafa bırakarak konuşursak birbirinden ayırmak olanaksız görünüyor. Çünkü baktığımızda şehri şehir yapan bizleriz yani bireyler. Ancak şehir olmadan da biz olmayız. O zaman resme bütüncül yaklaşırsak yaşadığımız ve yaşayacağımız anlar şehrin yazgısı sonucu gerçekleşen anlardır. Bu anları oluşturan bizim kararlarımızda şehre yazgılı olduğumuz sonucudur. Bize bu bütünlüklü ve yeni oluşumlara açık ilişkinin eşsiz anlatısını sunan ve şehri bir özgürlük alanı olarak göstermekle birlikte kapitalizmin devasa gelişimiyle kente ve kentliliğe kayışı da diyalektik bir evirilme olarak temellendiren bir şehir filozofu olarak Henri Lefebvre, insan varoluşunun özgürlüğünü şehrin özgürlüğü ile ilişkilendirmektedir. Ona göre, özgürlüğü, varoluşsal ve ahlaksal söyleminden kurtarıp onu somut olarak yaşayıp gerçekleştirmenin gerçek arenası şehirlerdir. Modern insan şehre aittir. (Kurtar,2013:200-219) Modern insanı belirleyen ve anlatan en önemli yanı ise yine yukarıda da bahsettiğimiz gündelik yaşamına gitmektir. ‘’Çünkü ona göre, insan varoluşu, yaşam ve kentlilik olgusunu birbirine zincirleyen kapitalizm, artık ekonomiye değil; tümüyle gündelik yaşama dinamiklerine özgü bir şeye dönüşmüştür’’ (Lefebvre, 1991a, s.16). Ancak aynı insan doğada olsaydı durum değişir miydi? Bunu da sormalıyız. Çünkü insan aynı zamanda içgüdüleriyle de hareket eder. Bu içgüdüler mekân değişikliklerinde farklılık gösterir mi? İçgüdülerimizi şekillendiren bulunduğumuz yer ile alakalı mı? Olaya farklı açılardan yaklaştığımızda sorular da aynı düzeyde farklılaşarak artacaktır. Cevabı kesin olmayan bu sorular doğa ve insan arasındaki belirlenemezliği koruyarak bizlere net bir şey anlatamamaktadır. Bildiğimiz tek şey ise bu iki kavramın bizlerin hayatını etkileyerek tesiri altına aldığıdır.
Sonuç olarak her şeyden önce bildiğimiz bir gerçek var ki oda kentlileşmiş insanların mecbur bırakıldığı kentlileştirilmiş beyinleri. Artık ayarlanmış bir saate döndüğü ve sadece vakti geldiğinde eylem gerçekleştiren bu sınırlar neticesinde uygulamalarını ortaya döken sınırları dışına çıkamayan bir süre sonra buna hipnoz olmuş istese de çemberi terk edemeyen bir kent insanı. Günümüzde bu durumun ne kadar acı olduğu ise görünemeyecek kadar arka planda. Arka planlaştırılmış bir vaziyette. Bunu bize fark ettirmeyen ise oluşturulmuş bu döngünün bizzat üst sınıf kent insanının elinde oluşu. Sonucunda birilerini üst sınıflaştıran ve farklılaştıran bir sistem yaratılıyor. Devamında doğada birbiriyle eşit olan insanın durumunu kentte eşitsizleştirilmiş vaziyette olduğunu görüyoruz. Bu eşitsizliğin temeli bu yapılaştırılmış, oluşturulmuş düzen. Bunun neticesinde buna mecbur bırakılan bizler. Bugün dünyada milyonlarca obezin oluşu ve öteki tarafta açlıktan ölen insanların sebebi de işte bu düzen. Kaynağın fazlasıyla eşitsiz dağılımı. Kimilerini yaşatan, kimilerini acımasızca öldüren düzensiz düzen. Evet, neticesinde bizler yaşamımızı bir takım artılarla ve eksilerle sürdürmeye çalışıyoruz. Ancak bu artıları ve eksileri belirleyen faktörleri bulmadan hayatımıza devam edersek sadece doğup, büyüyüp, yaşamış oluruz ki insan sadece bunun için dünyaya gelmiş olamaz. Ki nitekim buna dair örnekleri yaşayarak ve deneyimleyerek biliyoruz. Bugün teknolojik gelişmeler akıl yoluyla bilime ulaşmış bunun sonucu olarak hayatımızı kolaylaştırmıştır. Aklını ve potansiyelini kullanması neticesinde insan birden fazla bilimsel bilgiyi ortaya çıkarmıştır. Doğa insanından bu yana gelişen bu değişimler hala etkisini büyük derecede hissettirirken ki bundan öte uygulanırken, bizler de günümüz kent insanı olarak değişimi ve gelişimi sürdürmeli yeni keşifler yaparak bilim alanında yeniliklere erişmeliyiz. Bu keşiflerin her insana yaşama hakkı tanıyan eşitliği savunan keşifler olmasına dikkat etmeliyiz. Bizler rahatlığa ve hazır olana alışan kent insanı olmaktan vazgeçmeli bunun böyle devam edemeyeceğini bilmeliyiz. Üstelik buna alıştırıldığımızı unutmamalıyız. Sadece dinleme odaklı değil istenileni üretmenin dışında farkı şeyleri de üretebilme odaklı çalışmalıyız. Farklı şeylerin daha çok farklılaştırılmış, ötekileştirilmiş insanlar için olmasına özen göstermeli bu bağlamda kent ve doğa insanını eşitleştirme yoluna gidebiliriz. Tabi yeni keşif ve buluşlardan önce buna uygun ortamlarında oluşturulması gerekliliğini kavramalı, ne kadar elimizde olmasa da aklın düşünebilmesi için yaşanılacak özgür bir alanın varlığını ortaya çıkarmalıyız. Şehri suçlamak yerine bunu kabullenmeli kentlileşmeden farklılaşarak gündelik yaşantılarımızda bir takım değişikliklere gitmeliyiz. Kendimizi bulduğumuz alanlara yönelmeli bizi biz yapan gerçeklerimizi bulmalıyız. İşte o zaman şehir bizi dinler ve anlar. Biz de o ölçüde mutluluğa ulaşırız. Burada anahtar kavram sürekli şikâyet etmek yerine bir kabulleniş gösterip olumlu bakarak yaşantımızı hangi ölçüde farklılaştırarak şekillendirebileceğimiz olmalıdır. Bunu yaparken de doğaya ve canlılara zarar vermemeli tıpkı doğa insanında olduğu gibi gerçek anlamda insan olmanın ve olabilmenin gerekliliğini yerine getirmeliyiz.
Kaynakça
Kurtar, S(2013).’’ Bir Şehir Filozofu Olarak Henri Lefebvre ve Gündelik Yaşam Sanatı’’, Ankara: ideal kent dergisi