Duygulanım, tam olarak ifade edilen bir kavram değildir. Duygulanımın zor ifade edilmesinin iki sebebi vardır, birincisi kelimelerin yetersiz oluşu yani görünenden, tutulabilirlikten, anlamlamadan, her daim biraz daha fazla kalma hali ikincisi ise, henüz oluşma sürecinde olmasıdır (Akalın, 2007). Tanımının zor yapılmasının bir başka boyutu ile disiplinler arası bir kavram olmasıdır, şöyle ki; psikoloji kökenlidir ama siyasete doğru bir gelişim gösterirken Deleuze ‘duygulanımın duygulardan farklı bir çeşit bedenler arası anlam yaratma aracı olarak düşünülmesi gerektiğini’ savunur (Akalın, 2007). Sara Ahmed ise duygulanımı açıklarken Marx ve Freud’dun kavramlarından faydalanır. Marx’ın artık-değer, Freud’un bilinçdışı kavramlarını ile açıklar ve duygulanımında bu kavramlar gibi hem var olduğunu hem de olmadığını ifade eder. Genel olarak bakıldığında duygulanım, öznenin içinden değil dışarıdan gelir ve özneye dönüşür.
Duygulanım, emek ile ilişkili bir kavramdır ve ilişkide kapitalist sisteminde yeri vardır. Duygulanımı yukarı da açıklamaya çalıştıktan sonra aradaki ilişkiye anlamak için emek kavramına da bakmak gerekir. Emek, zahmet anlamındadır ve zorluk çekmek, göğüs germek anlamlarından türer. Emek, bilinçli bir eyleme halidir. Bilinç kavramı burada önemlidir. Emek kendi içinde maddi emek ve gayrimaddi emek olarak ayrılır; maddi emek, fiziksel olarak üretme varken gayrimaddi emekte gözle görülür, elle tutulan bir üretme yoktur ama yine de bir üretim vardır örneğin bilgi, bilim. Emek gücü ise çalışmayı gerçekleştirme yeteneğidir. İşverenler emek gücünü satın alırlar. Bu durumda zorlama, baskı, denetim ve “rıza” gibi kavramlar önem kazanmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda insanlar özellikle kadınlar ve çocuklar zor şartlar altında zorlama ile çalışmaktaydılar rıza yoktu. 20. yüzyıllarda denetleme, disiplin kavramları anlam kazanıyor ve insanlar artık “rızaları” ile isteyerek çalışıyorlar. Kapitalist sistem böylelikle daha da işler hale geliyor ve insan emeğini üzerinden insan bedeni inşa ediyor. Bedensel dönüşüm gerçekleştikten sonra duyguları dönüştürme başlar ve bu da Foucault’un dediği ‘disiplin toplumu’dur. İnsanların disiplini kurumlar sayesinde gerçekleşir. Ordu, okul, fabrika, aile gibi kurumlarla insanlar disiplin altına alınır ve itaatkar bir birey haline gelir. Denetim toplumunda iktidar dışarı kapalı kurumlar üzerinden olmaz, özgürlük ile tahakküm arasındaki görünür sınırlar kaldırılmıştır (Akalın, 2007).
Foucault’un kavramsallaştırması ile biyo-iktidar, iktidar olanın gücünü, yok edebilme, cezalandırabilme gibi yetilerden değil tam tersine hayatın yönetilmesi, idamesi, uzatılması gibi etkinliklerden almasıdır (Akalın, 2007). Hardt ve Negri, Foucault’un teorisini yorumlarken özne eksikliğinden dolayı eleştirirler. Özne sermayenin kendisidir ama Focault bunu teorisinde açıklamamıştır. Sermaye disiplini sağlar ve Hardt ve Negri burada Marx’ın ‘gerçek içerilme’ kavramına vurgu yaparlar. ‘Gerçek içerilme’ sermayenin iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel, diğer alanlar üzerindeki gücü onlarla eklemlemeyi aşar ve onları yutmaya dönüşür. Bir de ‘biçimsel içerilme’ vardır ki bu, sermayenin dışında duran emeğin üretime dahil edilmesidir (Akalın, 2007). Biçimsel içerilmede mesai bitince işveren ile olan ilişki biter ve iş dışında denetimi olmaz ama gerçek içerilmede mesai bitse dahi işverenin denetimi devam eder.
Duygusal emek, duygulanımsal emekten farklıdır ve ilk defa sosyolog Arlie Hochschild kullanmıştır. Duygusal emek, ‘görev başındakilerin iş saatleri sırasında onlara dayatılan rolleri nasıl uyguladığına ve bu dayatmanın onların üzerinde nasıl bir yabancılaşma etkisine sebep olduğuna işaret eder’ ( Akalın, 2007). Özellikle hizmet sektöründe çalışanların dış görünüşleri, yüz ifadeleri, davranışları önemlidir ve müşteri memnuniyeti hep üst seviye de tutmaları beklenir. Duygusal emeğe en çok uluslar arası firmalarda rastlanır. Duygulanımsal emek gerçek içerilmeye, duygusal emek biçimsel içerilmeye denk gelir. Duygusal emek kavramını anlamak için disiplin toplumunu bilmek gerekir. Duygusal emeğe örnek olarak Hochschild’in “The Managed Heart” isimli çalışmasındaki gibi hostesler, hizmet sektöründe çalışanlar, Starbucks, Domino’s Pizza, McDonald’s çalışanları müşterileri güler yüzle karşılamak ve isteklerini en hızlı şekilde yerine getirmek zorundadır. Aynı durum çağrı merkezleri, müşteri hizmetleri içinde geçerlidir, sesini iyi ve sevimli kullanmalıdır. McDonald’s’ın başarı sırlarından biri de denetimdir, McDonaldlaştırılmış sistemlerde çok sıkı bir denetim vardır. Bu sıkı denetimin önemli bir bölümü teknolojilerden gelmektedir. Bugün bu teknolojiler çalışanlar üzerinde egemendir ve giderek artan bir şekilde çalışanların yerini alacaktır. Çalışanlar, patatesler kızardığı zaman zil çalan hatta kızarmış patatesleri kızgın yağdan otomatik olarak çıkaran kızartma makineleri gibi teknolojilerle açıkça denetlenirler (Karhan, 2018). Hizmet sektöründe çalışanlar bedenini bir cephe olarak kullanırlar ve iş esnasında duygularını denetler ve bastırırlar. Çalışanların kendisi bu duyguya giriyor ve karşı taraftakine de bu duyguya sokmaya çalışır.
Duygulanımsal emek, denetim toplumunda ortaya çıkar ve gerçek içerilmeye denk gelir. Örneğin ‘mankenler, bedenlerini yegane sermayeleri haline dönüştürmüş bir emek gücüdür. Bütün hayatları bedenlerini kontrol etmek üzere kurulmuştur.’ Mesai dışı ve mesai içi ayrımı yoktur. Duygulanımsal emekte duyguyu kontrol etme ve bastırma yoktur. Duygulanım ölçülemez, beden ile duygunun her ikisini de içeren ama aynı zamanda ikisinin de dışında olandır. Duygulanım hemen belli olmaz.
Dans da duygulanımsal emeğe örnektir. Dans henüz tam olarak bir sosyolojik inceleme alanı olmamıştır. Yetişme ve çalışma koşulları düşünüldüğünde dansçıların bir alt-kültür oluştururlar. Türkiye’de genelde devlet konservatuvarı öğrencileri, özelde de devlet balesindeki dansçıların çalışmadan arta kalan zamanlarda bile dış-çevreler karşısında belirgin bir kapalılık sergilerler. Dansçıların boş zamanını asıl belirleyenlerden biri de sürekli pratik yapmanın, provanın ağır baskısında bedenin aşırı yüklendiği çalışma ortamıdır (Nalbantoğlu, 2006).
En basit organizmadan başlayarak canlıların beden olarak hareketleri ile doğadaki sesler kendiliğinden bir öykünmeye yol açmaz. İnsanın dil dünyası içinde bu gerçekliğin kendisi yer aldığında bir öykünme söz konusu olur. Bildik her türlü müzik ve dansı niteleyen ‘öykünme’, göçerlerde av, yerleşiklerde ekme-biçme gibi çalışmadan ya da çalışmanın değişik türlerindeki ritmlere uyarlı uzuv, beden hareketleri ve seslerden kaynaklanır (Nalbantoğlu, 2006).
Alışkanlık ve törelerinin göçmekte olduğu, artık bireyselleşen, üstelik bu bireyleşmenin de sürüde kalmanın getirdiği edilgenleşmeyle birlikte gittiği günümüz Türkiye’sinde hem klasik balenin hem de bir anlamda ondan etkilenirken kopan beyaz baleye özgü dar kalıplar dışına çıkan çağdaş dans türleri bir yere gelmiştir. Özellikle klasik bale dışı dans türleri son zamanlarda salt devlet güdümü ve denetiminde ve devletin kültür aygıtlarından biri olan ‘Devlet Opera ve Balesi’ dışına taşarak başka kamusal ve özel kuruluşlarla da yaygınlaşmaya başladı. Ayrıca dansa ilgi duyanların yalnızca profesyonel dansçı yetiştirmek işlevi gören ‘Devlet Konservatuvarı’ bünyesindeki öğrencilerle sınırlı olmayıp diğer alanlarda eğitim görenlerinde amatör olarak dans ile ilgilenmesinde artma olmuştur (Nalbantoğlu, 2006).
Tüketim toplumunun etkisiyle pazar işleyişi ve metalar dolaşımının bir kültür endüstrisi ve kültür ticaretinden nasibini dans da almıştır. Bugün Batı’dan ithal edilen tekdüze fikirler, imaj kalıpları ve dans figürleri vardır. Dans her ne kadar devlet-ulus tekelinden çıkıyor görünse de aslında başka bir disiplinin altına giriyor (Nalbantoğlu, 2006). Dans artık bir iş alanı ve dansçı bedencan da bir makine gibi görülmeye başlanmıştır. Üstelik dansçılarda bu durumu hiç sorgulamadan kabul etmektedir ve yukarıda da değindiğimiz gibi ‘rıza’ gösterirler. ‘Örneğin bir dans kumpanyasında çalışıyorlarsa, kültür pazarındaki işleyişin (en başta da gişe hasılatı ) zoruyla benimsenen denetimlere boyun eğmeye, giderek de kendi bedencanlarını sanki kendi dışlarında bir ‘nesne’, kendilerini de bir tür ‘insan malzeme’ olarak görmeye başlarlar. Yani kendi bedencanlarına yabancılaşarak onları kuşatan koşulları, nesnel durumları bilmeden kanıksar, dahası içselleştirirler (Nalbantoğlu, 2006). Buradaki içselleştirme olgusu denetim toplumunun bir özelliğidir. Dansçılar giderek bir makine olarak algılanmaya başlamıştır. ‘Dansçı bedeni “nesneleştirerek”, onları birer iş aleti, teçhizat ya da “dans eden makine” olarak görmek yerine onları “sanat”ın bir türünde çalışan, didinen ve emek-gücü demeye çalıştığımız yetiler, dinamikler, kapasiteler yumağı, yani yaşanan birer “bedencanın bütünlüğü” olarak düşünmemiz mümkün’ (Nalbantoğlu, 2006).
Günümüz dünyasında egemen olan beden algısının iki yönü bulunmaktadır. Birincisi, bilinçli ya da bilinçsizi bedenin kendi bütünlüğü içinde tümel bir organizma olarak giderek de makine gibi algılanmasıdır. İkincisi ise aynı insan-makinenin sanki dıştan gelmiş ve bedenden ayrı düşünülebilirmiş sanılan bir ‘can’la donatıldığı yanılsamasıdır.
Bağımsız bir bedencan işleyişinin gerektirdiği sorgulama olmaksızın en başta da kendi benliğini sorgulamaksızın hiçbir şey layıkıyla yapılamadığı gibi, kişi eğer onu yaşam uğraşı seçmişse dans da layıkıyla yapılamaz (Nalbantoğlu, 2006). Birey olduğu durumu, konumu sorgulayarak hareket etmelidir, kendi benliğini yok sayarak bir makine gibi otomatik olarak hareket etmesi duyguyu da yok etmektedir. Duygu yaşanmalı ve karşı tarafa da hissettirilmelidir. ‘Sezen us,’ zihin-beden-duygu birleşiminde hisseden, anlayan akıl demektir ve bedencan dışına çıkıp sezen us olmalıdır. Bedencanın karşılaştığı durumlar kör bir başarı hırsı ile beden nesneleşir ve öyle bir noktaya gelir ki yapacağı yere yıkar. Danslar arasında da bir ilişki vardır ve bu habitus kavramıyla ilişkilidir. Modern dans daha üst kesimlerin ilgi alanıdır ve bireyselliği ifade eden danslardır. Halk oyunları orta sınıf ve alt sınıfın ilgi alanıdır ve genelde toplu olarak yapılır. Ancak yine de dans duyguları aktarmanın bir yoludur. Her ne kadar bireysel gözüktüğü noktalar olsa da toplumsal bir yapıdadır.
Duygulanımsal emeğe başka bir örnek ise “boks”tur. Bir spor salonu, yerin doğasına aşina olsa bile bir dış gözlemciye kendini hemen göstermeyen işlevler ve temsiller yüklenen karmaşık ve çok anlamlı bir kurumdur. Salon sokaktan korur ve mahallenin güvensizliği ile günlük hayatın baskıları karşısında bir tampon görevi görür ( Wacquant, 2012:28-29). Habitus, Pierre Bourdieu’nün toplumsal yapılar ile toplumsal pratik (ya da toplumsal eylem) arasındaki bağı oluşturduğunu düşündürdüğü, bir dizi edinilmiş düşünce, davranış ve beğeni kalıpları için kullanılan bir kavram olup bu kavram yapısal eşitsizliğe kültürel açıdan yaklaşmayı sağlayabilecek bir temel sunmakta ve eylemlilik üzerine odaklanmaya olanak tanır. (Marshall, 1999,291). Dövüşçü habitusu ise yetkin bir boksörü tanımlayan bedensel ve zihinsel özgül bir dizi şemanın üretiminin iki taraflı bir çatışkı üzerine kuruludur. Bunlarda ilki, boksun doğa ile kültür arasında bir sınır çizgisi üzerinde bulunuyormuş gibi görünen bir etkinlik olması olgusundan kaynaklıdır. İkincisi ise boks, fiziksel olarak yalnız bir dövüşçünün bedenini ortaya koyması bakımından diğer sporlar arasında en bireysel olanıdır ancak iyi bir çıraklık dönemi özünde kolektif bir çalışmadan geçer ( Wacquant, 2012:31). Bir boksör olmak adım adım ilerleyerek aşılama yoluyla bedensel ve ruhsal olan arasındaki, atletik becerilere dair olan ile ahlaki yeterlikler ve iradeye ait olan arasındaki ayrımı silecek kadar birbirinin içine geçmiş bir dizi bedensel mekanizma ve zihinsel şemayı kendine mal etmektedir ( Wacquant, 2012:32). Salon duvarlarına boksör posterlerinin yapıştırılmasıyla sporcular teşvik edilir ve bir denetim altına alınmış olurlar.
Boks aynı zamanda bir tabaka göstergesidir. Boksörlerin büyük çoğunluğu halk tabakalarından gelir. ‘Boksörler genelde getto alt- proletaryasının en mahrum kesimlerinden değil, işçi sınıfının istikrarlı toplumsal-iktisadi bütünleşmenin eşiğinde mücadele eden kesimlerinden çıktığını vurgulamak gerekir.’ (Wacquant, 2012:57). Habitusun izlerini şurada da görüyoruz; en kötü durumdaki ailelerin gençler boksun gerektirdiği alışkanlık ve eğilimlere sahip olmadıkları için genelde daha çabuk elenirler. Profesyonel boksörlerin eğitim, iş ve iktisadi statüsü ortalama getto sakininden yüksektir. Ödül için kendi yaş kategorilerindeki getto sakinlerinden, vasat gelirleri ve erken yaşlarda eğitim konusundaki asilikleriyle ayrışmasalar da zarar görmemiş ailelerden gelirler (Wacquant, 2012:60).
Salon denetleyici bir işlev görür. Salon bir nevi dövüşçünün tüm varlığını, zaman ve mekan kullanımı, beden iradesini, zihin durumunu ve en mahrem arzularını belirli bir düzene sokan yarı-bütüncül bir kurumdur (Wacquant, 2012:69). Burada yine duygulanımsal emeğin belirtileri vardır.
Ödül dövüşçüleri çoğunlukla sanatçılarla karşılaştırılmıştır ama fabrikanın ya da zanaatkarın atölyesinin dünyasına bakarak daha uygun bir analoji kurulabilirdi. Çünkü boks, maharet gerektiren, tekrara dayanan, bir el ustalığına çeşitli açılardan benzetilebilir. Profesyonel boksörlerin, kendisi de idmanı iş olarak ve bedenlerini bir alet olarak görürler (Wacquant, 2012:80). Buradaki bedeni makine olarak görme tıpkı dansçılarda olduğu gibi bir bedencan olma durumudur ve burada yine duygu azaltılmıştır. Boksörlerin jestlerinin ve hareketlerinin yüzeydeki basitliği yanıltıcıdır. Boksun içselletirilmesi beden ile zihnin birbiriyle olan etkileşime bağlıdır. Ringe çıkılacak kişiyi belirleme noktasında da bir takım kriterler bulunmakta ve bir denge kurulmaya çalışılmaktadır ve dövüş partnerleri toplumsal sermayenin bir parçasıdır.
‘Antreman ile dövüş arasında melez bir figür olarak idman maçı, zihnin ve bedenin yeniden eğitimini tamamlar. Ring deneyimi, boksörün algılama ve yoğunlaşma yeterliğini ikiye katlar; onu duygularını dizginlemeye zorlar ve bedeni, rekabetin çatışmalarına hazırlarken yeniden şekillendirir, dayanaklı kılar. İdman maçı, öncelikle duyguların ve özellikle de görmenin eğitimidir.’ (Wacquant, 2012:100-101). Buradan da anlaşılacağı gibi ring içine girildiğinde birey kendini dizginler ve bu dizginleme şiddetin de dereceli olması gerektiğinden dolayıdır. Uygulanan şiddet sokaktaki kavgalar gibi fazla değildir burada bir kavga değil aslında birliktelik söz konusudur bu nedenle de dövüşçü kendini buna ayarlamak durumunda olmalı. Ring içerisinde sadece yaptığı işe odaklanmalı ve duygularını ringin dışında bırakmalıdır. Ancak boksörler bazı duygularını bastırırken bazı duygularını kabartmak zorunda ve karşı taraftan gelen kışkırtıcı hareketlere direnmek zorundadır. ‘bir boksör, yalnızca kendi duygularının sürekli iç denetimini değil, dışarı sinyal verme üzerinde sürekli ifade kontrolünü de sağlamak zorundadır.’ (Wacquant, 2012:105).
‘Boks yapmayı öğrenmek, farkında olmadan bedensel şemayı, kişinin bedeniyle ilişkisini ve onu kullanımını dönüştürmek demektir, böylece birbirinden ayrılmaz bir şekilde hem zihinsel hem fiziksel olan bir dizi yatkınlık içselleştirilir ve bu uzun vadede bedeni sanal bir yumruk makinesine çevirir ama rakibin zaman içinde eylemlerine anında bir işlevi olarak bir dizi sabit ve görece olarak sınırlı harekette değişiklik yaparak kendini ayarlayabilen yaratıcı ve akıllı makineye.’ (Wacquant, 2012:109). Dövüşçü boks esnasında duygularını, benliğini bir kenara bırakıp sadece o anda yapması gerekeni yapmak zorundadır. Yumruk makinesi olarak var olma yalnızca yapacağı işe odaklanmanın olmasıdır. Nasıl ki dans açısından bedencandan bahsediliyorsa burada yumruk makinesi bahsedilir. Bir boksörün varlığı dövüşebilmesi ile vardır, zihin-benden ikiliği olarak ringe çıkmalı ve o şekilde dövüşmelidir.
Boksun öğrenilebilmesi için antremanlar yapılmalı, uygulamalı çalışılmalıdır böylelikle duygu ve his olarak da öğrenilmelidir. Kitaplar öğrenilmez, orada hissiyat yoktur ve bu nedenle aidiyette bulunmaz, boks öğrenmek için ringe çıkılmalıdır. Wacquant, “Ruh ve Beden” isimli eserinde görüştüğü spor salonunun antrenörü şunları söylüyordu, ‘Boks yapmayı kitaptan öğrenemezsin, boksu salondan öğrenirsin.’ ve bir boksörü düzeltirken bunu herkesin duyabileceği şekilde yapardı. Çoğu kez arka odadan bağırarak azarlar ve herkes de duyar. Binanın akustiği berbat olduğundan çoğu kez azarın kime yönelik olduğu anlaşılmaz. Bu şüpheyle herkes kendi üzerine alınır ve dikkatini ikiye katlar. Aynı şekilde tek bir bakışla tüm idman alanını görebildiği ofis penceresinin arkasında koltuğuna konumlandığı zaman tam olarak kimi gözlemlediği belli olmaz burada yine herkes kendinin seyredildiğini düşünür ve daha iyi boks yapmaya çalışır (Wacquant, 2012:116). Burada Foucault’un “panoptikon” kavramına atıf vardır ve kişilerin kendilerini denetlemesini sağlar.
Boksörler duygularına ve bedenlerine sadece ring içinde engel olmazlar, günlük yaşamda da dikkat etmeleri gereken noktalar vardır. Örneğin, sigara içmemeli, yeme düzenine dikkat etmeli, sürekli antreman yapmalı, hatta bir kadın ile cinsel ilişkide bile bulunmamalı. Burada yine dansçılarda olduğu duygulanımsal emeğin izleri görülür ve ayrıca yukarı da değindiğimiz gibi gerçek içerilme vardır.
Wacquant, “Ruh ve Beden” isimli eserinde şöyle yazar, ‘Sosyolojik nesneleştirilmenin gerektirdiği çalışmayla zaman zaman bölünen bu eleştirici yürüyüşün sonunda boks, bir tür ‘yaban bilimi’ olarak yalnızca kaba ve dizginsiz görünen tek bir karşılaştırmada bedenlerini tehlikeye atan bireyleri ilgilendiriyormuş gibi gözükse de gayet toplumsal ve neredeyse bilimsel bir pratik olarak karşımıza çıkar. Boksör kimse tarafından düşünülmese ve istenmese de salon uzamında çeşitli konumları işgal edenlerin bedenleşmiş taleplerinin ve beklentilerinin karşılıklı ayarlanması yoluyla nesnel olarak eşgüdümlenen kolektif bir düzenlenmenin ürünü olarak ortaya çıkar.’ Anlaşılacağı üzere boks genel olarak bir alt kültür olarak görülür ve genel olarak toplumun alt sınıfında olanlar yapmaktadır. Genelde işçi sınıfından katılım olduğu görülmektedir. Yüksel (2018) tarafından yapılan “Türkiye’de Tabakalaşma ve Spor” çalışmasında, alt tabakanın araçsal beden anlayışıyla kendini güçlü gösterecek sporlara yöneldiği görülürken, üst tabakanın sağlık, haz ve eğlence için spora katıldığı görüldüğünü belirtmektedir. Alt sınıf genelde bedensel güç elde etmek istediği için bu tür sporlara katılım sağlamaktadır ki Bourdieu’nun habitus kavramına karşılık gelir. İki boksörün ringe çıkmadan önce biri dikkat ederken diğeri etmez, biri üst sınıftan gelir biri alt sınıftan gelir. Profesyoneller genelde üst sınıftan gelirler ve diğerlerine göre eğitim seviyeleri biraz daha yüksektir. Bunların hepsi habituslarının göstergesidir.
Duygulanımsal emek açısından bakıldığında karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır; boksörler duygularını hep bastırmak zorundadır ve bir makine gibi işlev görürler. Ring içerisinde duygularını ve düşüncelerini tek bir şeye yoğunlaştırmaları gerekir ve duygularını iyi kontrol etmeleri gerekir. Acıyı hissetmeleri ve bu acı karşısında da öfkelerini de sınırlı tutmaları önemlidir. Ring dışına çıkıldığında bile belirli kurallar etrafında hareket etmeleri önerilir; yemek yeme düzeni, antremanlara ara vermemeleri, karşı cins ile olan ilişkileri gibi. İşleri bitse dahi yine de denetlenirler. Burada insanlar sadece beden olarak hatta makine beden olarak görülürler, duyguyu yaptıkları iş için geri plana atarlar sadece işi için gerekli olan duygularını yaşamaları tavsiye edilir. Ancak bunları rıza ile yaparlar geçmiş zamanlardaki gibi bir zorlama yoktur, adama söz konusudur.
Sonuç olarak yaşadığımız her çağda görünmeyen bir sistem tarafından hep şekillendiriliriz. Bir zamanlar zorlama ile beden işçisi olarak bu sistem içinde harmanlanırken son zamanlarda rıza ve denetim ile hem beden hem de duygu işçisi olarak var oluruz. Emek artık sadece kol gücüne dayalı bir şey olmayıp duygu ve hislerimiz de emeğe dahil edilir. Her şeyin çok çabuk tüketildiği toplumumuzda emek ve duygu da tüketim hırsı içerisinde hızla tüketilmekte ve değer kaybetmektedir. Artık mesai bitiminde iş bitmiyor ve işverenler, sermaye sahipleri hayatımızın her alanına müdahale etmektedir. Şaşılacak nokta şurasıdır ki bizlerde bu sisteme gönüllü olarak dahil oluruz. En bireysel etkinliklerde toplumsal biz iz mutlaka vardır ve bireysel olarak var olduğumuzu düşünsek dahi sürekli birinin ya da birilerinin gözetimi altında oluruz. Duygulanımsal emeği daha anlamlandırmak için dansçılar, boksörler ve mankenler bizlere yardımcı olmaktadır. Ayrıca akademisyenler içinde bu durum geçerli olabilir. Akademisyenlikte aynı şekilde mesaisi olmayan bir iştir ve bilimsel çalışma yapmak için belirli bir zamanları yoktur. Günün her saatinde çalışmalarını yapabilirler ve bu çalışmalarını yapabilmeleri için hayatlarındaki bazı şeylerden vazgeçmek durumunda kalırlar, enerjilerini her daim yüksek tutmak zorunda kalırlar. Hem üniversitelerde ders vermek hem de bilime katkı yapmak durumunda olup belirli bir hiyerarşi tarafından denetim altındadırlar. Burada da yine rıza söz konusu olup bazı duygularını bastırma bazı duygularını kabartma durumunda kalıp emeğin dönüşümünde yerlerini alırlar.
KAYNAKÇA
Akalın, Ayşe (2007) ‘Duygulanım ve Duygulanımsal Emek Üzerine Notlar’, Birikim, 114-21
Karhan, Jale (2018) ‘Fast-Food İmparatorluğunun Zihniyetini Ritzer’in ‘McDonaldlaşma’ Kavramı Üzerinden Okumak’, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16, 406-432 doi: 10.29029/busbed.428306
Marshall, Gordon (1999), “Sosyoloji Sözlüğü”, (Çev: Osman Akınhay, Derya Kömürcü), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları
Nalbantoğlu, Hasan Ünal (2008) ‘Türkiye’de Bir Dans Sosyolojisi İçin Peşrev’, Baykuş: Felsefe Yazıları Dergisi
Yüksel, Murat (2018), ‘Türkiye’de Tabakalaşma Ve Spor’, Türkiye’de Toplumsal Tabakalaşma ve Eşitsizlik, (Editör, Lütfi Sunar), Cilt-2, 123-153, İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık
Wacquant, Loic (2012) ‘Ruh ve Beden Acemi Bir Boksörün Defterleri’, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 28-160