Prekaryanın doğuşunda ve genişlemesinde neoliberalleşme önemli bir rol oynamaktadır. Neoliberalleşme ile birlikte 1980’li yıllarda ekonomik alanda büyük değişimler meydana gelmiştir. Bu değişimler, her şeyin büyümesine ve rekabetine dayanmaktadır. En temel getirisi ise ekonomideki esnek üretim sürecidir. Ekonomideki esneklik, “güvencesiz ve geleceği belirsiz” bireylerin yaratılmasında büyük etkendir. Standing, prekaryayı “küreselleşmenin çocuğu” olarak görmektedir. 1980’li yıllardan itibaren benimsenen “esneklik politikaları” ekonomik ve gündelik hayatın güvencesizliğine ve istikrarsızlığına vurgu yapmaktadır. Standing’e göre prekaryayı tanımlamanın iki yolu vardır. Birincisi, prekarya, farklı bir sosyo-ekonomik gruptur. Precarius (güvencesiz) ile proletarya isminin birleşmesiyle oluşan yeni bir sınıftır. Bu tanım bir bakıma Weber’in “ideal tip” kavramsal envanteri ile görünürlük kazanmaktadır. İkincisi, Marksist anlamda düşünecek olursak, prekarya, kendi için sınıf olmaktan çok henüz oluşum sürecindeki bir sınıftır. Bireylerin bu gruptaki tek ortak noktası güvencesiz bir hayat sürmeleridir. Dolayısıyla prekarya, güvencesiz bir sınıftır. Standing’e göre prekarya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Sanayi Vatandaşlığı” kapsamındaki kaybedilen 7 tip güvencesizliği kapsamaktadır. Bunlar ise emek piyasası, istihdam, iş, çalışma, vasıfların yeniden üretimi, gelir ve temsil güvenliğidir. Prekarya bu 7 güvenceden yoksun bir sınıftır.
İlgili İçerik: Neoliberalizm Nedir?
Küreselleşmenin en temel unsuru “metalaşmadır”. Esnek piyasa anlayışı ile birlikte her şeyin piyasaya dahil olma sürecidir. Piyasalaşma hayatın her alanındadır. Örneğin eğitim kurumları sadece diploma satar bir konumdadır. Eğitim artık nitelikten yoksundur ve sadece piyasaya oynamaktadır. Esnek piyasa ekonomisi aynı zamanda “merkez/çevre” ülke ayrımını meydana getirmiştir. Üretim, merkez ülkelerden çevre ülkelere kaymıştır. Ürünler, merkez ülkelerden ucuz emek karşılığında çevre ülkelere kaymıştır. Bu durum hem ucuz emek gücü açısından insanların hayatını güvencesizleştirmiş ve diğer ülkeler açısından işsizliğin artmasına sebep olmuştur. Esnek piyasa anlayışı aynı zamanda ücretleri daha düşük tutmaya ve sosyal yardımların da azalmasına neden olmuş ve bu durum da prekaryanın büyümesine olanak sağlamıştır.
Standing’e göre herkes prekaryaya dahildir. Prekaryaya dahil olmak çok olağandır. Birey her an işten çıkartılabilir ya da her an yerinden edilebilir. Durkheim’ın “anomi” durumunu yaşaması çok olasıdır. Bu durum bireylerin hayatında güvencesizlik hali yaratmaktadır. Prekaryaya bazı insanlar sürüklenirken bazıları da başarısızlıklar nedeni ile dahi olmaktadır. Prekarya grubunun içindeki bir grup kadınlardır. Kadınların kamusal alana dahil olması hizmet sektöründe bir artışa sebep olmuştur. Bu bağlamda emeğin ve hayatın kadınlaşması, kadınlar için istihdam güvenliği sağlarken, erkekler açısından istihdam güvencesizliği yaratmaktadır. Kadınlar açısından güvencesizlik ise, bir kadın ile bir erkek aynı işte çalıştığında aynı gelir güvenliğine sahip olmamasıdır. Kadınlar, erkeklere göre daha az gelir elde etmektedirler. Aynı zamanda kadınlar için hareketlilik, erkeklere göre çok daha azdır. Diğer bir grup ise eşcinsellerdir. Toplum tarafından damgalanan ve kabul görmeyen gruplar da prekaryaya dahildir. Dolayısıyla prekarya sadece ekonomik temelli bir sınıf değildir. Diğer bir grup ise gençlerdir. Esnek piyasa politikaları ile birlikte kamu harcamalarının kısılması ve sosyal devlet anlayışının piyasa devlet anlayışına bırakılması, onlar için güvencesiz bir geleceği betimlemektedir. Bireyler, stajyer ve gönüllülük adı altında sömürülmektedir. Diğer bir grup yaşlılardır. Emekli maaşlarının düşüşü ile birlikte onlar bu açığı kapatmak için ya geç emekliliğe ayrılmayı ya da emekli olsalar dahi en güvencesiz işlerde istihdam olanağı bulmaktadırlar. Bir diğer önemli grup ise göçmenlerdir. Göçmenlere, hem prekaryaya dahil olduğu “kahraman” tarafı hem de itici motivasyon sağladığı “hain” bakış açışı vardır. Örneğin, ikinci dünya savaşı sonrası, Almanya geçici işçi talep etmiş ve Türkiye’den pek çok işçi göç etmiştir. Göçün geçici olması, Alman vatandaşlar açısından sorun olmamıştır. Fakat Türk işçiler açısından güvencesiz işler mevcuttur. İstihdam açısından bu işçi talebi olumludur ve Almanlar için Türk göçmenler kahramandır. Fakat bir süre sonra Türk işçilere ihtiyaç kalmaması ve onların da geri dönmemesi Almanlar açısından olumsuz karşılanmıştır. Çünkü kalıcı olmak, onların hayatına, siyasi alanına müdahil olmak demektir. Sonuç olarak, göçün niteliği ve süresi değişince göçmenlerin hain olması kaçınılmazdır. Diğer gruplar ise etnik azınlıklar, engelliler ve kriminalize olan bireylerdir.
Küreselleşmenin getirdiği yeni piyasa koşulu, prekaryanın, iş, zaman ve emek biçimlerini ciddi biçimde dönüştürmüştür. Esnek piyasa sistemi bireye her zaman hazır olmasını talep etmektedir. çünkü esnek hizmet sektöründe işin yoğunluğu zamanın her dilimine yayılmıştır. Birey, iş bulmak ve istikrar sağlamak istiyorsa zamanının her anını koşuşturma ile geçirmelidir. Çalışma saatlerinin esnekleştirilmesi ve çok fazla zaman dilimine bölünmüş olması, bireye boş zaman bırakmamaktadır. Bu durum ise bireyi yabancılaştırmaktadır.
Prekarya bir sınıf niteliği taşıyor mu? Bu soruyu Standing’in prekarya kapsamı içinde ele aldığı göçmenler ve göçmenlik olgusu ile birlikte ele alarak değerlendireceğim.
Göç olgusu, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Göç hareketi, keyfi olduğu kadar çeşitli zorunluluklardan dolayı da meydana gelebilir. İnsanlar, bireysel ya da toplu olarak hayat şartlarının dayatması gibi durumlardan dolayı çeşitli yerlere göç etmektedirler. Modern devlet yapılandırılmalarında, bireysel ve toplu göçler belirli kurallara ve kısıtlamalara tabi tutulmuştur. Fakat yine de yasal yolların zorlanması vb. durumlarından dolayı önüne yeteri kadar geçilememiştir. Bu durumlardan doğan hukuki problemler de düzensiz göçmen, sığınmacı, mülteci gibi kavramların üretilmesine sebep olmuştur (Odabaş, 2020, s. 545).
Göçmenlerin gelmiş oldukları toplum ile olan ilişkileri de sosyolojinin anam konularından birisi haline gelmiştir. Göçmenlerin, yerel halk ile nasıl bir ilişki kuracağı “temas kuramı” üzerinden incelenmeye çalışılmıştır. Karşılaşan iki grubun birbirleri hakkındaki düşünceler, gösterecekleri davranışlar açısından önemlidir. Bu gruplar arasında işbirlikçi ya da rekabetçi tutumlar gelişebilmektedir. Rekabet kavramını Bauman, ötekilik, sahip olma hakkı ve güç ilişkisi içerisinde ele almaktadır. Rekabet, göçmen ve yerleşik grup arasındaki ilişkide belirleyici işlevi, rekabetin doğal bir sonuç olup olmadığı, adilliği, rekabet içinde olan grupların ortak çıkar ve bağımlılıkları gibi değişkenlerden etkilenmektedir. Bu durumların sonucu olarak da doğal olarak göçmen grupların etnik kümelenme davranışlarını ortaya çıkarmaktadır. Etnik kümelenme, rekabette avantaj sağlamak için meydana gelebilmektedir. Fakat bu uygulama, entegrasyon üzerinde olumsuz bir etki yaratabilmektedir. Dışlanma ve ötekileştirme eylemlerine zemin hazırlayabilmektedir (Odabaş, 2020, s. 546).
Türkiye’de sayıları gittikçe artan Suriyeli göçmenlerin işgücü piyasasına etkileri dikkate değer bir durumdur. Suriyeli göçmenler, işgücü piyasasının önemli bir aktörü haline gelmiştir. Sayılarının işgücü piyasasındaki artışı, iş bulma rekabetini artırmakta ve ücretlerde aşağı yönde bir baskı oluşturmaktadır. Bütün bu durumlar ücret rekabetini artıracak ve kayıt dışı ve güvencesiz çalışma koşullarını artıracaktır (Odabaş, 2020, s. 546). Örneğin, günümüzdeki Türkiye’de kayıt dışı ve düşük ücretlerde çalışan Suriyeli göçmen sayısı oldukça fazladır. Aynı zamanda bu kayıt dışı çalıştıkları işlerdeki aldıkları ücret, asıl alınması gereken ücret karşısında çok düşüktür. Suriyeli göçmenler, Türkiye’deki iş gücü piyasasını dalgalandırarak mevcut yerli çalışanların da iş güvencesini tehlikeye atmaktadır. İşverenler, göçmenleri, yerel halka göre daha düşük ücretle daha fazla çalıştırabileceği için tercihleri de göçmenler lehine olmaktadır. Örneğin; bir dönem Mehmet Özhaseki’nin Suriyeli göçmenler hakkında “Bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyor” verdiği demeç bu durumu kanıtlar niteliktedir. Bütün bu durumlar Türkiye’deki yerli çalışanların iş güvencesini tehlikeye atmaktadır. Başka bir ifade ile Suriyeli göçmenler, Türkiye’deki çalışan işçi sınıfının prekaryalaşmasına sebep olmaktadır.
Standing, prekaryanın yaşadığı güvencesiz ortamın tepkisini başka bir prekarya olan göçmenlere yönlendirdiğini ifade etmektedir. İş güvenliğinin tehdit altında olduğunu hisseden prekarya, sorumluluğu istihdam politikalarında bulduğu kadar göçmenlerde de bulmaktadır (Odabaş, 2020, s. 547). Örneğin, Türkiye’de şu an çoğu işsiz, özellikle genç işsizler, iş bulamamalarının en büyük sebebinin göçmenler olduğunu düşünmektedir. Bu durum aslında prekaryanın kendi içerisinde de mücadele içerisinde bulunduğu anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu durum, prekaryanın homojen bir statüsünün bulunmadığını göstermektedir. Geçici işlerde çalışan bir kişi ile üniversite mezunu bir işsiz, yaşam koşullarından dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalan bir göçmenin arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. fakat bu grupların ortak kaygısı, geleceklerine dönük bir garantinin bulunmamasıdır. Bu durum bir bakıma modern yaşamın getirdiği güvencesizlik olarak adlandırılabilir.
Göçmen karşıtlığı sorunu sadece iktisadi olgularla izah edilemez olup, kültürel alanda yaşanan değişimlerle de yakından ilgilidir. Bu durumu, güvenlik kaygısı, sınıflandırma eğilimi, eşit görmeme, düşük eğitim seviyesi, kimlik kaybı korkusu gibi birçok durum da etkilemektedir. Bu anlamda göçmen karşıtlığı, toplumların algı dünyasındaki bazı korkuların açığa çıkması olarak yabancı düşmanlığı şeklinde ifade edilebilir. Bu durumlar, göçmenlerde de bazı etkiler üretmektedir. Bunun başında ise gettolaşmak gelmektedir. Gettolaşma, etnik azınlıklar ve göçmenler açısından bir sosyal kapanma işlevi taşımaktadır. Dışlanmaya karşı bir savunma mekanizması olarak başvurulan gettolaşma, sosyal entegrasyonu engellemektedir. Aynı zamanda göçmenlerin yaşamakta olduğu toplumun değerlerine de yabancılaşmalarına sebep olmaktadır (Odabaş, 2020, s. 549).
Simmel, yabancı kavramını, sosyal mesafe kavramı temelinde ele alır. Simmel yabancıyı, belirli bir mekân ya da sosyal ortam içerisinde olsa dahi oraya ait olmamasına bağlayarak, oraya ait özellikleri barındırmayan kişi olarak tanımlar. (Simmel, 2009, s. 149) Bu bağlamda göçmenler, modernliğin öngörülebilirlik niteliğini temelden tehdit etmektedir. Ona göre yabancı, önyargıyı mümkün kılan ortak zeminin dışında bulunduğundan dolayı, kaygan bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır.
Göçmenin geçici ya da sürekli olarak kalacak yere olan kabulü, göçmen hakkında asgari bir düzeyde bir bilgi seviyesinin olduğunu göstermektedir. Bu durum, göçmen ve ev sahibi arasında bir iktidar ilişkisi olduğunu bize göstermektedir. Derrida, yabancının bir dost olarak karşılanması için koşulların bulunması gerektiğini söyleyerek yabancıyı kabul edenin ev sahibi olarak kalması gerektiğini söyler. Bir başka ifade ile yabancı üzerinde bir iktidar oluşturması gereklidir. Bu iktidar, göç hareketlerinde kimin göçmen, kimin sığınmacı, kimin siyasi sığınmacı ve kimin geçici işçi sayılacağının ve bu durumun ne kadar süreceğini ve hangi şartlar altında süreceğini belirler (Odabaş, 2020, s. 552). Örneğin, Suriyeli sığınmacıların ne zaman geri döneceklerinin belli olmaması, statüleri hakkındaki belirsizliğin devam ediyor olması bu iktidar ilişkisine zarar vermektedir. Tıpkı Almanya’ya işçi göçü ile giden Türk göçmenler örneğindeki gibi, Suriyeli göçmenler de ilk geldikleri zaman yerel halk, daha yardımsever ve olumlu bir biçimde Suriyeli göçmenlere yaklaşıyorlardı. Fakat, göç sürelerinin uzaması ve belirsiz olması, topluma entegre olamamaları, dünya görüşü farklılığı, kültürel farklılıklar vb. durumların bir araya gelmesiyle birlikte yerel halk, Suriyeli göçmenlere karşı göçmen karşıtı bir tavır takınmaya başlamışlardır. Artık ülkedeki çoğu sorun yerel halk tarafından göçmenlere bağlanmakta hatta siyasi söylemlerde de göçmen karşıtlığı bir tavır söz konusudur. Örneğin, önümüzdeki seçimler için Zafer Partisi’nin en büyük ve belki de tek vaadinin “göçmenleri geri göndermek” olması bu durumu destekler niteliktedir.
Yabancı, hakkında kısıtlı şeyler bilinen kişidir. Bu anlamı ile yabancı, ne tam anlamı ile bir komşu ne de hiçbir şeydir. Ya da iki durumun da rahatsız edici bir karışımıdır. Fiziksel olarak aynı mekânı paylaştığımız için bir komşu, fakat uzak oldukları için bir “şey” konumundadırlar. Dolayısıyla yabancı, tehdit üretmese dahi potansiyel bir tehdit algısının nesnesidir. Onlar akışkandırlar ve tekinsizlerdir (Odabaş, 2020, s. 558). Bauman’a göre göçmenler, yabancıların cisimleşmiş halidir ve onlar mutlak yabancılardır. Her yerde nefretle karşılanırlar. Bizzat kendileri her yerde yersizlerdir. Ona göre, bu insanlar toplumumuza geldiği zaman ne kadar güvensiz, rahatlığımızın ne kadar korunmasız olduğunu, huzurumuzun ne kadar yetersizce korunduğunu hatırlatırlar. (Bauman, 2010, s. 37) Bauman’ın göçmen tanımına göre onların konumları, Castel’in bahsetmiş olduğu “gezgin serseri” konumu ile benzer hatta eşdeğer diyebiliriz. Göçmenler, herhangi bir yere ait olmadıkları için yurtsuz, devlet güvencesine sahip olmadıkları için devletsizlerdir. Bu yurtsuzluk algısında hükümetlerin sınırları kapatma kararları, göçmen karşıtı politikaların da etkisi önemlidir. Göçmenlere karşı geliştirilen dışlama, küresel çapta bir uygulamadır.
Standing’e göre prekarya, yaşadığı güvencesiz koşullara tepki olarak kabahati, kısmen yasadışı olan göçmenlere atmaktadır. prekarya bir bakıma kendi yaşadığı belirsizlik ve yoksunluktan dolayı, kendisi gibi prekarya durumunda yaşamak mecburiyetinde kalan insanları suçlamaktadır. Bu durum aslında prekaryanın henüz sınıf bilinci geliştiremediğinin bir göstergesidir. Henüz prekarya bir sınıf niteliği taşımamaktadır.
Genel olarak Standing’in prekaryayı sınıf olarak tanımlamasının eleştirilerine bakacak olursak, burada en ünlü kişi Eric Olin Wright’tır. Wright, işçi sınıfının büyük kesimini oluşturan prekaryanın, kapitalizm karşısındaki hoşnutsuzluğunu ifade etmesinin onun bir sınıf olarak nitelendirilmeyeceğini fakat hak çerçevesinde açıklanabileceğini belirtir. Prekaryayı bir sınıf olarak ya da oluşmakta olan bir sınıf olarak tanımlamak, onun içeriğini netleştirmekten ziyade daha fazla üstünü örtmektir (Güvendi, 2019, s. 11).
Standing’i eleştiren bir diğer isim ise Peter Frase’dir. Frase, prekaryanın, yeni bir sınıf olarak tanımlanamayacağını belirtir. Prekarya, eskinin emekçisi de olmayacaktır. Bu tanımların yapılabilmesi için yeni ampirik verilerin araştırılması, iş ve emek konusunda yeni bulguların ortaya çıkarılmasında rol almaları gerekmektedir (Güvendi, 2019, s. 11).
Palmer ise “Güvencesizlik, farklı bir sınıflaşma meydana getirir mi?” sorusu üzerinden Standing’i eleştirmektedir. Palmer’e göre güvencesizlik ve proleterleşmeyi aynı düzlemde değerlendirmenin hem mücadele hem de pratik açısından bölücü ve zararlı sonuçları bulunmaktadır. Tüm proleterler güvencesizlikten rahatsızdır ve güvencesizlikle sınırlananlar aslında proleter ya da mülksüzler sınıfı ile ortak çıkarlara sahiptir (Güvendi, 2019, s. 11).
Marksist perspektiften ele alacak olursak, Marksist sınıf tipolojisini oluşturan iki ana ve iki ara sınıf Standing için geçerli değildir. Standing, klasik sınıf kriterlerinden ayrılarak yeni bir sınıf olarak görmüş olduğu prekaryayı çok fazla değişkeni bir arada kullanarak tanımlamaktadır. Gelir, refah, işgücü içerisindeki konumlanma, teknolojik gelişmelere uyum gibi değişkenler söz konusudur. Buradan yola çıkarak Ergünalp, prekaryanın bu şekilde tanımlanmasını eleştirir. Buna göre, sınıf aidiyeti, insanların üretim süreci içindeki rollerine göre değil de teknolojiye uyum sağlamaları durumuna göre belirlenmesi Marksist teori ile örtüşmemektedir. Prekarya olarak tanımlanan insanların en temel ortak özelliği, çalışmak, yaşamak için emeklerini satmaktan başka hiçbir çarelerinin olmayışıdır (Oran, 2011, s. 243).
Breman ise prekaryayı tüm gerçekliği ve gerçek dışılığı ile eleştirmektedir. Standing, yeni bir sınıfın doğuşunu küreselleşmenin dinamikleri ile esnekleşmenin eski sınıfsal yapıları parçaladığı tezi üzerinden ilerler. Breman’a göre Standing, prekaryayı kendinde bulunmayan terimler ile tanımlamaktadır. Ona göre, Standing’in atıfta bulunmuş olduğu geçici istihdam edilenler, yarı zamanlı çalışanlar, taşeron işçileri, çağrı merkezi çalışanları vb. çalışanlar esasında klasik proletaryadan başka bir şey değildir. Prekarya diye yapılan sınıf ayrımının Breman’a göre hiçbir mantığı yoktur (Oran, 2011, s. 243).
Fakat tartıştığımız bu meselelerle birlikte prekaryanın çevresinin varoluşsal bir tekinsizlikle çevrili olduğunu söyleyebiliriz. Bu tekinsizlikle birlikte üretilen öfke ve kızgınlık hali, hedefi belirli olmayan bir toplumsal harekete dönüşmektedir. Standing’in güvencesizlik üzerine temellendirdiği prekarya, toplumsal bir sınıf olmaktan ziyade, çağımızda yapısal olarak bulunan güvencesizliğin ekonomik ve politik bir ifadesi olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka ifade ile prekarya, sosyal güvencesizliğin getirilerinin örnekleri olarak düşünebiliriz.
Kaynakça
- Bauman, Z. (2010). Etiğin Tüketiciler Dünyasında Bir Şansı Var Mı? Ankara: DE Kİ Basım Yayın.
- Güvendi, M. A. (2019). Prekarya Tartışmaları. İnsan&Toplum.
- Odabaş, Y. (2020). Göçmen Karşıtlığı ve Prekarya. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 531-566.
- Oran, S. (2011). Modern Zamanların Tutunamayanları Prekarya: Sınıf Mı, Sınıftan Kaçış Mı? Ankara Üniversitesi SBF Dergisi.
- Simmel, G. (2009). Bireysellik ve Kültür. İstanbul: Metis Yayınları.
- Standing, G. (2020). Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf. İstanbul: İletişim Yayınları.