HERBERT MARCUSE
&
AŞK VE UYGARLIK
(May Yayınları, 1968.)
“Eğer özgürlüğün ilk örneği baskının yokluğu ise; o zaman uygarlık, bu özgürlüğe karşı savaş demektir.”
Herbert Marcuse
GİRİŞ
Herbert Marcuse, yazdığı bu kitapla, aşk ve uygarlığı ele alarak Freud ve Marx üzerinden felsefi ve sosyolojik bir tartışmayı konu edinmektedir. Marcuse, yazdığı girişte bu kitapta psikolojik kategoriler üzerinde durmaktadır. Özellikle, bulunduğu dönem de dâhil olmak üzere psikolojik kategorilerin, siyasal kategoriler durumuna geldiğinden bahsetmiştir. Bu anlamda, Marcuse’un bir yanda psikoloji ile öte yandan ise siyasal ve toplumsal felsefe arasındaki alışılagelmiş sınırın ortadan kaldırıldığına vurgu yapması konuyu daha da açık kılmaktadır. Marcuse yine girişin içinde bulunduğu çağın, totaliter devletlerin, rejimlerin olmadığı yerlerde dahi, totaliter olma eğilimine sahip olduğunu ifade etmiştir. Ve bu kitap da bu noktada psikanalizi de işin içine katan, bu totaliter rejimleri, endüstriyel çağı eleştiren bir çalışma olarak nitelendirilebilir.
Freud’un uygarlıkla ilgili tartışmalarında uygarlık terimi; bizim, yani sosyologların bugünkü toplum kavramını karşılamaktadır. Freud’un “Uygarlık, Toplum ve Din” adlı kitabı yine aynı şekilde “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” adlı kitabı bu iki kitapta da uygarlık kavramları ve tanımlamaları açıklanmaktadır. Dolayısıyla, Marcuse’nin referans aldığı kitap “Uygarlığın Hoşnutsuzlukları” adlı kitaptır. Uygarlık denilen, şey sosyolojik olarak toplumu içine alan bir kavramdır. Freud id, ego, süperegoyu anlatırken şöyle anlatmaktadır: üç kategorinin içindeki asıl amaç bilinçaltı ve bilinç üstü dünyayı açıklamaktır. Yani bilinçaltı denilen şey kişilerin kendi gerçeklikleri ile ilişkili olan durumları baskılamasıdır. Pek çok şeyi yapmak ve pek çok şeye edinmek isteriz ama bunları çoğunlukla baskılarız. Örneğin güveni elde etmek için insanlar bilinçaltlarını baskılarlar, mesela ahlak adına, din adına, toplum adına diye bunu belirtmektedirler. Daha sonra toplumda bununla ilgili arzu ettiklerini, gerçekleştirebilmek ve sağlayabilmek için yaparlar. İnsanın içgüdülerini zapt etmesi toplumdan fayda beklenmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla insan bir şeyi baskılıyorsa sonucunda bir şey beklediğini göstermektedir, toplumsal olanı elde edebilmek için yapar. Uygarlık insan içgüdülerini baskılar, bizim de bu baskıyı bir şekilde kabul ettiğimizi söylemektedir. İnsanlar bilinçaltı faktörlerin bilinçdışı dünyadan elde edebilecekleri bir durum için baskılamak üzere kendilerini kodlarlar. Bu yönüyle de içgüdülerini baskılamak üzere bununla yüzleşirler, zorlukların üstesinden gelmeye çalışırlar. Bunu yapmalarındaki temel amaç toplumla, kültürle, uygarlıkla, ahlakla ilgili olabilecek isteklerini dış dünyaya uyarlamak istediklerindendir. Freud’un dediğine göre aslında biz bilinçaltı içgüdülerimizi baskılamak için gönüllüyüzdür. Bilinçdışı dünyadan isteklerimizi ve beklentilerimizi karşılayabilmek için diye belirtir.
“İnsanlığın, tarihsel sürecinde pek çok şey baskılanmıştır.”der Marcuse. Fakat moderniteye geldiğimizde, modernite de çoğu şeyi baskılar fakat bir şeyi baskılamaz. Mesela teknolojik buluşları ve bilimin getirmiş olduğu durumların, insanları nasıl etkileyebileceği noktasında koşulsuzca kendisine bir özgürlük tanıdığı için onu baskılamak gibi bir amacı olmamıştır. Örneğin, ahlak nedir denildiğinde ahlak bir baskılama aracıdır, din nedir din bir baskılama aracıdır diye tanımlanmaktadır. Nasıl baskılar deyince örneğin, insanların bazı davranışlarını iyilik namına olabilmesi için, gereklilik namına olabilmesi için, kötülüklerden ayırabilmek namına, topluma faydalı ve yararlı hareketlere dönüştürmek için bunu yaptığından bahsedilmektedir. Ama biz şimdi teknolojide şunu yapamıyoruz, yani biz teknolojik buluşların iyi ya da kötü olması fikrine ya da kötüyü nasıl bastıracağımıza dair veya kötü olanın engellenmesi gerekiyor mu noktasında bilim üzerinden teknik buluşlar üzerinden bunu yapamıyoruz. Dolayısıyla endüstriyel çağda bilim ve teknoloji her ne kadar büyük katliamlara sebep olsa da bunların dokunulmazlığı vardır. Ve bunlar asla baskı altına alınmazlar. İyi ya da kötü oluşuna dair eleştirilere izin verilmemektedir. Moderniteye, gelindiğinde teknik ve bilim koşulu düşünüldüğünde neredeyse hiç baskılamayan tek şey teknik ve bilimin ortaya koyduklarıdır. Teknik ve bilime sınırsız bir özgüven yükleniyor. Sınırsız derecede bir özgürlük alanı açarak, iyidir gibi bir durumu ortaya çıkarıyor. Bu durumun aslında modernitenin kendisinin ortaya koyduğu ve bilhassa bunu da yeni bir tahakküm stratejisi olarak kullandığını söylüyor. Gereksizmiş gibi görülmesinin ve gösterilmesinin altında ise tamamen her yere sirayet etmesinden kaynaklanmaktadır.
Freud’un baskısız bir uygarlık olmayacağı tezinin tartışmaya açık olması gerektiğinden bahsediliyor. Postmodern dönem, eserlerde makro boy teorilerinin içerimleri ve alanı eleştirilmektedir. Makro boyutu böyle bir eleştirel süzgeçten geçirilmektedir. Freud da aslında bir makro boy teorisyenidir. Soysal teori açısından da önemli bir düşünürdür. Ama Freud bunu daha çok psikoloji ayağından, makro teorisini ele almaktadır. Freud da uygarlığı, toplumu ve kültürü merkeze alarak aslında bilinçaltı ve bilinç üstü dünya gibi anlatmıştır yani bütünlükleri merkeze koyarak yapmıştır. Din, ahlak demiştir mesela. Toplumsallıkların yapısı olan unsurları öne çekerek konuşmuştur. Bakıldığı zaman aslında Freud eleştirisi denilince burada yine bir makro boya bir teori eleştiri vardır.
Marcuse, kitapta ayrıca Freud’un teorisi açısından büyük önem taşıyan, yerleşik gerçeklik ilkesi (yani edim ilkesi) üzerinde durmuştur. Bunun önem taşımasının en büyük nedenlerinden biri, Freud’un içgüdüler teorisi, gerçeklik ilkesinin tarihsel niteliğine karşı en güçlü yargılardan biri durumundadır. Aşk ve Uygarlık adlı bu kitabı, bir uygarlık eleştirisi olarak ele almalı ve bu şekilde değerlendirmeliyiz. Bu anlamda bahsettiğimiz gibi Marcuse, Freud’un düşüncelerinden ve Marx’ın yabancılaşma teorisinden yararlanarak bu eseri biz okuyuculara sunmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM
1. GERÇEKLİK İLKESİNİN EGEMENLİĞİ ALTINDA
1.1. Psikanalizin Gizli Yönü
Freud’a göre, insanın tarihi, insan baskısının tarihidir. Dolayısıyla insanlık tarihi baskı ile var olmuştur. Freud kültürün, insan yaşamını hem toplumsal olarak hem de biyolojik olarak engellediğine, kısıtladığına vurgu yapmaktadır. Bu durumun insan yaşamının belirli bir kesitini değil aynı anda içgüdüsel yapının tamamını da bastırdığına değinmektedir. Ayrıca böyle bir baskıyı da gelişimin ön koşulu olarak görmektedir. İnsanın içgüdülerinin hedeflerine ulaşımında serbest bırakılmaları, birlik ve beraberliğin uzlaşmamasına aksine mevcut birliği de bozacaklarına değinilmiştir. Belli bir denetime tabi tutulmayan yaşam içgüdüsü olan Eros, ölümcül karşılığı olan, ölüm içgüdüsü gibi öldürücü bir güce sahip olabilir. Uygarlığın, ancak hedef ve ihtiyaçlardan feragat edildiği zaman başlar denilmektedir (Marcuse, 1968, s.27).
İçgüdülerin sergilemiş oldukları değişimin uygarlıktaki yansımaları ansal cihazın(zihni sürecin) değişimi olarak adlandırılmıştır.
Hayvan evresindeki insan, yapısında oluşacak değişim, sadece içgüdüsel hedeflerini değil, içgüdüsel değerlerini de etkileyecektir. Yani hedeflerin belirlenmesine temel olacak bir değişimden sonra, insan evresine gelinebilir. Burada aslında evrim teorisine vurgu yapıldığı görülmektedir. İnsanlığın değişim evrelerinden bahsederek varoluşunu açıklamaktadır (Marcuse, 1968, s.28). İçgüdüsel değerler sisteminin değişimi şöyledir: Anlık doygunluktan- Ertelenmiş doygunluğa, Hazdan- Hazzın kısıtlanmasına, Sevinçten (eğlenceden) – Sıkıntıya (Çalışmaya, üzüntüye), Alıcılıktan – Üreticiliğe, Baskı yokluğundan –Güvene, burada bir süreç olarak, haz ilkesinin gerçeklik ilkesine evrilmesi, dönüşümü açıklanıyor. Ansal cihaz bu iki ilkenin terimleriyle tanımlamaktadır ve bu ikili kavram Freud’un teorisinin temelini oluşturmaktadır. Freud teorisi denildiğinde akla gelen ilk iki terimdir. Bu tanım aslında bilinçli ve bilinçsiz işlemler arasındaki ayrımı tanımlamıştır. Bireyin varlığının bu iki kavramsal süreç içerisinde farklı boyutlar içerisinde gerçekleştiğini açıklıyor. Bu boyutlar arasındaki ikili ayrım yapısal bir ayrım olmakla beraber genetik-tarihsel bir ayrım olduğuna da vurgu yapılmaktadır (Marcuse, 1968, s.28).
Haz ilkesiyle süregelen bilinçsiz davranışlar, eski ve ilkel sürecin devamlılığı niteliğindeki davranışlardır. Bunlar gelişmede tek ansal sürecin kalıntılarını taşımaktadır. Dolayısıyla bunlar tamamen haz almaya dönüktür, haz dışında rahatsızlık, hoşnutsuzluk ve acı verebilecek her tür durum ve faaliyetlerden kaçındıklarına dair bir durum söz konusudur. Birey bu durumda tüm ihtiyaçlarının, acısız giderilmesinin imkânsız olduğunu ancak bu acıyı deneyimleyerek anlamaktadır. Bu deneyim sonrasında gerçeklik ilkesi güç kazanarak haz ilkesini alt etmektedir. Burada ilkeler arasındaki değişimin bir kriz ve deneyim sonrasında gerçekleştiği görülmektedir. Artık hazlar yerini gerçekliğe bırakmıştır. Haz yerini hazzın kısıtlanmasına, ertelenmesine bırakmıştır. Gerçeklik ilkesinin galibiyeti söz konusudur diyebiliriz. Ancak Freud bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Gerçeklik ilkesinin haz ilkesini tahttan indirmek yerine, güvene aldığını ve yadsımak yerine değiştirdiğini ileri sürmektedir.” Fakat psikanalitik yorum, gerçeklik ilkesinin, hazzın şekli ve süresinde bir değişimi gerektirdiğini, aynı zamanda özünde bir değişimi gerektirdiğine dair vurgu yapmaktadır. Hazzın, gerçeklik ilkesine dönüşümü içgüdüsel doygunluğun yıkıcı gücünün, yerleşik toplumsal ölçütler ve ilişkilerle uyuşmazlığının bastırılmasını ve başka bir yöne çevrilmesini; bunun doğal sonucu olarak, hazzın kendisi bir başka boyut kazanmaktadır. Dolayısıyla haz farklı bir boyutta kendisini gerçekleştirmektedir (Marcuse, 1968, s.29).
Haz ilkesinin egemenliği altında olan insanlar, hayvansı içgüdü yığınından farklı değillerdir. Gerçeklik ilkesiyle beraber insan örgütlenen ego durumuna gelerek hayati olanı kendisine ve çevresine zarar vermeden elde etmeyi amaçlamaktadır. Bu durumda insan gerçeklik ilkesinin hâkimiyeti altındayken mantıki yeterliliğe ulaşmaktadır. İnsan bu süreçte gerçeği deneyimlemeyi karşıt durumlar üzerinden yapar. Mesela doğru ve yanlış arasında, iyi ve kötü, yararlı ve zararlı, olumlu ve olumsuz durumlar arasında tercih yapmayı öğrenmektedir. Kendisine dışarıdan benimsetilen gerçekliğe rağmen bilinçli ve düşünen, refleksivite sahibi olan bir özneye doğru ilerlemektedir. Ansal cihazın bu değişim ve dönüşüm sürecinde tek bir düşünce, eyleminin gerçeklik ilkesinin dışında kaldığından bahseder. Bu ise hayal(fantezi), kültürel değişiklerden kendini koruyarak, haz ilkesine bağlı kalarak özgürlüğünü sürdürmektedir. Hayal dışında, ansal cihazın tümü gerçeklik ilkesiyle bütünleşmekte ve gerçeklik ilkesinin egemenliği altına girmektedir. İnsan arzularının ve ihtiyaçlarının karşılanmasının yöntemleri artmıştır. Bu artma neticesinde insanın, gerçeği, faydalı olanla değişimi, dış baskıların, gücün giderek kalkacağını gösteren bir belirti olarak sayılabilir. İnsanın istekleri artık kendisinin olmaktan çıktığını söylemektedir. Bu istek ve gerçekler tamamen toplum tarafından düzenlenmiş olan isteklerdir. Bu toplumsal düzenlemeler kişinin içgüdüsel gereksinimlerini bastırarak niteliklerinde de değişimi gerçekleştiriyor (Marcuse, 1968, s.30).
Yine kitapta, özgürlüğün ilk örneği baskının ortadan kalkması olarak belirtilmektedir. Aynı şekilde uygarlığın da bu kazanılan özgürlüğe karşı bir savaş olduğunu söylemektedir. Haz ilkesinin yerine geçen gerçeklik ilkesi, insanın gelişiminde hem bireyin hem de türün gelişiminde büyük bir iz bırakan, travmatik birer olay olduğunu açıklamaktadır. Gerçeklik ilkesinin varlığı birey ve tür üzerinde travmaya sebep olmuştur. Kitaptaki anlatıma göre, Freud bu travmatik olayın insanlık tarihinde sadece bir defa olmadığını her bireyin yaşantısında defalarca oluşa gelen bir olay olduğuna değinmektedir. Bu olayın filogenetik yani baskıcı uygarlıkta ilk göçebe klanda, klan başkanı olan babanın, güce ve hazzı kendi egemenliği altına alıp, oğullarından fedakârlık yapmalarını istediğinde başlamıştır. Ontogenetik olarak, baskı altındaki bireyin ise ilk kez çocukluk döneminde meydana geldiğini söylerler. Bireyin, gerçeklik ilkesine boyun eğdirilişinde anne, baba yani çevredeki eğiticilerin rolü vardır. Haz ilkesinin varlığı içindeki bireyin gerçeklik ilkesine doğru geçişinde çevresel faktörlerin etkili olduğunu söylemek mümkün. Zamanla baba klanını, kardeşler klanı izler. Kardeşler klanı oğullarda oluşan kurumsallaşmış toplumsal ve siyasal tahakküm şeklinde gelişir. Bu süreçte gerçeklik ilkesi kurumların olduğu bir sistemde kendisini gerçekleştirir. Bu
sistem içerisinde büyüyen birey, gerçeklik ilkesinin gerekliliklerini, yasaları ve düzeni öğrendiği gibi öğrenmektedir. Öğrenme yoluyla elde ettiği bu ilkeleri kuşaklar arasına aktarmakla görevlidir, denilebilir. Gerçeklik ilkesi, insanlığın tarihsel gelişiminde sürekli tekrarlanmıştır. Bu da şunu açıklamaktadır ki gerçeklik ilkesinin haz ilkesi üzerindeki zaferi kesin ve dayanaklı değildir. Çünkü kesin ve sağlam bir zafer olsaydı, sürekli geliştirilmeye dönük adımlar atılmazdı. Freud ‘a göre uygarlık, bir doğal durumu hiçbir zaman, sadece bir kez kesin olarak bitirmez. Yani uygarlığın bastırmaya çalıştığı haz ilkesinin istekleri uygarlık içinde varlıklarını sürdürmeye devam ederler (Marcuse, 1968, s.31). Kitabın bu bölümünde baskı altına alınmış her şeyin tekrar ortaya çıkması, uygarlığın yasaklanmış ve gizlenmiş tarihini de meydana getirdiğini söylemektedir. Bu tarihin araştırılması hem bireyin hem de uygarlığın sırrını açıklığa kavuşturacaktır. Freud’un bahsedilen psikolojisi hem bireysel psikoloji hem de bir toplumsal psikolojidir. Baskının tarihsel bir olgu olduğuna dair vurgu vardır. Özgür olmayan birey, efendilerinin buyruklarını kendi zihnine yansıtarak, onların istediği ve izin verdiği bir şekilde gerçekliği yaşamaktadır. Bu zihne aktarılan her şey bireyin efendilerini ve efendilerine ait kurumların desteklenerek, sürdürüldüğünü söylemektedir. Freud’a göre uygarlığın dinamiği olarak ortaya konulan şey, ansal dinamiğin kendisidir (Marcuse, 1968, s.32).
Yine Freud ‘a göre gerçeklik ilkesinin denetimi altındaki içgüdülerin baskıyla değiştirilmesi, geçmişten şimdiye kadar gelmiş olan en temel yaşama savaşından ortaya konulmakta ve desteklenmektedir. Kıtlık, insanlara içgüdüsel isteklerini özgür bir şekilde doyuma kavuşturamayacaklarını yani hazlara ve haz ilkesine bağlı olarak hayatlarına devam edemeyeceklerini öğretmektedir. Dolayısıyla kıtlık, insanların gerçeklik ilkesine adaptasyonu için önemli bir etkendir. Toplumun, içgüdüsel yapısının ekonomik sebeplerden kaynaklı olarak değiştiğini söylemektedir. Ve bu argümanı şöyle açıklamaktadır. Bireylerin çalışmadıkları takdirde, yaşamak için yeterli güce sahip olmayacakları için bireylerin sayısında azalma olacağını bu doğrultuda bireylerin enerjilerini cinsel faaliyetten, çalışmaya yöneltmesini açıklamaktadır. Mevcut görüşün uygarlığın tarihi kadar eski olduğunu ve daima tahakküm için önemli ussallaştırmayı meydana getirdiğini açıklamaktadır. Freud’un teorisi de bu ussallaştırmaya katılmaktadır. Freud yaşama savaşının ebedi olduğunu söyler. Haz ilkesi ile gerçeklik ilkesinin daima çatışma içerisinde olduğuna inanmaktadır. Freud’un çalışmasını betimleyen büyük özellik, kültürün yeni uygarlığın değer ve başarılarındaki baskıcı içeriğin uzlaşmaz bir şekilde ortaya konulmasıdır. Bunu yapmasının amacı, uygarlığın, kültür ideolojisinin temeli olan baskı ile mantığın temelini es geçmesidir. Freud’un metapsikolojisi,
uygarlıkla barbarlık, gelişme ile sıkıntı, özgürlük ile mutsuzluk arasındaki iç ilişkinin, yani en uç noktada, yaşam içgüdüleri olan Eros ile ölüm içgüdüsü olan Thanatos arasındaki ilişki bağıntısının ortaya çıkarılması yolunda daima yinelenen çaba olduğunu söylemektedir (Marcuse, 1968, s.33). Freud, kültürü farklı bir açıdan değerlendirmektedir. Romantik ya da hayalî bir kültür ve uygarlıktan ziyade, yol açtığı acı ve sefalet bakımından ele alıp araştırmaktadır. Bundan hareketle, Freud için kültürün olumsuz yönlerinin daha önemli olduğunu söylemek yanlış olmayabilir. Bundan hareketle, kültürel özgürlüğün, özgürsüzlük ışığında ortaya çıkması gibi kültürel gelişiminde, kısıtlamalar ışığında açığa çıkması vurgulanmaktadır. Kültürün çürütülemez olduğunu açıklamaktadır. Kültürün, zorunlu bir bedeli olarak özgürsüzlük ve kısıtlamanın varlığına değinilmektedir. Gelişen bilinç alanının yarattığı dünyada varolan tüm özgürlükler; türetilmiş, ayrıcalıklı ve gereksinimlerin karşılanması pahasına kazanılmış özgürlükler olduğunu söylemektedir. Bu gereksinimlerin karşılanılması, giderilmesi mutluluk veriyorsa uygarlığın benimseteceği özgürlük özü itibariyle mutluluğa karşıdır. Uygarlık, mutluluğun baskıcı değişimini gerektirmektedir. Bilinç dışı, gerekliliğin ve özgürlüğün dolaylı özdeşliğidir. Freud’un görüşüne göre bilincin yasaklamış olduğu özgürlük ve mutluluk denklemi, bilinç dışı tarafından desteklenerek sürdürülmektedir. Geçmiş, gelecekten haklar istemektedir. Uygarlığın başarıları, cennetin yeniden yaratılmasının isteği üzerinedir (Marcuse, 1968, s.34).
Bölümün şimdiki kısmında belleğe ilişkin açıklamalar bulunmaktadır. Bellek, psikanalizin temeline kesin bir idrak kalıbı olarak yerleştirse, bunun iyileştirici araçtan öte bir şey olduğunu söylüyor. Belleğin iyileştirici rolüne dönük olarak ise belleğin gerçek değerinden dolayı ortaya çıktığını söylemektedir. Gerçeklik ilkesi belleğin idrak görevini, yani belleğin mutluluğun bilinçli bir şekilde tekrardan yaratılması sürecinde geçmiş mutluluk deneyimine bağlı kalmasını engellemektedir. Geçmişin erkinliğinin, bugün ile uzlaşmasında son bulmayacağınız değinilmektedir. Geçmişi ortaya çıkaran kişinin, kendi kendini baskı altına almasına karşı, geçmişle geleceğe yönelme eğilimi gösterdiğini söylemektedir. Geleceğin erkinliği, serbestliği için geçmişin araştırılması aracı haline getirilmiştir (Marcuse, 1968, s.35).
Freud’un baskıcı zihinsel sürecinin gelişimi konusunda bir çözümleme söz konusudur. Bu süreç iki düzeyde açıklanmaya çalışılmıştır.
• Ontogenetik: baskı altındaki bireyin, çocukluktan bilinçli olan toplumsal yaşamının süresini aktaran düzeydir.
• Filogenetik: baskıcı uygarlığın, kurumlaşmış uygarlık durumuna geliş sürecini anlatan düzeydir.
Bu her iki düzey birbiriyle ilişkili bir süreci içermektedir. Bölümü toparlamak gerekirse; bireyin, kendi türünün gelişiminde büyük izler bırakan olayları yeniden denediğini söyler. Bireyle tür arasındaki var olan çatışmayı ve bu çatışmanın çeşitli çözümlerini ortaya koymaktadır. İlkin, bireyin ontogenetik yani baskı altındaki bireyin gelişimini ele alarak, çocukluktan yetkin ve uygar duruma geliş sürecine dair bilgi aktarımı yapılmaktadır. Ardından filogenetik yani baskıcı uygarlığın gelişim sürecini, Freud’un görüşüyle uygarlaşmış türün yetkin dönemine ilişkin açıklamalar yapılmaktadır (Marcuse, 1968, ss.36- 37).
1.2. Baskı Altına Alınmış Bireyin Kaynağı (Ontogenesis)
Freud’a göre baskının gelişimi bireyin içgüdüsel yapısına bağlıdır. İnsan özgürlüğünün ve mutluluğunun kaderi, bedeni ile ruhun, doğa ile uygarlığın katıldığı ve tam anlamıyla bir ölüm kalım savaşına dönüşen içgüdülerin savaşı içinde, belirlenip kararlaştırıldığını aktarmaktadır. Bu durum hem biyolojik hem de sosyolojik bir hareket olup Freud’un metapsikolojisinin merkezini oluşturmaktadır (Marcuse, 1968, s.39). Freud’un mevcut teorisi, gelişiminin ilk evresinde, cinsiyet ile egonun içgüdüleri arasındaki karşıtlık ekseninde oluşmuştur. Dolayısıyla bu teori karşıtlıklardan, çelişkilerden beslenen bir teoridir. Örneğin teorinin son evresindeki temel konusu, yaşama içgüdüleri (Eros) ile ölüm içgüdüsü (Thanatos) arasındaki çatışmadır. Ölüm ile yaşam arasındaki çelişki, karşıtlık ve zıtlık söz konusudur. İlerleyen dönemlerde, bu iki kavram mevcudiyetini kendine dönük, narsistik libido varsayımına bırakmıştır. Freud’un teorisinin değişen bütün evrelerinde cinsiyet, içgüdüsel yapıdaki üstünlüğünü korumaktadır (Marcuse, 1968, s.40). Freud’un teorisi, 1914 yılında narkisizmi ortaya atmadan önce, teorinin sadece cinsiyet olmaktan çok uzak olduğuna değinmektedir. Teorinin mevcut dönemdeki niteliğinin, cinsiyet alanını kısıtlama üzerine olduğunu ifade etmektedir. Buradan hareketle teorinin dönemsel değişimlerinin olduğunu söylemek mümkündür.
Haz ilkesi, kavramının zihinsel süreçlerine dair birtakım tanımlamalar yapılmaktadır. Fakat hangi sürece tabi olacağına dair bir kesinlik bulunmadığını da söylemektedir. Kavramsal içeriğin giderek daha çok açıklayıcı olabileceğine dair bir durumun söz konu olduğunu söylemektedir. Yaşamın başlangıcında, uyarımlardan sürekli kurtuluşun bir kenara bırakıldığına dair vurgu var.Bundan dolayı, dengeye yönelen içgüdüsel eğilimin,en uç
noktasında, yaşamın ötesine geçen bir gerileme olduğunu söyler. Ansal cihazın süreçlerini aktarmaktadır. Ve bunu süreç üzerinden karşılaştırmaktadır. Örneğin, ilk süreçlerinin bütünüyle doygunluk aramaya yönelik olduğunu söyler. Bütün canlı maddelerin evrensel çabasına, cansız dünyanın sükûnuna dönme çabasına, ölüm ile bağlandıklarını söylemektedir. İçgüdülerin daima ölüme doğru çekildiklerini aktarmaktadır. Haz ilkesinin, Nirvana ilkesinin bir anlatımı olduğunu açıklamaktadır. Nirvana ilkesini uyarımlar olarak açıklamaktadır. Uyarımlardan, doğan iç gerginliği azaltmak, değişmeyen bir oranda sürdürmek veya ortadan kaldırmanı çabasını haz ilkesinde bulmaktadır. Bu olguyu anlamanın önemine vurgu yapmaktadır.Ölüm içgüdülerinin yani Thanatos’un varlığına inanmak için önemli nedenlerden biri olduğunu dile getirmektedir. İçgüdüsel yaşamın ortak yapısından, iki zıt içgüdü gelişmektedir. Bu içgüdüler; Eros ile Thanatostur. Yaşam içgüdüleri (Eros), ölüm içgüdüleri (Thanatos) üzerinde üstünlük kazanırlar. Yaşam içgüdülerinin ölüme karşı olduğunu ve ölümü engellemeye çalıştıklarını söylemektedir. Yaşama içgüdüleri, canlıların ilk evrelerini ortaya getirmede üstündürler. Aynı zamanda yaşam içgüdüleri, öteki içgüdüler kadar tutucu özelliğe sahiptirler. Bunların sonucunda cinsiyet ile ölüm içgüdüsünün ilkesinin benzerlik kazandığı söylenmektedir (Marcuse, 1968, ss.43-44).
Bu süreç zarfında içgüdülerin tanımlanmalarına açıklık getirilmektedir. Bu açıklık içgüdülerin kaynakları ve organik görevlerinin terimleriyle tanımlanmadığı üzerinedir. Yaşam süreçlerine yöntem veren belirleyici bir güç terimiyle,yani yaşam ilkelerinin terimleriyle tanımlanmaktadırlar (Marcuse, 1968, s.45). Zamansal olarak, ölümün hiçbir zaman, yaşamın kendisine bu kadar dâhil olmadığını açıklamaktadır. Ölümün, Eros’a bu kadar yakın olmasına dair bir açıklık getirilmiştir. Çünkü ölüm, hep yaşamdan olabildiğince uzak tutulan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmıştır. Artık bu tezatlığın iç içe geçtiğine dair açıklamalar söz konusudur. Fenichel, bu konuya dönük olarak; “Eros ve ölüm içgüdüsü (Thanatos) zıtlığının, başlangıçta ortak olan bir köken ayrışması olup olmadığına dair, düşündüren bir soruyu ortaya atmaktadır.” Ölüm içgüdüsü şeklinde bir araya toplanmış olayların, bütün içgüdüler için geçerliliği olabilecek bir gelişme süreci içerisinde, dış etkenler dolayısıyla değişebilecek bir ilke anlatımı olarak ele alınabileceğini ileri sürmektedir. Haz ilkesinin temelini, uyarımlara dayandırmaktadır. Ölümün gerekliliği tamamen yeni bir ışık altında ortaya çıkmaktadır. Ölüm içgüdüsünün özü için değil fakat gerilimin boşalması için yok edici olma özelliğine sahiptir. Ölüme yöneliş, acıdan ve yokluktan bilinçsiz bir kaçış olarak nitelendirilmiştir (Marcuse, 1968, s.47).
Dolayısıyla ölüme doğru bir yöneliş acıya ve baskıya karşı sonsuz bir savaştır denilebilir. Ve ölüm içgüdüsü olan Thatanos bu savaşı etkileyen tarihsel davranışlardan etkilenmektedir. Ansal yapının ana tabakaları id, ego ve süper ego olarak belirlenmiştir. Bu belirlenen tabakaların en eskisi ve en büyüğü, bilinç dışının alanı id’dir. Id’in bilinçli toplumsal bireyi meydana getiren kalıp ve ilkelerden muaf olduğunu açıklanmıştır. Çevrenin etkisiyle Id’in, uyarıları algılama ve uyarılardan korunma organlarıyla donanmış bir bölümü, giderek gelişmiş ve ego olmuştur. Ego, id ile dış dünya arasındaki aracı role bürünmüştür. Gerçeklik ilkesi ile beraber ego gerçeği, daha çok düşmanca görür ve egonun bu durumda tutumu savunma üzerinedir. Egonun gelişmesi sürecindeki bir başka ansal varlık olarak Süperego ortaya çıkmaktadır. Süperego çocuğun ebeveynleriyle kurmuş olduğu uzun süreli bağımlılığından ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla süperego üzerinde ebeveynin etkisi fazladır (Marcuse, 1968, ss.48-49 ). Süperego hem gerçeğin hem de geçmiş gerçeğin isteklerini zorlamaktadır. Bir tür hatırlatıcı olarak bu istekleri anımsattığını söyler. Bunlar bilinçdışı mekanizmalarıdır. Ansal gelişim, gerçek gelişimin gerisinde kalarak gerçek gelişimi erteleyerek, geçmiş adına potansiyelini ortaya koyar. Bu doğrultuda geçmişin iki yönlü bir görevi bulunur denilebilir. Bunu bireyi ve bireyin içinde bulunduğu toplumu şekillendirerek yapmaktadır. Bu süreçte, İd kıtlık dönemindeki yaşanmış olan gerçek geçmişi geleceğe taşır. Filogenetik ve ontogenetik olarak, uygarlığın gelişimi ve bireyin yetişmesiyle, özgürlükle gereklilik arasındaki birliğe dair anılar, özgürsüzlüğün gerekliliğini kabul etme yöntemleriyle bastırılmıştır. Bellek, gerçeklik ilkesinin önünde boyun eğmiştir. Freud’a burada bir eleştiri söz konusu: Freud, içgüdülerin baskıcıdüzenini, temel haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasındaki uyuşmazlık yüzünden haklı görürse, uygarlığın bir örgütlü tahakküm biçiminde geliştiği yolundaki tarihsel gerçeği dile getirmiş olur (Marcuse, 1968, s.52). Burada şöyle bir durum söz konusu, Freud uygarlığı, baba tahakkümü yerine kardeşlerin tahakkümünün içselleştirilmesini, yani filogenetiğin kuruluşunun bütününe yön verdiğini açıklamaya çalışmaktadır. Bütün uygarlığın örgütlenmiş bir tahakküm olmasının tarihsel gelişiminin bir evrensel biyolojizmi olarak değer ve gereklilik kazanmış olduğunu açıklamaktadır.
Marcuse, burada Freud’un bir eksikliğini açıklamaktadır. Freud’un içgüdülerin, biyolojik ve sosyo-tarihsel değişiklikler arasında yeterli ayrım yapmamış olduğuna değinmektedir. Freud’un terimlerinin, belirli sosyo-tarihsel öğelerigösterecek terimlerle karşılanmasının gerektiğini iki terimle aşağıdaki gibi açıklar.
• Artık – baskı: Toplumsal tahakkümün gerektirdiği kısıtlamaların temel baskıdan farklı olduğunu söyler. İnsan neslinin uygarlıktaki devamlılığı için gerekli içgüdü değişikliklerini temel baskı olarak belirtmektedir.
• Edim ilkesi: Gerçeklik ilkesinin genel tarihsel kalıbı (Marcuse, 1968, s.53).
Yaşam savaşının, kısıtlama ve erteleme olmadan, ihtiyaçların karşılanmasına yetmeyecek yoksul bir dünyada yer aldığını söyler. Kıtlığın tarihsel sürecine de değinmektedir. Kıtlığın bütün uygarlıklar içerisinde belli bir düzenle sürdürüldüğünü açıklar. Kıtlığın dağıtımı ve kıtlıktan kurtulma çabaları, çalışma biçiminde olduğu gibi ilkin şiddet ve baskı yoluyla kabul ettirilmeye çalışılmış olup sonraki süreçte ise güç, belli bir ussallaştırma yoluyla kabul ettirilmiştir (Marcuse, 1968, s.54). Bütün üyelerinin, normal olarak yaşamlarını sürdürmek için çalıştığı bir toplumda, çalışmanın sadece belirli bir gruba ait uğraşı olduğu toplumdan farklı baskı ve şiddet kalıpları gerekmektedir. Dolayısıyla mevcut durum tahakkümü altındaki birey sayısına göre farklılık göstermektedir (Marcuse, 1968, s.55). Temel baskı ile artık baskı uygarlık tarihinde iç içe geçmiştir. Üremeye yöneltilen gelişimin düzenlenişi, insan yaşamındaki toplumsal düzenin gerekliliklerini yerine getirmek için davranışlar ve davranışların alanı cinsellikten uzaklaştırılmıştır (Marcuse, 1968, s.57).
Uygarlık ile cinsiyet arasındaki çatışmayı şöyle açıklamaktadır: cinsel sevgi iki kişinin arasındaki ilişki olmasından dolayı, üçüncü kişinin varlığının fazlalık ve rahatsızlık uyandırıcı niteliktedir. Buna istinaden, uygarlığın daha kalabalık ilişkilerden oluşuğunu söylemektedir. Bir aşk ilişkisinin doruğa erişmesi ile çiftin çevreye karşı bir ilgisinin olmadığını, ikisinin birbirine yettiğini hatta kendilerinin mutluluğuna mutluluk katacak çocuklarına dahi ihtiyaç duymadıklarını açıklamaktadır. Dolayısıyla cinsel sevgiden elde edilen hazzın gerçekliğe meydan okuması söz konusudur denilebilir (Marcuse, 1968, s.60). Freud’un uygarlık betimlemesi şöyledir; birbirini cinsel yönden doyuran, öteki insanlara çalışma ve ortak çıkarlarla bağlı olan çiftlerden meydana gelmektedir. Sonrasında ise bu şekilde istenmeye değer bir durumun olamayacağını ve hiçbir zaman da olmadığını; kültürün, cinsiyetten amacı engellenmiş libido gibi ağır bir haraç aldığını ve cinsel yaşamın kısıtlanmasının kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Dolaysıyla cinsel yaşamın yaşayacağı hazzı ertelenmiş hazza çevirme durumu söz konusudur. Cinsel yaşam üzerindeki kısıtlamaların sebebi böyle açıklanmıştır. Freud, baskıcı sistemin çatışmayı çözemediğini göstermektedir. Eros üzerindeki daimi kısıtlamalar, yaşam içgüdülerini zayıflatmaktadır. Böylelikle, yaşam içgüdülerinin, karşı koymak üzere topladıkları güçler, yıkıcı olan güçleri serbest bırakmaktadır (Marcuse, 1968, s.62).
Uygarlıktaki insanlar, kendi yaşamlarını yaşamazlar, önceden belirlenmiş olan görevleri yaparlar. Çalışan bireylerin, çalıştıkları zaman kendi ihtiyaçlarını ve yeteneklerini karşılamadıklarını, yabancılaşmayla çalıştıklarını ifade etmektedir. Buradan hareketle Marcuse’nin Marx’ın yabancılaşma teorisine yapmış olduğu vurgu görülmektedir. Marcuse bu kitabı Marx ve Freud’un düşüncelerinden etkilenerek ve tekrar ele alarak okuyucuya sunmaktadır. Çalışma ve libido üzerindeki baskıların genelleştirildiğini açıklamaktadır. Bireyin yaşantısının büyük bir bölümünü oluşturan çalışma, haz ilkesinin gerçeklik ilkesine dönüşümü sırasındaki acı ve sıkıntı sürecidir. Yabancılaşmış emek, doygunluğun ertelenişi, olmayışı yani haz ilkesinin es geçilmesidir. Dolayısıyla gerçeklik ilkesindeki libido toplumun yararı için faydalı alanlara yöneltilmektedir. Bu durumda toplumsal otoritede bireyler üzerinde vicdana ve bilinçaltına yönelir. Toplumsal otorite birey üzerinde bireyin, kendi kişisel isteği, ahlakı ve doygunluğu durumuna getirilmiştir (Marcuse, 1968, s.64). Dolayısıyla tekrar bir baskı ve şiddet söz konusudur.
Uygarlık, bu verilmiş düzeni kabullenip, buna uyan bireyleri ödüllendirmektedir. Böyle yaptığında ise kendisini baskıyı azaltmış olarak göstermektedir. Uygarlık ve cinsiyet arasındaki bu çatışma, tahakkümün gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Gerçeklik ilkesi altında beden ve us yabancılaştırılmış çalışmanın birer aracı durumuna getirilmiştir. Bu değişimde zamanın rolü büyüktür. İş günlerinde insan yabancılaştırılmış gerçeğin aracı olarak part time olarak var olur. Part time dışındaki zamanda ise birey kendi yaşamı için faaliyette bulunmakta serbesttir. Bu yarım gün zarfında birey kendisi için yaşar. Örneğin işe gidiş, geliş, hazırlanma sürecinin tamamı günün on saatini oluşturuyorsa, biyolojik ihtiyaçlarda günün on saatini oluşturuyorsa. Bireyin kendisi için ayıracağı serbest zamanı günün dört saatini oluşturmaktadır. Bu serbest zaman gerçeklik ilkesinin dışında kalan hazza ait bir zaman olarak doldurulmaktadır. Birey bu serbest zamanda kendisi için mutluluk veren faaliyetlerde bulunacaktır. Birey günün yorgunluğunu ve stresini atabilecek bir zaman olarak değerlendiriyor. Örneğin cinsellik gibi, hazza dönüktür (Marcuse, 1968, s.65). İnsana vakitsiz ve yararsız olan doygunluk ve hazların isteği unutturulmaktadır. Çalışmayla beraber, yabancılaşma ve baskı serbest zamana da taşınmıştır. Serbest zamanın denetim ve baskısı, iş gününün uzunluğuyla yabancılaştırılarak, çalışma üzerinde yorucu ve mekanik düzen sağlanmaktadır. Sanayi toplumları ve uygarlıkları serbest zamanı doğrudan denetleyen bir sektör kurmamıştır. Burada etkili olan durum idi yalnız başına bırakmamaktır. Çünkü id başıboş kaldığında, nefsi enerjisiyle baskı gerçeğinden kurtulma potansiyeline sahip olacağı düşüncesi hâkimdir. Böylece gerçeklik egosuna ulaşarak, egonun baskıcı edimini parçalama gücüne de sahip olacaktır (Marcuse, 1968, s.66).
Freud çalışmalarında sapıklıklar üzerindeki baskıya açıklık getirmektedir. Bu baskıların neden böylesine şiddetli olduğunu araştırmaktadır. Sapıklıkların, haz ilkesinin bütünüyle gerçeklik ilkesinin kölesi olma haline karşı çıkabileceği düşüncesini savunuyor. Baskı dünyasında kendileri için içgüdüsel özgürlük istemelerinin nedeni, cinsel baskıya eşlik eden suçluluk duygusunu reddetmeleri niteliğindedir (Marcuse, 1968, s.68). Sapıklıklar haz ilkesi adına, gerçeklik ilkesine karşı isyan etmektedirler. Zihni faaliyet olan hayale, fanteziye yakınlık duyarlar. Sapıklıklar böyle yaparak gerçeklik ilkesinin tahakkümü altına girmeyi reddederek, cinsiyeti, araç olarak kullanan topluma karşı, cinsiyetin kendisini bir amaç olarak ele alırlar. Dolayısıyla bir başkaldırı söz konusudur (Marcuse, 1968, s.69). İnsan; nesnelere, hayvanlara, insana, kendisi gibi olmayana saldırmakla, onları parçalamakla, değiştirmekle, ezmekle, dünya üzerindeki egemenliğini yayarak, sürdürmektedir. Ve böylelikle uygarlıkta geniş evrelere ulaşır. Uygarlık baştan sona öldürücü izler taşımaktadır. Bundan hareketle aklın bizi daima güçlü bir barbarlığa karşı sürekli savunmayacağına, inanmak zorunda kaldığımızı söylemektedir. Bu bölümde baskı altına alınmış bireyin (Ontogenesis) gelişimi aktarılmıştır (Marcuse, 1968, s.71).
1.3. Baskıcı Uygarlığın Kaynağı (Filogenesis)
Baskının kaynağını araştırma çabaları, çocukluğun ilk dönemlerinde oluşan, içgüdüsel baskının kaynağına dek uzanır. Süperego, Oedipus kompleksine kadar uzanmaktadır. Gerçeklik ilkesi, kendisini çocukluk döneminden itibaren var eder. Yetişkin bireyin davranışları, çocukluk deneyimlerinin tekrarlanmasından oluşmaktadır (Marcuse, 1968, s.75). Kitaptaki anlatımdan yola çıkarak Otto Rank’a göre, “kişilikte türün gelişimindeki isteklerin karşılığı olan bir biyolojik suç vardır.” Çocuğun ebeveynlerinden öğrenmiş olduğu ahlak ilkeleri, klan dönemindeki insanın filogenetik yansımalarını gösterdiğini açıklar (Marcuse, 1968, s.76). İnsan kendi soyunun üstesinden gelmediği için insanın geçmişi hep bugününü belirlemektedir. Freud teorisinin, ilk klandaki baba tahakkümünün, oğulların tahakkümlerinin kurumsallaşarak uygarlığı oluşturduğu düşüncesi zaman zaman reddedilmiştir (Marcuse, 1968, s.79).
Freud’un düşüncesiyle klan dediği insan grubu, bir bireyin örneğin, babanın grubun diğer bireyleri üzerinde baskının egemenliği şeklinde kurularak, varlığını devam ettirmiştir. Diğer bireylere baskı yapmayı başaran baba, karşı cinsten istediği bireye sahip olarak, bu bireylerle cinsel birleşim sonucunda, oğullar ve kızlar doğurtmuştur. Baba, hazzı veren kadını tekeline alarak, klanın diğer üyelerini kendi egemenliğine bağlamıştır (Marcuse, 1968, s.80). İlk klanda yapılacak her türlü iş, hazdan yoksun kalan oğullara yüklenmişti. İçgüdüsel enerjilerini haz vermeyen işlere yönelttirmişler. Babanın zoru dolayısıyla hazlar baskı altına alınmış, tahakkümün başlaması ve sürdürülmesi için koşul olarak var olmuştur. Bu durum uygarlığın gelişimini meydana getirerek, gelecekteki iş gücü için bir ön şart oluşturmuştur (Marcuse, 1968, s.81). Despot, babanın uyruklarının kendisine duydukları nefret, ilkin biyolojik sevgiyle başlamış bulunmakta. Babanın yerine geçmek ve onu taklit etmek, ona özenmek isteyen üyeler, hem güç hem de hazza erişimi kolaylaştığı için onunla özdeş olmak istemişlerdir. Babanın oğullarından biri, babanın sahip olduğu bu duruma ulaşabilir. Bunu nasıl yapacağı noktasında ise kendisine düşkün olan ebeveynin korumasıyla yapacağını söylemektedir. Yaşlanmış olan babanın, yaşlılığından ve ölümünden sonra, babanın yerine geçecek olan kişi ailedeki en küçük oğlun olduğunu ifade eder. Anlaşıldığı üzere anne desteği ile babanın despotizminin alt edildiği görülmektedir (Marcuse, 1968, s.82). Dolayısıyla kardeşler klanı ortaya çıkmaktadır. Ve bu kardeşler klanı babayı öldürerek, babayı tanrılaştırırlar. Freud’a göre bu oğullar, toplum ahlakını yaratan tabu ve kısıtlamaları uygulamaktadırlar.
Kardeşler klanını, ilk klandan ayıran durum suçluluk duygusudur. Çünkü uygarlık suçluluk duygusunu gerektirmektedir. Uygarlık var oluşu için her türlü feragat, tabu ve ertelenmiş doygunlukları bireylere aşılayarak sürekliğini sağlamaktadır (Marcuse, 1968, s.83). Bu mevcut ayaklanma, biyolojik hak kazanmış otoriteye karşıdır. Grubun, düzeninin yıkılması söz konusudur. Baş kaldıranlar, hem gruba hem de kendilerine karşı suç işlemişlerdir. Suçluluk psikolojiyle pişmanlık duymalarının gerekliliğine de ayrıca değinilmektedir. Babanın ölümüyle gücün büyük bölümünün kadınlara geçtiğini söylemektedir. Kendisine cinsel haz dışında başka bir hak tanınmayan kadın, ataerkil despotizmine karşı anaerkil despotizminin başlamasına öncülük etmiştir. Dolayısıyla analar saltanatının başladığını ifade etmiştir (Marcuse, 1968, ss.84-85). Bundan hareketle despot babanın gerçekliliğinin oğullarına geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Ve reddettikleri baskının farklı bir şekilde tekrar oluşmasına kaynaklık edeceklerdir. Kadın, cinsel gücü yüzünden ve babaya duyulan korkunun temeline dayalı olan toplum için tehlikeli görülmüştür. Halkın babayı öldürme sebebi, özgürlük için değil aksine, kendilerini anaya karşı koruyabilecek daha ağır egemenlikler içindir. Dolayısıyla baba tahakkümünden kurtuluş farklı baskı mekanizmalarıyla kendini tekrar var etmiştir (Marcuse, 1968, s.87). Mevcut suç, yaşam içgüdüleri ile ölüm içgüdülerinin arasındaki sonsuz çekişme olacağı göstergesidir. Uygarlığın bugünkü mevcut düzeyinde, baba imgesi yok olmamıştır. Çocuklar babayı tanımasalar bile bu durum her çocukta kendisini göstermektedir. Tahakküm mekanizması düzenli bir forma dönüşerek kurumlar oluşturmuştur. Örneğin aile kurumu, askeri, eğitim kurumu, sağlık, ekonomi gibi. Her bir gerçekliğin bir kurumu mevcuttur. Ve uygarlığın temelinin sarsılması da bu kurumlar yüzünden olmaktadır. Özellikle endüstriyel çağdaki gelişmeler buna örnektir (Marcuse, 1968, s.98).
1.4. Uygarlığın Diyalektiği
Bu bölümde Freud, uygarlığın gelişim evrelerindeki bahsettiğimiz suçluluk duygusuna büyük bir rol yüklemektedir. Gelişim ile suçluluk duygusu arasında doğru orantı olduğunu da ileri sürmektedir. Bu bölümde Freud’un bunu yapma amacı ise şu şekilde açıklanıyor: kültürün, uygarlığın tarihsel evrimi içerisindeki suçluluk duygusu, en önemli sorunu oluşturmuştur. Uygarlığın gelişim bedelinin bu suçluluk duygusunun artmasıyla, mutluluğun da kaybolması ödenmiş olabileceğini bildirmektedir. Freud’un bu doğrultuda öne sürdüğü iki yönlü bir kanıt vardır: Freud, bu kanıtlarından ilkine, benimsediği içgüdüsel teoriler aracılığıyla yaptığı çözümler üzerinden ulaşmıştır. Kanıtlamış olduğu bir diğer yön ise, teorik çözümlemesinin, çağdaş kültürün ve uygarlığın yaratmış olduğu rahatsızlıklar ve doyumsuzluklardır. Yani uygarlığın kendi gelişim evresinde başlatmış olduğu yaygın savaşlarla katledilen kitleler, dünya savaşları, her an ve her yerdeki sıkıntı ve zulümler, sıkıntıların yaşatıldığı, bağnazlıkla artan zenginlik ve bilgi ortamı içinde fantezilerin, hayallerin kötü karşıtlarının doğrulanması olarak açıklamaktadır. Kısacası uygarlığın kendisini var etmesi için yapmış olduğu her şeyin bir belirli diyalektik süreçle yapıldığına dair emareleri önümüze koymaktadır (Marcuse, 1968, s.99).
Bu bölümde suçluluğun tarih öncesine tekrardan değinilmektedir. Suçluluk duygusunun kaynağının, Oedipus karmaşasının ve kardeşlerin birlikte babalarını öldürmesi üzerine ortaya çıktığını söyler. Oedipus kompleksini, şöyle açıklayabiliriz. Çocuğun, karşıt cinsiyette olduğu ebeveynine hayranlık duyması, kendisiyle aynı cinsiyeti taşıyanı öldürerek alt etmesi durumudur. Ve kitap bunu okuyucuya mitolojik anlatı üzerinden aktarmaya çalışmıştır. Dolayısıyla babalarını öldüren kardeşler, içgüdülerini doyurarak babalarına karşı duymuş oldukları sevgileri vicdan azabına dönüşmüştür. Ve süperegonun oluşumu böyle gerçekleşmiştir (Marcuse, 1968, s.100). Kültür, insanlığı birbirine kenetlenmiş bir kitle haline getirmeyi ancak daima artan suçluluk duygusunu uyandırarak yapabilir. Babaya karşı başlamış olan bu suçluluk duygusunun, topluma karşı işlenen, bir suça dönüşerek son bulduğunu söylemektedir. Uygarlık, çekirdek aileden insanlığın hepsine bu yolla ulaşan dinamik bir gelişim evresidir. Suçluluk duygusu; aşk yani yaşam içgüdülerinden ve ölüm içgüdüsünün bitmeyen, ebedi savaşından doğarak uygarlık ile iç içe geçen bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır (Marcuse, 1968, s.101). Uygarlığın bir diğer tanımlamasını da şöyle yapmaktadır: uygarlığı, sevinçten ve eğlenceden yani haz ilkesinden gerçeklik ilkesine doğru evrilen, yani yaşamın gerekliliğini sağlamak ve devam ettirmek için çalışmanın içindeki gelişim olarak ifade eder. Hemen ardından bu çalışmanın kendi içinde bir doygunluğa yol açmadığını aktarmaktadır. Freud’a göre bu doygunsuzluk hali sıkıntılıdır. Freud’un metapsikolojisinde, işçilik ve ustalık içgüdüsüne benzer, sürekli bir tepkiye yer verilmediğine de ayrıca değinilmektedir (Marcuse, 1968, s.102).
Uygarlığın temel çalışma durumunun, nefis dışında var olan bir emek süreci olduğunu söyler. Yine durumdan hareketle emeğin haz vermeyen tatsız bir durum olduğu için zorla yapıldığını söylemektedir. İnsanın, cinsel enerjilerini ertelemekle, doygunluğa erişmeyi sağlayacak bir hazzı elde edebildikleri takdirde mevcut enerjiyi herhangi bir kanala yöneltmek için ne tür nedenlerinin olabileceğini düşündürtmektedir. İnsanın bu hazdan vazgeçmek için bir gelişim göstermediğini de açıklamaktadır. Bireyin kendisinde, çalışmaya dönük bir içgüdü yoksa sıkıntılı olan çalışmanın kendisi için gerekli olan enerjinin içgüdülerden alınmasının zorunluluğuna vurgu yapmaktadır. Uygarlık, Eros’un bir yapıtı olarak, kişiliğin kendisinden alınmıştır. Kültür ise gereksinimi olan ansal enerjiyi cinsiyetten ayırarak elde etmektedir (Marcuse, 1968, s.103). Kültür, daimi arınmayla kurucusu olan Eros’un gücünü azaltmaktadır. Bu azalan güç ile cinsiyetten uzaklaşma söz konusu olmuştur. Böylelikle yok edici içgüdüler egemenliğine kavuşurlar. Uygarlık, ölüm içgüdülerinin (Thanatos), yaşam içgüdülerine (Eros) karşı kurduğu baskıyla bir bölünme tehlikesi içindedir. İlkin feragatler yoluyla gelişmiş olan bu uygarlık, bu yolla kendisini yok etmeye doğru yöneltmektedir (Marcuse, 1968, s.105).
Kitapta, gelişimin temeli teknik olarak görülmektedir. Teknoloji, üretici olan çalışmanın düşünce ve davranışlarını hazırlamaktadır. Tabiat üzerinde egemenlik kurma durumu uygarlıkla eş bir anlam kazanmaktadır. Toplum için yararlı olan yıkıcılık, yararlı libidoya göre daha az arınmıştır. Egoyu kendisinden, çevreye döndürülen yıkıcılık ile uygarlığın gelişimi güvene ulaşmıştır. Dışa dönen yıkıcılık, yıkıcılık olma özelliğini kaybetmemiştir. Amaçlarına ulaşmada şiddete başvurmaktadır. Onların şeklini bozarak, tahribata uğratır. Kısacası doğayı bütünüyle bozmaktadırlar (Marcuse, 1968, s.108). Canlı yaşamının yok edilmesi uygarlığın var oluşu ile gelişmiştir. İnsanların teknolojik ve bilimsel yollar ile
öldürülmesi, nefret ve kin, baskı mekanizmalarını ortadan kaldırmak için atılan adımların karşısında arttığı söyleniyor. Günümüz sanayi çağındaki bu uygarlıklar yıkıcı güçlerini, içgüdüsel köklere dayandırmaktadır. Gelişmiş olan bu yıkıcılığın gerekli malzemesini ise kültürel çeşitlilik ve bilgisel donanımın, içgüdüsel baskının ihtiyacını karşılayarak sağlandığına yer vermektedir (Marcuse, 1968, s.109). Uygarlığın, kendisini özgür olacak bir dünya hayaline karşı savunduğunu söyler. Toplum artmış olan üretimciliğini, tahakküm mekanizmasını ortadan kaldırmak için kullanmazsa bu durumda, bu üretimciliğin hedefi bireyin kendisi olacaktır. Bu durumda üretimcilik başlı başına bir tahakküm aracı haline getirilerek, totaliterlik sanayi çağındaki bu uygarlığa yayılacaktır (Marcuse, 1968, s.115).
Kitabın bu bölümünde, büyük şirketlerin, hayat standartlarının sosyolojik açıdan kısıtlayıcı olduğunu söylemektedir. Bireylerin almış oldukları ürün ve hizmetlerin, gereksinimlerini denetim altına alarak, becerilerini de rafa kaldırmaktadır. İnsanlar, hayatlarına refah getiren ürünler karşılığında, sadece emeklerini değil aynı zamanda günün belli saatinde onlara ait olan serbest zamanlarını da meta haline getirmişlerdir. Daha iyi bir hayat, hayat üzerindeki kesin ve yaygın kontrol mekanizması aracılığıyla oluşturulmuştur. Endüstriyel çağın uygar insanları, betonlarda yaşamlarına devam ederler. Bu dünyadan, başka bir dünyaya gidemeyecekleri şahsi araçlara sahip olduğunu belirtmektedir. Ve yine bu insanların buzdolaplarının, belki de hiç tüketmeyecekleri sınırsız yiyeceklerle dolu olduğunu söyler. Bu insanların kütüphanelerinde, aynı düşünceleri yayan yüzlerce dergileri ve gazetelerinin olduğunu söyler. Yine aynı bireylerin sayısız eğlenceleri ve bu eğlencelere ulaşacakları aletleri vardır. Bugünün temel düşüncesi tüketimin tahakküm aygıtlarıdır. Burada bireyin uygarlıktaki tüketim rolüne bir vurgu vardır (Marcuse, 1968, s121). Günümüz insanı tüketerek görünürlük kazanmaktadır.
Günümüz dönemini uygarlığının yıkıcılığı, geçmiş dönemin yıkıcılık durumu ile değil günümüz koşullarıyla anlaşılabilir. Savaşların büyük ordular ve önceden belirlenmiş alanlarda yapılmasıyla, dünya genelinde ve herkese yöneltilerek yapılması arasında fark vardır. Dünyanın özgürlüğe kavuşması için teknolojik icatların, cefanın giderilmesi için kullanılmasıyla, cefanın yaratılması için kullanılması arasında, savaşlarda yüzlerce kişinin katledilmesiyle, yine binlerce kişinin ölümüne sebep olan meslek gruplarının yardımlarıyla bilimsel yok etme arasında büyük bir ayrım söz konusudur. Hiroşima, Nagazaki, Çernobil gibi. Günümüzde ve geçmişten beri yapılan sürgünlerin, bu durumda başka ülkelere sığınmacı olarak giden insanların, bazen çoğu ülkeden kovulmaları ile uygar insanın bazen doğal olarak bilgisiz oluşlarıyla, gündelik hayattan edinmiş oldukları bilgi ve çoğu eğlencelerin aracılığıyla
tekrardan bilgisiz duruma dolaylı olarak gelmeleri arasındaki ayrım çok büyüktür (Marcuse, 1968, s.123). Günümüzde Suriyeli ve diğer mültecilerin, bugünün koşullarında bu büyük uygarlığın hiçbir alanında yer edinmemeleri, yersiz yurtsuz kalmaları bugünün uygarlığını sürdürülebilirlik politikalarını kapsamaktadır.
1.5. Felsefi Ara
Bu bölüm daha çok felsefi argümanlarla oluşturulmuştur. Freud’un savunduğu bu uygarlık ve kültüre dair ortaya attığı teorisi daha çok kendi psikolojik teorisinin temellerinden çıkmaktadır. Bu uygarlık teorisi, bireylerin tarihsel süreç içerisindeki ansal süreçlerin çözümü ile başladığını ifade etmektedir. Tarihin, bireyler vasıtasıyla geliştiğini söyleyerek, tarihin yaşamış olduğu süreçteki her türlü kanun ve düzenlemelerin bireyleri aşkın olduğunu ve daha çok maddeleşen kurumların yönetimi için oluşturulan kurallar olduğunu söylemektedir. Freud’un savunduğu teorisi, bireyden kopuşun, sosyolojik ve toplumsal gelişiminin ardındaki biyolojik olan tarihselliği ortaya çıkarmaktadır. Bahsedilen biyolojik süreç, değişmezlik ilkesinin denetimindeyken, sosyolojik süreç ise gerçeklik ilkesinin yönetimindedir (Marcuse, 1968, s.129). Eros daima, yaşam içgüdülerinin sürdürülmesi için çabalarken aynı zamanda, sürdürülmesini engelleyen her durumu da ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Eros’un yani yaşam içgüdülerinin başarısızlığı, ölüm içgüdüsünün değerini arttırmaktadır. Gerilemenin türlü biçimleri, kültürün yani uygarlığın sınırlılığına karşı; eğlence olan haz üzerinde üzüntünün, doygunluk üzerinde ise çalışmanın, emeğin hükümranlığına karşı bilinçsiz şikâyetler olduğunu söylemektedirler. Uygarlığın içindeki bu yıkıcı davranışlar, yok etmeyi planladıkları baskı, tahakküm ve denetimin yıkıcı gücünü daha da kesinleştirirler. Bunu yapmalarındaki temel amaç var oluşun zıddı olan varolmamak değil aksine başka varoluş kalıplarına ulaşmaktır. Yani var olan mevcut gerçeklik ilkesinin ötesine geçme eğilimleridir (Marcuse, 1968, s.132).
Ego, varlığı bir tür tasarım olarak ele alır. Varoluşa dönük koşulların, üstesinden gelinecek sınırlılıkların, başka bir biçime dönüştürülmesi için gerekilen bir kıstas olarak görülmektedir. Max Scheler, “modern bireyin varoluşuna ilişkin, tabiata egemen olmak için duyduğu bilinçli veya bilinçsiz davranış ve tepkilerinin, hareket ettirici olduğunu ve bu davranışların oluşumlarının, modern bilim ve teknikten önce geldiğini, dolayısıyla ilime dair fikir ve hislerden önceki durumu, mantık öncesi ve mantık dışı olarak belirtmektedir” (Marcuse, 1968, s.133). Mantığa dair tanımlamalar Yunan tarihinden başlamaktadır. Aristoteles’in mantığının kabulünden sonra bu tanım, muhakemeyi, düzeni, aklı, tasnif ve yönetim kavramlarıyla iç içedir. Bu mantık görüşü üretmekten ve doygunluktan ziyade daha çok haz ilkesine bağlı davranış ve kalıplarının karşıtı haline getirilmektedir. Yine bölümde mantığın karşılaması gereken mecburiyetlerden bahsedilmektedir. Doğanın değiştirilmesi ve kullanılması, insan güçlerinin karşılanmasının zorunluluğudur. Fakat bu sürecin içerisinde aracın, amaçtan önce geldiğine dair bir durum söz konusudur. Yabancılaşmış emeğe, çalışmaya ayrılan vaktin, fertlerin gereksinimleri için ayrılan vakti yuttuğunu ve bireyin gerekliliklerini belirleyen bir etmen olduğunu da söylemektedir. Logosun bir denetim ve baskı mantığı olarak oluştuğunu söylemektedir. Mantık, fikirlerin sembollere indirgenerek yine bu fikirlerin kanunu ve denetleyici tekniği halinde karşımıza çıkmaktadır (Marcuse, 1968, s.134).
Dünya olan, kapsamlı mantık alanı içerisinde, yabancılaşmanın haklı görülmesi kadar, yok olması içinde adım atılmaktadır. Böylece felsefe, mantığın kuruluş yapısının, görünür olan geçmişini anlayabilmektedir. Mutlak bilinç, kendine dönük bilince eriştiği zaman kendisinin, artık egoya dönüştüğünü görecektir. Ego ilk istektir. Ego öz bilincine başkası ve yine başkasının doyumlarıyla ulaşabilmektedir. Fakat böyle bir doygunluk, başkasının inkâr edilirliğini gerektirmektedir. Ego, kendisini bütün başkalıklara karşı, kendini varoluşsal olarak ispatlamak zorundadır (Marcuse, 1968, s.136). Yani egonun varlığı ve doygunluğu bir başka ego ile arasındaki çelişki ve çatışmaya bağlıdır. Özgürlük kavramı da kölelikten azledilme anlamı taşıdığı için değil, özgürlük kavramı bir başka kimseyle olan çelişki ve olumlu olmayan ilişkiyle belirlenmiş olması bakımından, hayat tehlikeye atılması gereken bir gereklilik olarak görülmüştür. Özgürlük, ancak hayatın tehlikeye atılmasıyla sınanabilir. Ölüm ve şüphenin, insan yaşamındaki her alandaki varlığı için, hürriyetin ön koşulları olarak nitelendirilmektedir (Marcuse, 1968, s.137).
Aklın, ruhun fenomenolojisinin, başlangıçtan sona doğru, varoluşsal ve tarihsel süreç içerisindeki gerginliği sürdürmektedir. Aklın varoluş yöntemleri, Batı uygarlığının evrelerini de oluşturmaktadır. Akıl yani ruh kendisine mutlak bilgi içinde ve mutlak bilgi şeklinde ulaşmaktadır. Bu durum fikrin ve ontolojinin temel yapısıdır. Bahsedilen varoluş bir nevi mantık olarak adlandırılmaktadır. Hegel’e göre ise, mantığın en büyük şekli, varolan yapının zıttıdır. Bu mantık yapısı, kazanılan ve sürdürülen doyum ile özne ve maddenin beraberliğiyle, evrensel olan ile kişisel olanın iç içe geçmesi, yani tüm varoluşun özü durağanlığın aksine, hazzın olduğu dinamik bir beraberliği oluşturmaktadır. Hegel’e göre bu tarihin işi tarihte son bulmaktadır. Yabancılaşmanın ortadan kalkmasıyla zamanın aşımı ve akışı son bulmuştur, demektedir (Marcuse, 1968, s.139). Varoluşun, eskiye nazaran geleceğe doğru acılı bir süreç olmadığını, geçmişin sefayla elde edilişi olarak belirtilmiştir. Hegel, “gelişim düşüncesinin, yerine varolanın yeniden üretilmesi ve bütünlenmesi içinde devam eden ve kendi kendine yeterli bir gelişimi olarak kabul eder.” Bu gelişim, insanın bütün tarihini, bireysel iç dünyasını ve nesnel dünyasını ve geçmiş tarihin anlaşılmasını gerektirmektedir (Marcuse, 1968, s.140). Geçmiş yanılan bir an olarak kalmaktadır, geçmiş ruhun, hayatının kendisini oluşturmaktadır. Bölümde, özgürlüğün geçmişin kefaretini ödemek olduğuna değinilmektedir. Saldırgan davranışların sürekli hale gelmemesi için geçmişin daima şimdi de yaşamasının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır. Hegel, “ruhun, aklın yaraları, iz bırakmadan kapanır diye düşünür.” Yine, Hegel’e göre “ulaşılmış uygarlık düzeyinde, mantığın zaferi ile özgürlük bir gerçeklik kazanmıştır.” Fakat yazara göre devletin ve toplumun, özgürlüğün, hürriyetin yapısını taşımadığını ifade eder. Aristoteles’te ve Hegel’de, en yüksek varoluş yapısı, en büyük, ulu mantık ve özgürlük biçimi ruh, akıl Geist, yani maddi olmayan her şey olarak ortaya çıkar (Marcuse, 1968, s.141).
Ebediyete, dair bir betimleme bulunmaktadır. Ebediyetin evren adına, çocuklarının ebedi dönüşü, leylak ile gülün, dağları, ovaların, göllerin, denizlerin üstünde yükselen güneşin, seven ve sevilenin, hayatları için duymuş oldukları şüphenin, sıkıntının ve hazzın, ebedi tekrar gelişi uğruna yeniden arzulanmaktadır. Aynı şekilde yaşamın sonluluğunu niteleyen bir de ölüm vardır. Ölüm, ölümden önce evrende var olan her şeyin tekrardan doğmasıyla, sadece yinelenme olarak değil, arzulanan ve hedeflenen tekrar bir yaratılmayla devam ettiği müddet yenilebilmektedir. Dolayısıyla bahsedilen ebediyete dönüş, sıkıntıların, sefaletin geri gelmesini de kapsamaktadır. Ve bu sıkıntılar, hazza ulaşmak için birer araç haline gelmiş olacaktır (Marcuse, 1968, s.146). Bu sonsuzluğun dönüş isteği, hazzın ebediliğini istemek üzerenedir. Dolayısıyla birey hem kendisinin hem de var olan her şeyin ölümsüz olmasını isteyerek, ebediliğin önermelerine ulaşarak elde etmektedir. Evrenin epey bir zamandır, deliler evi olduğunu söylemektedir. Nietzsche’ye göre, “suçluluk duygusunun tersine dönüşümü, kurtuluşa erdirecektir. İnsanlık, vicdan ıstırabını Eros’a bağlı yaşam içgüdülerinin onaylanmasıyla değil, tahakküm düşüncelerinin onaylanması ve birleştirilmesidir.”der (Marcuse, 1968, s.147). Freud’un, varlığı Eros çerçevesinde yorumlaması, Platon felsefesinin, kültürü, baskıcı arınma olarak değil, Eros’un özgür gelişimi olarak alan ilk dönemlerindeki görüşlerini yeniden ele alır. Platon zamanında dahi, bu kavram, bir ilkel mit kalıntısı olarak görüldüğünü söyler. Eros, Logos’a yönlendirilmiş ve Logos ise içgüdüleri denetimi altına alarak, mantığı oluşturmuştur. Varoluşçuluk tarihi, dünyayı kaplayan ve deneten gerçeklik ilkesini yansıtmaktadır. Fizik ötesi, Eros, yaşam içgüdüleri kavramındaki durum, yer altına gömülmüştür. Bu kavramlar, ölüm sonrasındaki dünyadaki değişikliklerin içinde, kalıtımsal davranışların genelinde, hazza dayalı felsefenin içinde varlıklarını sürdürmektedirler (Marcuse, 1968, s.149).
İKİNCİ BÖLÜM
2- GERÇEKLİK İLKESİNİN ÖTESİ
Burada kitabın ikinci bölümünün alt başlıklarına dair açıklamalar bulunmaktadır. Gerçeklik ilkesinin tanımına dair açıklama yapılacaksa; dış dünyanın taleplerini temsil eden ya da kişinin içgüdüsel doyumlardan vazgeçmesi, belli bir zamana ertelemesini geciktiren düzenleyici bir mekanizma olarak tanımlanmaktadır.
2.1. Yerleşik Gerçeklik İlkesinin Tarihsel Sırları
Kitabın bundan önceki bölümlerinde uygarlığın, kültürün içgüdüsel yapısındaki fikirlere yer verilmiştir. Batı uygarlığının başlatmış olduğunu varsaydıkları, gerçeklik ilkesi tanımlanmaktadır. Bu ilkeyi aynı zamanda edim ilkesi olarak da ifade etmişlerdir. Mevcut toplumsal çalışma üzerinden var olan baskı ve yabancılaşmanın, yine aynı şekilde bu ilke ile içgüdülere uygulanmış olan tahakkümü belirlediğini ve etkilediğini belirtmekteydiler.
• Edim ilkesi ile uygarlığın gelişim sürecindeki çalışmaya dayalı toplumsal baskıların yüksek oranda azalacağı bir üretim düzeyine ulaşılmıştır. Buna yönelik içgüdüler üzerindeki tahakkümün devamlılığı Eros’tan, yani yaşam savaşından ziyade, savaşın yani tahakkümün çıkarları yüzünden zorunlu olarak devam edilmiştir (Marcuse, 1968, s.152).
• Batı uygarlığını benimseyen felsefe, edim ilkesinin niteliğini oluşturan bir mantık kavramı geliştirilmiştir. Bu felsefe daha ulu ve büyük olan mantık kalıbıyla, algı, hayal ve haz duyma kavramlarıyla son bulmaktadır.
Edim ilkesinin yaşamış olduğu bu tarihsel durumu ve sınırının sorunu, Freud’un oluşturduğu teori için önem arz etmektedir. Freud’a göre “edim ilkesi, gerçeklik ilkesidir.” Edim ilkesi kendisini, gerçeklik ilkesinin bir tek belirli bir tarihsel biçimi olarak meydana getirirse, Freud’un savunduğu uygarlık diyalektiğinin kesinliğini kaybedeceğini ifade etmektedir. Freud’un edim ilkesi olarak nitelendirilen gerçeklik ilkesinin göreceli durumu yaşam içgüdüsü olan Eros ile ölüm içgüdüsü olarak belirtilen Thatanos arasındaki içgüdüsel hareketliliği hakkında ileri sürmüş olduğu bütün bağlamsallığı etkiyeceğini belirtmektedir (Marcuse, 1968, s.153).
Edim ilkesi, cinsiyetten kaynaklı yıkıcı içgüdünün şiddetle denetim altına alınacak bir düzeni zorunlu kılmaktadır. Bu sebeple tarihsel sürecin edim ilkesine dair mevcut kurumları ve düzeni ortadan yok etmesini, aynı şekilde içgüdülerin kurmuş olduğu düzeninde ortadan kaldırılmasının gerekliliğini, edim ilkesinin sınırlılıklarından ve saplamalarından kurtarmasının gerekliliği ile açıklamaktadır. Dolayısıyla birbirine bağlantılı durumlardan bahsedilmektedir. Birinin varlığı diğerinin varlığına, aynı şekilde yokluğu da bir diğerinin yokluğuna bağlıdır. Freud’un kavramlarının tekrar yorumlanmasını gerektirecek unsurların olup olmadığının, tekrar değerlendirilmesinden bahsetmektedir. Bu görüşün daha önceden sosyolojik olan incelemelerde bahsedilen fikirlerin ekseninde olacağını, daha önceden yapılan çalışmaların, edim ilkesinin kesinleşmesini, ortaya koyduğu tarihsel şartlardan kurtarmaya çalışıldığını ifade etmektedir. Şu an ki görüş ekseninde ise içgüdülerin tarihsel süreçler içerisindeki değişimlerden, denetim altında olmayan gelişimin varsayımlarını atmaya çalıştıklarını ifade etmektedirler. Dolayısıyla bu dönemsel olan tarihsel süreçler nezdinde farklılaştığını ve değerlendirildiğini aktarmaktadır (Marcuse, 1968, s.154).
Freud’a göre içgüdülerin kendisi, tarihseldir. Dolayısıyla tarihsel süreç dışında herhangi bir içgüdüden bahsetmek imkânsızdır. Bu görüşün tarihsel yapının içindeki ihtimaliyle bir ayrımdan bahsetmektedir:
• Filogenetik olan biyolojik düzeydir. Hayvansı içgüdü ve dürtülere sahip olan insanın tabiat ile savaşı içerisindeki tarihsel olan biyolojizmin, evrimsel sürecinin gelişimi denilebilir.
• Sosyolojik düzey. Uygar bireyin ve grupların, tarihsel süreç içerisindeki savaşlar içerisindeki gelişimini ifade etmektedir. Yıkıcı güçler dolayısıyla elde edilen gelişim düzeyi.
Bu mevcut iki düzey, daima birlikte ve etkileşim halindedirler. Fakat bu iki düzeyin ayrıştığı yönler mevcuttur. Sosyolojik düzeydeki durumlar, biyolojik düzey için dış etmenler olarak ifade edilmektedir. Böylece gelişimin süreci içerisinde, biyolojik düzeye düştükleri halde farklı geçerlilik durumunun olduğuna değinilmektedir. Bunların, filogenetik biyolojik düzene nazaran daha rölatif olduklarını, türün, uygarlığın gelişimini kötüye yönlendirmeksizin değişebileceğine değinilmektedir (Marcuse, 1968, s.155).
Freud’un teorisi için, sınırlılıkların, kıtlık yüzünden (Ananke) veya kıtlığın sınıfsal dağıtımından dolayı ya da yaşam savaşından kaynaklı veya baskının çıkarı yüzünden ortaya atılmasının bir öneminin olmadığını söylemektedir. Her iki düzeyin uygarlığın tarihsel süreci içerisinde daima beraber olduğunu ifade etmiştir (Marcuse, 1968, s.156).Uygarlığın daha kapsamlı olması, Freud’un teorisine dayalı içgüdüsel gelişiminin araştırılmasını zorunlu kılmaktadır. İçgüdüsel gelişmenin tahakkümden uzaklaşması yönündeki tarihsel olasılık ve bağlam dikkate alınarak, uygarlığın yüce bir evreye ulaşılması için bu sürecin tarihsel bir gereklilik olarak görülmesinin önemine değinilmektedir.
2.2. Hayal ve Ütopya
Gerçeklik ilkesinin varlığıyla, düşünmek fili, diğerlerinden ayrı konumlandırılmıştır. Bu düşünce fili, gerçeklik ilkesinin denemesinden kurtularak, bir tek haz ilkesine bağlılığını oluşturmuştur. Bu durum, çocukluk dönemi oyunları ile başlamış olan ve ilerleyen süre zarfında hayal olarak, devam eden gerçek objelere karşı bağımlılığını bırakan hayal kurma halidir (Marcuse, 1968, s.165). Zihinsel yapının bütününde, hayalin, fantezinin çok belirli bir rolü vardır. Hayal, bilinçaltının tabakalarını, bilincin yüce, ulu nesneleriyle yani sanat yoluyla, düşleri gerçeklik ile nesneleştirir. Somut bir görünürlük kazandırılmasını sağlar. Mevcut düzen ve uygarlıkta, insan türünün ilk örneklerindeki müşterek ve kişisel hatıraların, tahakküm altına alınan düşüncelerini, özgürlüğün yasaklanmış izlenimlerini gözeterek devam ettirmektedir. Freud, cinsel içgüdüler ile hayal, benin yani egonun içgüdüleri ile bilinç hareketi arasında iki tür bağlantı kurmaktadır (Marcuse, 1968, s.166). Hayal, hazzın egosunun, gerçeklik egosu şeklinde oluşturulmasıyla ortaya atılmış ve yine bu durum aracılığıyla ortadan kaldırılmıştır. Bu durumda mantık üstünlüğünü kurarak; mutluluk vermeyen, fakat hakikati ve faydalı olanı niteleyen fiil durumuna gelmektedir. Düş, fantezi ise mutluluk veren, fayda sağlamayan ve gerçek dışı, mecaz olan imgelem yani bir tür kurmacadır. Bu bilgiler ışığında hayal, düşler haz ilkesinin lisanını devam ettirerek, tahakkümden, şiddetten kurtuluşun, ertelenmemiş istek ve doygunluğun türkülerini dile getirmeye devam eder. Fakat bu hedeflediği gibi gerçekleşmektedir: reel olan mantığın kanunlarına göre gelişir ve hayalin diline bağlı kalmamaktadır (Marcuse, 1968, s.167).
Sanat, gerçeklik (edim) ilkesinin denetiminde, kurumlaşmış tahakkümün karşısına, özgür birey, özne halindeki insan profilini çıkarmaktadır. Fakat sanat, özgürlüğün hâkim olmadığı bir durumda özgürlük hayali, yalnız özgürsüzlüğün es geçilmesi biçiminde devam ettirilmektedir (Marcuse, 1968, s.169). Aristoteles’in “sanatın yumuşatıcı etkisi üzerinde öne sürmüş olduğu önermesi sanatın iki görevini açıklamaktadır: sanatın görevi, hem çatışma hem de uyum, hum suçlamak hem de suç çıkarmak, hem tahakkümü hatırlamak hem de bunu tekrardan tahakküm altında tutmaktır.” İnsanlar, klasiklerle kendi kendilerini yüceltirler. Kendi türlerinin ayaklanışını, devrimlerini, galibiyetlerini, fedakârlıklarını ve tekrar yok oluşlarını bu klasikler sayesinde okuyarak, somut bir görünürlükle bizzat görerek ve kuşaklar arasındaki tarihsel aktarım içerinde duyularıyla, duyarlar ve yaşarlar. Bunlar estetik bir durum içinde sanat içinde gerçekleştiği ve sunulduğu için haz alarak unutulmaktadırlar (Marcuse, 1968, s.170). Cinsiyet, edim ilkesi tarafından düzene tabi tutulduğu ve gözetildiği sürece, imgelem mevcut cinsiyetin karşısında kendini göstermektedir. İmgelemdeki erotik unsur, sapıklığın ötesine uzanmaktadır. Bu unsurlar, yaşam içgüdüleri yani Eros, tahakküm altına tabi tutulmaksızın, bir doyumla refaha kavuşacakları, erotik bir gerçeğe ulaşmayı amaçlamaktadır. Baskısız bir cinselliğe ulaşmayı hedeflemektedir. Bu hayalin, imgelemin, edim ilkesine karşıt durumunun son halidir. Hayal zihni dinamikte eşsiz bir hareketlilikle rol oynamaktadır (Marcuse, 1968, s.171).
Freud’un metapsikolojisinde, “tahakküm ve denetimden kurtulmanın bilinçaltı bir tarihselliğin ve insan türünün geçmişine özgü, biyolojik bir temel ve zihni süreçlerle ilgili bir durumdur.” Bu yüzden tahakküm mekanizmasını içinde bulundurmayan gerçeklik, edim ilkesi düşüncesi gerilemeyi gerektirmektedir. Böyle bir durumun, kendisinim tarihsel bir gerçek olma düşüncesi, hayallerin daha çok insanların, kötü geçmişlerinin unutturulmasından ziyade, şimdi üstesinden gelinmemiş geleceğe dair olmasına dair görüşleri mevcuttur. Bu durumun Freud’a sadece bir ütopya olarak görünmüş olabileceğine değinilmektedir (Marcuse, 1968, s.172). Hayalin gerçek değeri, geçmiş ve geleceğin ikilisine bağlıdır. Ütopyalar, gerçeğin dışındaki, tasarılar için elverişlidir. Özgür bir toplum için gerekli olan koşullar ise, bu tür tasarılara kapalıdır. Hayalin, edim ilkesi ile özgürlük ve hazlara getirilen sınırın reddedilişi, olacak olanı unutmayı reddetmesinde, imgelemin eleştiriciliğinde gizlenmektedir (Marcuse, 1968, s.173). Bu bilgiler ışığında, akla gelen uygun sorunun, insanların gereksinimlerinin, artık bu baskıyı, tahakkümü, şiddeti ve denetimi kaldırabilecek şekil ve derecede karşılanabileceği bir uygarlığın oluşturulup, oluşturulamamasıdır? (Marcuse, 1968, s.176). Hayalin, ütopik iddia ve arzuları, tarihsel gerçeklerle doludur. Gerçeklik ilkesinin başarıları, kurumlarını geride bıraktığı takdirde, bahsedilen başarılar, üretimciliğin yöntemine, insanın emeğine bağımlı oluşuna da karşı koyarlar. Kölelikten kurtulan üretimcilik, tahakküm gücünü yitirerek, bireysel gereksinimlerin, özgür gelişimine yol açmaktadır (Marcuse, 1968, s.180).
2.3. Orpheus ve Narcissus İmgeleri
Bu bölümde aktarılanlar mitoloji ve mitolojik anlatılardan oluşmaktadır. İçgüdülerin varlığı, daima mantığa zıt, mantığa düşman ve zarar verici bir nitelik olarak görülmüştür. Felsefenin, insan hayatına yönelik ele aldığı kategoriler, mantık ile tahakküm arasındaki ilişkiyi devam ettirmişlerdir. Haz ilkesine ait her türden durum, mantığın zıttı olarak düşünülerek, denetim ve tahakküm yoluyla bastırılması ve sınırlandırılması gerekilen bir durum olarak görülmektedir (Marcuse, 1968, s.183). Orpheus ve Narcissus, tıpkı Dionysos( Şenlik, eğlence Tanrısı) yani baskı mantığını kutsamış olan yaratıcının karşıtı olarak, başka bir gerçekliğin simgesi görünümündedirler. Bunlar, “Batı dünyasının kahramanlarıdır. Hazzın, mutluluğun ve doyumun imgesidirler. Emir vermeyip, türküler ve şarkılar söyler, bir şeyi ikram eden ve alan, üstünlüğe ve çatışmaya son veren barışı ve huzuru imgeleyen, insanı yaratıcı ve tabiat ile bütünleşik bir duruma getiren, kurtuluşu temsil etmişlerdir. Onların bu imge ve varoluşlarının sürdürülmesi edebiyat ile gerçekleşmiştir.” (Marcuse, 1968, s.186). Suyun aynasında, sudaki yansımada kendi güzelliğini yakalamaya çalışan Narcissus, bütün nesneler geçip gittikten sonra kendi ırmağına eğilerek doğa ve kendisi için sürekli hayaller kurmaktadır.
Orpheus ve Narcissus imgeleri. Eros ve Thanatos ile uyuşmaktadırlar. Bu imgeler, hâkimiyetin sağlanacağı ve yönetim alınacak bir dünyanın değil, özgürlüğe, türün(insanlığın) ve tabiatın bastırılan ve dondurulan biçimlerinde var olan Eros’un, yani yaşam içgüdülerin kuvvetini serbestliğe kavuşturulacak, dünyanın deneyimlerini anımsatmaktadır. Bu güçler daha çok olumlu güçlerdir, barış, güzelliktir. Yani yıkıcılık, şiddet ve baskı değillerdir. Bu imgeler, hazların kurtarılışını, zamanın duruşunu, ölümün içine çektiklerini, sükûneti, uykuyu, geceyi, cenneti, Thanatos(ölüm içgüdülerini) değil, Eros, yani yaşam içgüdüleri olarak, Nirvana ilkesini belirtmektedirler (Marcuse, 1968, s.189). Orpheus ve Narcissus’un evrenindeki kahramanlar, gerçeğin dışında ve gerçekçilikten uzaktırlar. Bu kahramanlar, ihtimal dışı bir hayatı ve davranışları belirlemektedirler. Prometheus’un dönemindeki kültür kahramanlarından ayrılmaktadırlar. Kültür kahramanlarının yaptığı şey, olağanüstü, inanılmaz ve insanüstü özellikleri bakımından imkânsız davranışlardır. Amaç ve anlamları gerçeğe karşı olmadıkları için gerçeğe faydalıdır. Bunlar gerçeği geliştirerek, güçlendirmektedirler. Yani gerçeği yeniden inşa ederek var ederler. Fakat Orpheus ve Narcissus imgeleri, gerçeği bunların aksine yok etmektedirler. Eros’u yani yaşamı, canlılığı yansıtmamaktadırlar. Bunlar Thanatos’a, yani ölüme bağlı imgelerdir. Bunlar edebi özellikleriyle, retorikle ruha ve kalbe seslenmektedir. Yine bunlar insanın ölümü ve ölüm içgüdülerini yenme ihtimalinin olmadığını, güzel ve hoş olana duyulan hayranlığın hayat çağrılarını unutmasının zor olacağı gibi olumlu olmayan öğretilerin haricinde başka bir içerik oluşturmazlar (Marcuse, 1968, s.190).
Orpheus ve Narcissus’un dünya görüşü, gerçeklik ilkesinin dünyasını sürdüren her şeyi yadsımaktadır. İnsan ile tabiat, özne ile obje arasındaki karşıtlık ortadan kalkmaktadır. Kendileri ile muhabbet eden, sevilen, üzerine titrenilen çiçekler, pınarlar ve hayvanlar, oldukları gibi, yani güzel görünürler. Bir tek kendileriyle muhabbet eden ve kendilerini sevenlere değil, kendi kendilerine de, nesnel olarak güzeldirler (Marcuse, 1968, s.191). Narcissus’un aşkını, tabiatın yankısı yanıtlar. Narcissus, Eros’un karşıtı görünümüne sahiptir: Narcissus’un savunduğu aşk, diğer insanlarla birleşen aşk değildir, hatta bu aşk reddedilmektedir. Narcissus, bundan dolayı Eros tarafından cezalandırılmaktadır. Eros’un zıddı olan Narcissus, uykuyu, ölümü, sükûneti ve duruşu simgelemektedir. Narcissus’un Trakya’da Dionysos ile aralarında samimi bir ilişkileri bulunmaktadır. Bu durum, Narcissus’un imgelerine renklilik katan, soğukluk ve kendini semesi ile kendine tapması değildir (Marcuse, 1968, s.192). Narcissus, kendine has bir Eros ile yaşar ve bir tek kendini sevdiğini, kendine hayranlık duyduğunu bilmez. Narcissus’un cinsel tepkileri, ölüme, Thanatos’a yakınsa ve ölüm getirirse, durma, uyku ve ölüm, birbirlerinden acı ve sıkıntı verici biçimde ayrılmazlar: bunda Nirvana ilkesi hâkimdir. Narcissus’un öldüğünde, kendi adını taşıyan bir çiçekte yaşamına devam etmektedir (Marcuse, 1968, s.193).
Orpheus’un ve Narcissus imgeleri nesne veya özneden ayrılmayı kabul etmeyişinin imgeleridir. Kabullenmeyişin asıl amacı, özgürlük, yani ayrılmış olanların yeniden birleşmesidir. Orpheus, kurtarıcı ve yaratıcı şairin ilk örneğidir (Marcuse, 1968, s.195). Orpheus, yeryüzüne daha büyük bir düzen, tahakküme yer verilmeyen bir düzen getirmektedir. Orpheus’un kişiliğinde sanat, özgürlük ve kültür sonsuza kadar birliktedirler. Orpheus, kurtuluşun şairi olarak, insanı ve tabiatı, baskı ve tahakkümle değil, şarkılarla barışa kavuşturan, kurtuluşu, barışı ve huzuru getiren bir tanrıdır (Marcuse, 1968, s.196). Mitoloji, Orpheus’u, erotik sapıklığın başlangıcı ile birleştirmektedir. Narcissus gibi, Eros’u, bir dinsel gaye uğruna değil, daha doygun bir Eros için kabul etmemektedir. Narcissus gibi, üreyici cinsiyetin tahakkümle olan düzenini reddetmektedir. Kültür kahramanı Prometheus ile simgelenen evrende, Eros, tüm düzenin yok sayılmasıdır; bu yok sayılmada, Orpheus ve Narcissus, yeni bir gerçeği, kendine özgü düzeni olan ve değişik ilkelerle yönetilen bir gerçeği ortaya çıkarırlar (Marcuse, 1968, s.197).
2.4. Estetik Boyut
Edim ilkesini, geçerli kılabilmek için estetik boyutun yeterli olamayacağına değinilmektedir. Estetik alanı, özünü oluşturan ansal durumların, hayal gibi, özü itibari ile gerçeğin dışında ve gerçeklik ilkesinin dışında bir egemenliği devam ettirmeyi, gerçeğin içinde hiç olmasına rağmen elde etmiştir. Estetik değer ve boyutların yaşamdaki sorumluluğu, kültür için bir yüceliği, ululuğu ortaya koymak, kültürel ve bireysel hobilere kaynaklık etmektir. Bu estetik değerlere sahip olmanın bir tür zekilere özgür bir ayrıcalık olabileceğini veya bir bohemlik belirtisi olduğuna da değinilmektedir (Marcuse, 1968, s.199). Bu bölümde, Kant’ın felsefesinin zıtlıklar üzerine oluşturulduğuna değinilmektedir. Kant’ın felsefesinde, özne ile obje arasındaki zıtlık, duyular ile akıl, arzu ve kavramak, pratik ve teorik mantık gibi zihinsel durumlar arasındaki zıtlıklar ile yansıtıldığını açıklamaktadır. Pratik mantık, ahlâkî hedefler için oluşturulmuş, ahlâk kurallarında özgürlüğü; teorik mantık ise, nedensellik, sebep sonuç ilişkisinin, kurallarıyla doğayı oluşturmaktadır. Tabiatın dünyası, özgürlüğün oluşturulduğu dünyadan bütünüyle farklıdır. Öznel özgürlük ve egemenliğin hiçbir durumu, sebep-sonuç ilişkiselliğinin ortaya koyduğu, kuralların içine dâhil olamaz. Tersi durumda özne bağımsız ve özgür olamaz (Marcuse, 1968, s.200).
Teorik mantık anlayışı, deney öncesi idrak yöntemlerinin ve pratik mantık, irade ilkelerini ortaya koymaktadırlar. Ölüme, yaşamın sonluluğuna ancak özgürlük, erkinlik, serbestîlik yoluyla üstün gelmektedir. Orpheus’un dili şarkı, çalışması, üretkenliği ise eğlencedir. Yargı davranışları ise sıkıntı ile acı ve hazlardır. Orpheus bu iki durumlar arasında aracılık yapmaktadır. Yargının haz duygularıyla birleşiminde estetik oluşmaktadır. Ve estetiğin kendisini meydana getirdiği uygulamaya dönük mecrası ise sanattır. Estetiğin, duyulara dönük olan anlamı Kant’ın döneminde, galibiyetini kazanmış olan, sanattaki güzelliğe ve biricikliğe anlamını birleştirmiş olmasıdır. Kant’ın denetim altına alınmayanı yeniden alma çabası, yönteminde kısıtlı kalmış olsa da, Kant’ın kavramı estetik boyutun tamamını anlamadan en iyi yol gösterici rolündedir (Marcuse, 1968, s.201). Kant’ın felsefesi, estetik boyut, duyular ve ahlak, insanlığın yaşamı boyunca bu ikililiğin arasındaki merkezdir. Dolayısıyla, estetik boyut bu iki kutbun onaylanmış ilkelerini içine almaktadır. Estetik boyutun, temel düşüncesi mantıktan ziyade duyusal ve duygusaldır. Estetiğin algılama biçimi düşünce değil sezgilerdir (Marcuse, 1968, s.203). Kant için “estetik boyut, duyularla aklın karşı karşıya kalmasıdır. Dolayımlaşmayı, imgelemin sağladığını söylemektedir. Ve estetik boyut, tabiat ile özgürlüğün karşı karşıya kaldıkları ortamdır.” der (Marcuse, 1968, s.206). Estetiği, hem mantığın kardeşi hem de zıddı olarak nitelendirilmiş. Mantığın egemenliğine zıt oluşu, yani bilimi şu şekilde belirtmiştir: mantık değil duyumsallık, estetiğe dair olumlu, olumsuz, doğrunun ya da yanlışın kurucusu olarak belirtmektedir. Duyumsallığın, doğru olarak kavradığı veya kavrayabileceği şeyleri, mantık, doğru olarak kabul etmese dahi, estetik doğru olarak simgeler (Marcuse, 1968, s.210). Sanatın hâkim mantık düşüncesini karşısına çıktığına değinilmektedir. Dolayısıyla sanat mantığı kabullenmemektedir. Sanat duyumsallığın mevcut düzenini simgelemekle, yasaklanmış mantığı, yani tahakküm mantığının karşısında durarak, doyumun ve doygunluğun mantığını canlandırmaktadır. Sanatın erotik, cinsellikle olan köklerinin bağlantılarının araştırılmasının psikanalizde büyük rol oynadığını söylemektedir. Bu kökenlerin sanattan ziyade daha çok sanatçının uğraşısı ve sorumluluğunda olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla sanatın erotikliğinin araştırılmasına önem atfedilmiştir (Marcuse, 1968, s.212). Schiller’in “estetik kavramında, değişimin, tahakkümcü olmayan bir düzene yönelişi açıkça belirtilmiştir.” Bu kavramın, temel öğeleri şu şekildedir:
• Çalışmanın (emeğin), bir oyuna ve tahakkümcü üretimciliğin artık gösteriye dönüşmesidir. Uygarlığın, belirleyicisi olarak, yokluğun (kıtlığın), anankenin yok olmasından sonra gelmesi gereken bir değişim olarak düşünülmüştür.
• İki temel ve karşıt itinin uzlaşımı için, duyumsal davranış ve itilerin kendi kendini yüceltmesi, artması ve mantığın küçük düşürülmesidir.
• Zaman, sürekli doygunluğu yok edici olduğu için, zamanın yok edilmeye çalışılması (Marcuse, 1968, s.220). Bu öğelerin hepsi, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesinin, uzlaşmasının niteliğiyle özdeştir.
2.5. Cinsiyetin Eros’a Dönüşümü
Schiller’in “estetik durum düşüncesinde, gelişmiş uygarlık düzeyinde tahakküm mekanizmaları olmayan bir kültürün gerçekleşmesi öngörülmektedir. Bu durumda içgüdülerin düzeni, Freud’un psikolojisinde bir toplumsal durum haline geldiğini, Schiller’in terminolojisi ile de siyasal bir sorun durumuna geldiğini belirtmektedir.” Daha önceden de bahsedilen kurumlar içinde içgüdüsellik yeniden barbarlığa dönüş anlamını taşımaktadır. Bunun neticesinde, uygarlığın süreci alt üst edilerek yıkıma uğrayacağını söyler. Bu yıkım kültürün, üzerine düşen ödev ve sorumluluklarını yerine getirmesinden, özgür bir dünya düzeni ve insan yaratmasından sonra meydana gelecektir. Bu bilinç ışığında gerçekleşecek bir gerileme ve yıkım olacaktır (Marcuse, 1968, ss.225-226).
Zoraki olmayan, “içgüdüsel düzen fikri, ilkin en düzensiz olan içgüdü yani cinsiyet üzerinde sınanmalıdır” önermesi ortaya atılmıştır. Fakat cinsiyet içgüdülerinin, kendi hareketleri aracılığıyla değişen hayat ve toplum şartları altında, erişkin bireyler arasındaki, erotik olan cinsel ilişkiler kuruldukları takdirde zoraki olmayan bir düzen ihtimali olabilir. Artık baskı, tahakküm ortadan kaldırıldığı zaman, cinsiyetin sadece gelişimle uyuşması değil aynı zamanda bu gelişimi, uygar bir seviyedeki özgürlüğe ulaştıracak bir ussallığın olup olmayacağının sorusunun gerekliliğine de değinilmektedir (Marcuse, 1968, s.227). Freud, “bireyler arasındaki daimi iletişim ve etkileşimin, uygarlığın dayanağı olduğunu söylerken, cinselliğin amacından uzaklaştırılmasının gerekliliğini de yenilemektedir.” Aşkın gerekliliği olan daimi ve itimatlı ilişkiler, cinsiyetteki sevgi ve merhametin birliktelik temeline dayanmaktadır. Cinsiyetin bu kültürel arınması rölatif, toplumsal ve bireysel ilişkinin temellerini kuran uygarlığın kendi içerisinde olmuştur. İnsanın hayatı, ailenin özel alandaki mahremiyeti haricinde, çalışmanın, emeğin ve ürettikleri ürünlerin değeriyle belirlenirken, yine özel alanları içinde yani evdeki ve cinsel yaşamları, kutsal ve ahlaki kanunlar içine girmiştir (Marcuse, 1968, s.228). Beden, zevklere ulaşma yolunda, hazzın aracı olarak nitelendirilmiştir. Nefsi ilişkilerin alanındaki bu değişim bireylerin arasındaki ilişkilerin, monogamik ve pederşahi ailenin düzenlemiş olduğu kuruluşların dağılmasına sebep olacağı ifade edilmektedir (Marcuse, 1968, s.229).
Bu bölümde, organizmanın bütünüyle cinsiyetin temeli olduğunu, içgüdülerinin hedefi tikelleştirilmiş işlevin, yani bireyin kendi üreme uzuvlarını, karşı cinstekinin uzuvlarıyla temasının massedilmekten çıktığını söylemektedir. Bu durumda içgüdülerin temel ilgisi tamamen canlının kendi yaşamı durumuna getirilmektedir. Bu süreç, içsel mantık ile cinsiyetin Eros’a kavramsal dönüşümünü gerektirmektedir. Eros kavramı, cinsiyetin hem niceliksel hem de niteliksel değişimini, genişlemesini belirtmektedir. Eros, kendi özünde bir değişim yaşamış olan yücelme kavramını gerektirmektedir. Cinsiyetin değişimi ile Eros’un değişimi aynı özellikte değildir. Freud’un yücelik kavramı, cinsiyetin tahakkümlü edim ilkesinin altındaki geleceğine değinilmektedir. Böylelikle, yücelme, içgüdülerin toplumsal değerleri belirleyen, yanında ve amacına dönük bir değişimin anlamındadır (Marcuse, 1968, s.233). Freud’un, “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi” adlı eserinde, toplumsal ilişkilerin uygarlıkta yüceltilen nefsi ilişkiler kadar, yüceltilmemiş ilişkilere de dayandığını önemle nitelemiştir (Marcuse, 1968, s.235).
Eros’un bir güzel beden için duyduğu isteği, bir başka güzel bedene giderek, bunu da bir bedenin güzelliğinin, bir başkasının güzelliğine eş olduğunu ve her bedenin güzelliğinin aynı olduğunun farkına varılmayışının aptallık olacağını belirtmektedir. Bu durum, çok farklı şekildeki cinsiyetten, arzu duyulan bedeni canlandıran nesneye, akıl ve ruha, onun çeşitli belirtilerine karşı bir arzu doğurduğunu belirtmektedir. Burada yine aklın yani ruhun beden üzerindeki önemine vurgu olduğunu söylemek yanlış olmayabilir (Marcuse, 1968, s.239). Cinsiyetin Eros’a dönüşümü, daima çalışma ilişkilerini kapsaması, endüstriyel sürecin yeniden tertiplenmesini, uzmanlaşmış toplumsal iş bölümünün, hayale ilişkin yıkıcı enerjinin kullanımını ve yığınların işbirliğini gerektirdiğini aktarmaktadır (Marcuse, 1968, s.245). Hazlar gerçekten, çalışma eyleminin içindelerse, hazların dışındaki etmenlere bağlı değillerse, hazzın, bedenin hareketli uzuvlarından ve hepsinden, cinsel uyarılmalara yol açan bölgelerin veya bedenin bütünüyle erotizmden alınması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Bu haz nefsi bir haz olmak zorundadır denilir (Marcuse, 1968, s.248).
2.6. Eros (Yaşam İçgüdüsü) ve Thanatos (Ölüm İçgüdüsü)
Tahakküm altında olmayan şartlarda, cinsiyetin, gelişerek Eros olma yönünde eğilim, gösterdiğini açıklamaktadır. İçgüdüsel doygunluğu yaygınlaştırarak, yoğunlaştırarak, daima yaygın, ilişkiler içinde kendi kendini yüceltmeye yönelir. Eros, daimi bir düzen içerisinde kendini, ebediyete ulaştırmaya çalışmaktadır. Şüphesiz, evrendeki kıtlık ve yoksulluk, evrensel egemenliğe yol açabilecek, şeklinde yenilebilir. Bu zaferin, kendi kendini devam ettiren, daimi bir çalışma olarak görünmektedir. Tüm teknik gelişim, tabiatın mağlup olmasını, insanın ve toplumun rasyonalizasyonu, bireyin kendine erişmesini belirtmeyen, sıkıcı, haz vermeyen, teknik çalışma zorunluluğunu, yabancılaşmış çalışma, emek zorunluluğunu ortadan kaldırmamıştır (Marcuse, 1968, s.251). Yaşam içgüdüleri, cinsiyetten Eros’a yönelen değişimle, duyusal düzenlerini geliştirirler. Mantık, logos ise güçlüğünü, yaşam içgüdülerini sahipleme ve geliştirme ekseninde anlamlandırdığı ölçüde duyumsal olmaktadır. Sanatın estetik görüşün, kökenleri tekrardan ortaya çıkar. Yalnız sanatsal, estetik kültürde değil, Eros’un yaşam savaşının kendisinde yer almaktadır. Estetik görüş yeni bir boyut kazanmaktadır (Marcuse, 1968, s.252).
Uygarlık tarihinde, hiyerarşik ilişkiler, özgürlüğe yakın bir konumdadır. Uygarlık, bilgi ve gereklilik temellerine üzerine kurulmuş, hayatın himaye altına alınmasını ve devam edilmesini hedefleyen, otoriteye dayanmaktadır. Mühendisin, trafik polisinin, uçuş kokpitindeki pilotun sahip olduğu otorite, bu türdedir. Bu konu üzerinden tahakküm ile artık tahakküm, baskı arasındaki temel fark bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Örneğin, bir çocuk istediği her an sokağın karşısındaki markete gitmek için, karşıya geçmesi ihtiyacında, bu durumun denetim altına alınması, insancıl güçlerin bastırıcı niteliğini taşımadığını söylemektedir (Marcuse, 1968, s.253). Özgür uygarlık düşüncesine karşı en güçlü tez, içgüdü ile mantık arasındaki çatışma değil, içgüdünün kendiliğinden yaratmış olduğu çatışmadır. İçgüdünün çok biçimli sapıklığından ve kurallara aykırılığından doğan yıkıcı kalıplar, artık baskıdan dolayı ortaya çıkıyorsa artık baskı kaldırıldığı zaman, nefsi düzene uyabilecekse dahi, içgüdünün kendisinin iyi ve kötü olanın ötesinde olduğunu ve var olan hiçbir uygarlığın bu çatışmadan kaynaklı farklılıkla baş edemeyeceğine değinmektedir (Marcuse, 1968, s.255).
Eros’u ölüm içgüdüsüne bağlayan bir bağın olduğunu söylemektedir. Ölüm, tahakküm altında olmayan bir yaşam gerçeğini tamamen es geçmektedir. Çünkü ölüm, zamanın mutlak yadsınışıdır fakat hazlar ebedi olmayı istemektedir. Hazlar zaman ve sınır tanımaz. Haz ilkesinin temeli olan İd üzerinde zamanın herhangi bir gücü ve etkisinin olmadığını açıklamaktadır. Hazzı gerçeğe ulaştırabilecek egonun ise zamana bağlı bir durumda olduğunu söylemektedir. İnsan, hiçbir durumun, sonsuz olmayacağını, var olan tüm hazların anlık olduğunu, bütün ölümlüler için doğdukları anın tam zıddı olan ölüm anı demek olduğunu, bunun haricinde başka bir durumun gerçekleşmeyeceğini yaşayarak öğrenir. Toplum, bireyleri, fertleri düzenli, yöntemli bir şekilde boyun eğmeye zorlamadan önce, birey boyun eğmeyi çoktan öğrenmiştir. Zamanın akışı, kanun ve düzenin devam etmesinde, uyumun oluşmasında ve özgürlüğü daima hayale bağlayan, kuruluşların kurulmasında, toplumun büyük ve doğal ortağıdır. Zamanın bir periyotta akışı, bireylerin yaşamış oldukları ve yaşayabilecekleri olayları, insanların belleklerinden silinmesine yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla zamanın akışı bireylerin daha mutlu bir geçmiş ile geleceği hatırlamamasını sağlamaktadır (Marcuse, 1968, s.260).
Ölümün, artık bir içgüdüsel hedef olmaktan çıktığını söylemektedir. Ölümün, bir olgu olduğunu ve uç bir gereklilik olarak kalacağını ve bunun insanın denetim altına alınmamış, bastırılmamış, enerjisinin reddedildiği, büyük bir savaşın yöneldiği, gereklilik olduğunu söylemektedir. Ortaya çıkacak böyle bir savaşta, mantığın ve içgüdünün bütünleşebileceğini de ortaya koymaktadır. İnsancıl olan hayat şartlarında, on, otuz veya yetmiş yaşlarında bir hastalığa yakalanmak arasındaki fark ve doyuma erişmiş bir hayat sürdükten sonra, doğal olarak anılan bir sebeple ölmek, bütün içgüdüsel potansiyellerin bütün gücüyle savaşmasına değecek bir önemdeki fark olduğunu belirtmektedir. Ölenler değil, ama ölmemesi gerektiği ve ölmek istemediği halde ölenler, acı ve ızdırap içinde ölenler, uygarlığa karşı yöneltilebilecek en büyük suçlamanın olduğunu söylemektedir. Bu durum, aynı zamanda, insanlığın kefareti ödenmeyecek suçunu da kanıtlarlar. Oedipus karmaşasındaki, işlenen suçun kefareti gibi.
Onların ölümü, bu ölümün gereksizliğini, sonucun başka türlü de olabileceği gibi acı verici bir farkındalık getirmektedir (Marcuse, 1968, s.264). Bu işlenen suçtan, duyulan vicdan azabını bastırmak, baskıcı düzenin tüm değerleri ve kuruluşları, seferber olmak zorundadır.
Ölüm içgüdüsü ile suçluluk duygusu arasındaki derin ilişki, bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Baskıcı bir uygarlıkta, ölüm bir baskı aracı konumundadır. Ölümü, korkulacak sürekli bir tehdit olarak görmek, yüce fedakârlık olarak kutsamak, ölümü kader olarak kabul etmek, ölümü kabullenmeye çalışmak ve ölüme alışmak ezelden beri yaşama bir boyun eğme, teslim olma etmeni getirmektedir. Bu etmenler hayali çabalara yer vermemektedir. İktidarın, ölüme bir yakınlığı bulunmaktadır. Ölüm, özgürsüzlüğün, mağlubiyetinin bir sonucudur. Ölüm, özgürlüğün bir sonucu olabilir. Ölümün gerekliliği, mutlak kurtuluşun ihtimalini ortadan kaldırmaz. Ölüm de, bütün diğer gereklilikler gibi acısız duruma getirilebilir. İnsanlar, sevdikleri nesnelerin yokluktan ve unutulmaktan korunmuş olduklarını bildiklerinde, endişesiz ölürler. Doygunluk içinde yaşanılmış bir yaşamdan sonra, ölmeyi, kendi seçecekleri bir anda, kendi üzerlerine alabilirler. Fakat en büyük özgürlüğün dahi, acı içinde ölmüş olanların kefaretini ödemeye yetmeyeceğini söylemektedir. Baskısız bir uygarlık tasarısına gölge düşüren, acı içinde ölmüş olanların anısı ve insanlığın, kurbanlarına karşı birikmiş suçluluk duygusudur (Marcuse, 1968, s.265).
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Epilog: Neo – Freudian(Yeni Freud Ekolleri) Revizyonizmin Eleştirisi
Bu bölümde Yeni Freud ekolleri yani Freud’un ötesi olarak nitelendirilen bir eleştiriden bahsedilecektir. Buradaki düşünürler bir zamanlar Freud ile yakın arkadaş olup sonrasında Freud’un düşüncesini farklı yorumlamış ve değiştirmişlerdir. Bu doğrultuda bu değişim açıklanacaktır. Erik Erikson, Carl Jung, Alfred Adler, Karen Horney gibi isimlerdir. 21. yüzyılın ilk yarısındaki toplumsal değişimler sonrasında, kültür ve psikanalizin görevleri değişmektedir. Liberalizmin yaşandığı dönemin ve umutlarının yok oluşu, baskıcı rejimlerin artması ve bu rejimi alt etme uğraşıları, psikanalizmin günümüz durumuna yansımaktadır. Psikanalizm, modern dünyada, birey hakkındaki psikolojik-eleştirel kavramların geliştirilmesine katkı sağlamıştır. Freud, “özgür bireyi oluşturan şeyin, kısıtlama, baskı ve feragat olduğunu ortaya koyarken toplumun; genel mutsuzluğunun, iyileştirilebilecek ve normal sayılabilecek sınırın ötesine geçmiş olduğunu belirtmiştir.” (Marcuse, 1968, s.267). Freud’un eleştirel toplum teorisi kavramını geliştirme yolundaki en ciddi çabanın Wilhelm Reich’in yazılarında göze çaptığını açıklamaktadır. Reich, “Cinsel Ahlakın Boy Göstermesi” adlı eserinde psikanalizi, kültürel ve içgüdüsel yapılar arasındaki ilişkiler üzerine oturttuğunu açıklamaktadır. Reich, cinsel baskının, baskı ve işletme çıkarları tarafından zorlanmadığını, ancak cinsel baskının da bu çıkarları zorladığını ve yeniden yarattığını önemle belirtmiştir, Reich’e göre özgürlüğün gelişimi, cinsiyetin başıboş bırakılmasına bağlıdır (Marcuse, 1968, s.268). Revizyonizmin orta yolu, kültürel, kişilerarası ekollerde yani psikanaliz üzerinde geliştirilmektedir.
Freud, özgürsüzlük ve acıyı, sıkıntıyı devam ettirmeyi gerekli kılan baskının, denetimin, Batı uygarlığının en ulu değerlerini ne duruma getirdiğini açıkça görmektedir. Neo-Freudian düşünürler ise, aynı değerleri, özgürsüzlük ve acıya karşı en etkin çare olarak arşa çıkarmakta ve bu değerleri, baskı üzerinde kazanılmış bir zafer olarak göstermektedirler. Revizyonistler, yani değişimciler bu düşünceleriyle, Freud’un, düşüncesi idealizmin, tarihe zıt olarak, tekrardan oluşturulması ile özdeşleşmeyecek psikolojik araçlarını, yani Freud’un, kişiliğin yıkıcı içgüdüsel ve toplumsal kökenlerini ortaya koymasına yardımcı olmuş olan araçları itmektedirler (Marcuse, 1968, s.269). Freud, içgüdülerin değişim ve dönüşümleri üzerinde durarak, uygarlığın ve bireyin en gizli tabakasındaki toplumu ortaya çıkardığını açıklamaktadır. Revizyonistlerin ise, toplumsal kuruluşların ve ilişkilerin kaynağına yönelmeksizin, bunların şeyleşmiş, el altındaki kalıplarını amaç edinerek, bu kuruluşlar ve ilişkilerin, doyuma ulaştırmaları gereken kişiliği, kötü bir hale getirdiklerini kavrayamaz hale gelmektedirler. Erich Fromm’un ilk eserleri, Freud’un metapsikolojisini, günümüz toplumu ile bir kılmaktan kurtarmaya yöneliktir. İçgüdüsel ve ekonomik yapılar arasındaki bağıntıyı ortaya çıkaran psikanalitik görüşleri kesinliğe kavuşturma ve aynı zamanda, babaya yönelen sahip olma içgüdüsüne bağlı kültürün ötesine aşacak bir gelişim olasılığını gösterme çabası gütmektedir (Marcuse, 1968, s.270).
İnsan hayatının, toplumsal işleyişteki durumu, arzu ve gereksinimleri doğrultusundadır. Her form ve şekle giren bu arzu ve gereklilikler toplumun temel yapı taşları olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla, Fromm’un “babaya yönelmiş edinme içgüdüne” bağlı diye belirttiği gerçeklik ilkesinin denetimi altındaki toplumda, nefsi davranış ve doyumları, sapkınlıkları, baskı mekanizmaları aracılığıyla, belirlenmekte, genel grubu sadece üst yönetici azınlığa bağlayan, bir hale dönüştürmektedir (Marcuse, 1968, s.271). İçgüdülerin değişiminin tarihsel süreç fikri üzerine Freud’un düşüncesi, edim ilkesini babaya yönelmiş edinme içgüdüsüne bağlı kültürel kalıplarla dengelenme durumunu bozmaktadır. Fromm, anneye yönelmiş bir kültürün baskının çıkarına değil, bireyler arasındaki doygunluk kazanan nefsi ilişkilere bağlı bir edim ilkesini tahmin ettiğini belirtmektedir. İçgüdüler, babaya bağlı bir kültür ve uygarlık oluşturma düşüncesinden ziyade, bu uygarlığın oluşumu kurumların değişimiyle mümkün kılmaktadır (Marcuse, 1968, s.272). Mutluluk arzusu bir tek baskı altına alınmış mutluluğa imkân tanıyan toplumla, mevcut çatışmayı daha fazla büyüterek ve ahlâk kurallarının yıkılması, çatışmayı, toplumun varlığını korumaya yönelik büyütecektir. Bu durum ancak kişisel tolerans ve müsamahalar ile ekonomik ve siyasal ilişkilerde, toplumsal alanlarda uygulanabilmektedir. Fakat toplum bu toleransı göstermezse bu davranışı, iyileştirme düşüncesini ve psikanalizin var oluşunu tehlikeye düşebilmektedir. Tahakküm mekanizmalarının olduğu bir toplumda, kişisel haz ve yaratıcı gelişim, toplum ile çatışma halindedir (Marcuse, 1968, s.274).
Psikanalizm, bireyin hastalığının sebebinin, uygarlığın hastalığından kaynaklı devam ettiğini kabul eder.
Psikanalitik tedavi kişiyi, hasta olan uygarlığın bir öznesi olarak görmektedir. Uygarlığın baskıcı tutumlarına baş kaldırarak, işlevini ortaya koyarak tedavi amacıyla hareket etmektedir. Gerçeklik ilkesinin kabulü, psikanalitik tedavinin sonu mahiyetindedir. Bireyin uygarlığın içgüdülere ve cinsiyete uyguladığı baskı ve denetimin onaylanması anlamını taşımaktadır. Freud’un teorisinde, uygarlık, temel içgüdülere ve haz ilkesine karşıtlık içinde kurulmuş olarak görünmektedir (Marcuse, 1968, s.275).
Revizyonistlerin, başlıca itirazları şöyledir: Freud, bireyin ve nevrozunun, dışarı ile çatışması ve çekilişlerin belirlenmesine gereken değerin eksikliğine değinmişlerdir. Freud’un biyolojik yöntemine dair görüşü, bireyin, filogenetik ve ontogenetik geçmişi üzerinde dikkatle durulmaktadır. Freud, kişiliğin beşinci ya da altıncı yıl içinde saptandığını düşünmüş ve bireyin alın yazısını, temel içgüdülerin ve bu içgüdülerin değişimlerinin, bizzat cinsiyetin terimlerinde yorumlanmaktadır. Revizyonistler bu durumun aksine, geçmişten, şimdiye “biyolojik seviyeden, kültürel seviyeye”, bireyin varlığından bireyin çevresine geçtiğini aktarmaktadırlar (Marcuse, 1968, s.277). Freud’a, dönük olarak donuk, katı, yıkıcı ve karamsar olduğunu söylemektedirler. Freud, hastalık, tedavi ve iyileşmenin, hem bireyi hem de türün kaplayan “bireyler arası ilişkiler” sorunu olduğunu düşünmemiş, olduğunu ifade etmektedirler. Freud’un kavramının göreceli bir görüş olduğunu düşünmektedirler. Freud’ psikolojinin değerlerinin sebeplerini anlamak için faydalı olacağını fakat bu değerlerinin geçerliliğini belirlemeye yardımcı olmayacağını düşünmektedir (Marcuse, 1968, s.278). Revizyonistlerin, “uygarlığın, ezelden beri klan döneminde ilk babanın öldürülmesi sırasında kurulan, durgun bir yasalar düzeni olmadığını, sürekli büyüyen, değişim yönünde ve daima gelişen bireyler arası tutum ve görüş düzeni olduğu” konusunda direttiğini belirtmektedir. Bu duruma şu düşünceler de eklenmektedir: “insanın kültürel deneyler yaşamadan insan olamayacağını söylemektedirler. Toplumun insanlar üzerinde yeni gereksinimler, doğurduğunu, yapıcı olan bu gereksinimlerinde uygarlığın gelişimi için iyi olduğunu, adalet, eşitlik, hak gibi kavramların bu duruma örnek olduğunu belirtmektedir. Yeni gereksinimlerin de olumsuz etkiye sahip olduğunu söyler. Rekabet, istismar gibi kavramlar uygarlığın yıkıcılığını gösteren etmenler olduğunu ifade ederler. Bu yıkıcı unsurlar, galip olduklarında savaşa yol açmaktadırlar.” derler. Freud’a hak verilmekle beraber aynı zamanda karşıt durumlarda söz konusudur. Yaşamın, kötü, yıkıcı, baskıcı ve yarasız olduğu yöndeki düşüncelere katılmakla beraber aslında bu kadar olumsuzluğu taşımadığını, olumlu, yapıcı, faydalı ve yaratıcı etmenlerinin de olduğunu açıklamaktadır. Toplum yalnız bu belirtilenler değildir, aynı zamanda şudur da, sadece kendisine düşman değil, aynı zamanda kendinin dostudur denilmektedir (Marcuse, 1968, s.279).
Uygarlığın bu toplumsal ve tarihsel süreçleri içerisinde, kişilik gelişmeye devam etmekte ve beslenip eğitilmektedir. Bu eğitim ve beslenme bireyi toplumla uyumlu bir kişiye dönüştürmek için yapılmış olan her şeyin sürdürülmesidir. Dolaysıyla bunlar, bireyselleşmeyi ortadan kaldırmaktadır. Günümüz sanayi toplumlarında, yığınlardan oluşan kültürde tanımlanmış olan bu durum, insanın, içinde bulunduğu bütün ilişkilerin ve etkileşimlerin, ya dışarıya bağlayan ilişkiler ya da dış ilişkilerden çıkarılmış arınmış olmasından daha büyük bir mana taşıması halinde kişilerarası ilişki diye adlandırılan bu kavramın bozulduğunu açıklamaktadır (Marcuse, 1968, s.282).
Freud’un açıkladığı gibi kişinin alın yazısı, kaderi, toplumun yani genelin kaderine bağlıdır. Baskılar bireyi şekillendirerek, kişisel beceri ve yeteneklerini evrenselleştirmektedir. Freud’un teorisinin, hep çocukluğun ilk dönemine yani bireyin alın yazısının genelin, evrenselin kaderine bağlandığı döneme doğru yönelmektedir. Sanayi çağı ile yabancılaşmış olan bu dünyada, uygarlığın, türün farklı örnekleri karşı karşıya gelmektedir: anne-baba- çocuk(çekirdek aile), erkek-kadın, geçmişte, feodalitede efendi-köle, endüstriyel günümüzde işçi-işveren, üst-ast diye ayrılan bu örnekler, ilk başlangıçta, evrensel yabancılaşmanın belirli sınırları içinde karşılıklı bir etkileşim ve ilişki kurmaktadır. Aile içinde, aile bireyleriyle konuşulacak konu ile dışarıda farklı bir grupta ve statüye sahipken içinde bulunduğun o ilişki biçimlemesinde konuşulacak konu jargonu belirlenmektedir (Marcuse, 1968, s.283). Freud’un sabit toplum kavramının, revizyonistlerin dinamik sosyolojik kavramlarının gerçeğe yakınlık durumundan bahsedilmektedir. Freud’un kavramının gerçekliğe daha çok yakın olduğunu açıklamaktadır. Bireyin gelişimindeki kişilik, potansiyeller, elde etmek için çabaladığı mutluluk, ezelden beri denetim ve gözetime tabi olmaktadır. Kişiliğin, baskı ve saldırganlığı içselleştiren ve başarılı bir şekilde kullanan, “kırık” bir bireyden başka bir şey olmadığını açıklamaktadır. Uygarlığın insanı getirdiği durum göz önüne alındığında, kişiliğin gelişimindeki ayrım, insanlığın ortak durumu, günlük mutsuzluğun ölçülü bir şekilde paylaşılmasındaki ayrım olduğuna değinilmektedir. Tedavinin olumlu yönünün, mutsuzluğun paylaşılmasındaki, dengenin sağlanması olarak belirtilmektedir (Marcuse, 1968, s.287). Freudian ve Yeni Freud ekolü düşünürlerin, düşüncelerinin üslubunun bilinmesi ikisinin farklılıklarının anlaşılmasına, katkı sağlayacağı açıklanmaktadır. Neo – Freudian, üslubun daha çok felsefi eserlerde, bir vaaz veya sosyal beraberlik için söyleşi niteliğinde, olduğuna değinilmektedir. Üsluplarının hem açıklayıcı, hem ağır, iyi niyetli ve hoşgörülü olduğunu hem de fizikötesi değer yargılarını, günlük hayatın bir parçası haline getirmektedir. Yalan ve kurgu olanı gerçek olarak kabul etmektedir. Bu anlatılanların aksine, Freud’un özgürlük, mutluluk, kişilik terimlerini kullanmasında bir belirli cinas vardır. Bunların sonunda görünmeyen işaretler var, olumsuz ve başka anlamları da görülmektedir. Freud baskıya daima baskı, tahakküme de daima tahakküm demiş. Fakat revizyonistler, bazen bu kavramları zıt anlamlarını ortaya koyacak şekilde açıklamaktadırlar (Marcuse, 1968, s.289). Revizyonistlerin, görüşlerine dair açıklama yapılmaktadır. Psikanalizi idealist ahlâkla birleştirmelerinin bir düzen ve uyum sorunu olmadığını açıklamaktadır. Neo-Freudian düşüncenin sosyolojik veya toplumsal yöntemi, madalyonun öteki yüzünü göstermeyi, “öyle değil, böyleyi” ortaya çıkarttığını aktarmaktadır (Marcuse, 1968, s.290). Fromm’un aşk kavramı ile Freud’un aşk kavramı karşılaştırıldığında farklar görülmektedir. Fromm, buna dair görüşü şöyledir: gerçek aşkın soyu üretilicilikte yatmaktadır, bu duruma üretici aşk demenin mümkün olacağına değinilmektedir. Üretici aşk, annenin çocuğunu sevmesi, insanlara karşı duyulan sevgi, bir çift arasındaki erotik sevgi olabilir, sevginin özünün daima aynı olduğunu söylemektedir. Üretici sevginin kalıplarındaki ortak unsurların olduğunu söylemektedir. Bu etmenler: “sorumluluk, saygı, dikkat ve bilgidir.” der. Günümüz uygarlığında insanların aşklarının, sevgilerinin genel olarak fiziksel yetersizlik nitelikte olduğunun es geçilemez olduğunu açıklamaktadır. Kültürlü insanların yalnız bazılarında, şefkat ve arzu kaynaşmaktadır. Erkeklerin daima, cinsel isteklerinin karşı cinse duymuş oldukları saygı tarafından baltalandığı duygusunu taşıdığını açıklamakta ve şunu da eklemektedir: daha alt seviyede olan bir cinsel obje ile cinsel potansiyellerini geliştirebildiklerine değinilmektedir (Marcuse, 1968, s.293).
Aşkın ciddi olarak alınması kanun dışılık olarak açıklanmaktadır: günümüz uygarlığındaki yaşam sürecinde, bir çift arasında olabilecek sıradan ve doğal bir aşka yer olmadığına değinilmektedir. Fakat revizyonistlere göre, üreticilik, aşk, sevgi, sağlık ve mutluluk iç içe olduğuna dair bir vurgu vardır. Revizyonistlerin, sosyolojik açıdan katı olduklarına değinilmektedir. Asıl savaşın, insanın ruhunda devam ettirildiğine değinilmektedir. Günümüz otoriterciliğin, makineler ve endüstriyel dönüşümle başarının ululaştırılması durumunun insanın değerli olan ruhsal zenginliğini tehlikeye düşürdüğünden bahsetmektedir (Marcuse, 1968, s.294). Bireyin, bir tek kendisi için var olması ile başkaları için var olması arasında ayrım anlamsızlaşmaktadır. Totaliter rejimlerde yönetim için özne ve nesne durumuna getirildiği zamanlarda, bu tarz ayrım zamanlarında, Neo-Freudianlar bireyin yalnızca kendisi olarak, kendisi için var olmalarının gereklilikleri üzerine öğütlerinden bahsedilmektedir. Revizyonistlere göre, toplumsal tahakküm, bütün devirlerde kendini bir ahlaki soruna dönüştürmüştür (Marcuse, 1968, s.296). Freud, “mutluluğun gerçekleştirilmesine yönelmiş olan uygarlığın, afet olacağını, hatta uygarlığın sonunu getireceğini düşünmektedir.” Freud’a göre gerçek mutluluk ve özgürlükle, tahakkümün uygulandığı uygarlıkta yerleştirilen ve uygulanan kurgu mutluluk ve özgürlük arasında yüksek bir uçurumun olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. Revizyonistler ise, ortada böyle bir sorun görmedikleri için, mutluluğu ve özgürlüğü, tanrılaştırdıklarından dolayı, üretimden kaynakların sorunların çözülmüş olma ihtimallerini yer ifade etmektedirler. Revizyonistler, ayrıca insanın hiçbir zaman şimdiki kadar umutlarına yakın olamadıklarına değinilmektedir. Bilimsel icat ve tekniklerdeki ilerleyiş insanlara karınlarını doyurabilecekleri sofranın kurulacağı zamanı görebilme fırsatı sunduğunu açıklamaktadır (Marcuse, 1968, s.297).
Ceninin yaşamının anadan dolayı yaşadığını ve özgürlük ile bağımsızlık alanında atılan ilk adım olduğunu söylemektedir. Ve sonrasında elde edilecek mutluluk ve özgürlüğün, sıkıntıların, yokluğun, denetimin, boyun eğme ve acının etkisinde olduğunu ve doğumun doyum ve güvenden uzaklaşmasının yönünde atılan bir adım olduğunu açıklamaktadır. Bu adım ilk ve korkunç adım olarak nitelendirilmiştir (Marcuse, 1968, s.299). Karen Horney, revizyonistlerin tutumunu kısaca şöyle belirtmektedir: Freud’un ölüm içgüdüsü, Thanatos varsayımı, düşmanlık ve yıkıcılık nedenlerinin yok etme itisinde gizli olduğunu belirtmektedir. Bu durum, Freud’un “yaşamak için yok ettiğimiz yolundaki inancımızı altüst eder ve yok etmek için yaşıyoruz,” şekline koyduğunu açıklamaktadır. Freud’un kavramını bu şekilde yorumlamanın doğru olmadığını söylemektedir. Freud’un yoketmek için yaşadığımızı düşünmemiş olacağını ifade etmektedir. Thanatos, ya Eros’a karşı ya da onların emrinde faaliyet gösterdiğini açıklamaktadır. Thanatos’un amacı, aslında yok etmek değil, yok etmeyi ortadan kaldırmak olduğunu açıklamaktadır (Marcuse, 1968, s.301). Neo-Freudianlar, önemi canlıdan kişiliğe, maddî unsurlardan, ideal değerlere kaydırmakla, Freud’un teorisini altüst ettiğini söylemektedir. Revizyonların, mantıklı bir sıra izlediklerini demektedir. Özetlemek gerekirse, “kültürel yöntem” toplumsal kuruluşların ve ilişkilerin yarım kalmış yapısıyla, nesnel varlıklar haliyle, yapılmış olguların yerine verilmiş olan olgularla karşılaştığını açıklamaktadır (Marcuse, 1968, ss. 303-304).
SONUÇ
Değerlendirmeye konu olan “ Aşk ve Uygarlık” kitabına dair sonuç olarak şu açıklamalar yapılabilir: bu kitap daha çok bir uygarlık eleştirisi olarak okuyucuya sunulmaktadır. Uygarlığın, insanın içgüdüsel özelliklerinin insanın aleyhine işlenmesine neden olduğu vurgulanmıştır. Marcuse bu uygarlık eleştirisinde Freud ve Marx’ın görüşlerinden yararlanmıştır. Freud’un metapsikolojisinden, Marx’ın ise yabancılaşma teorisinden yararlanarak; endüstriyel toplumun ve uygarlığın, tarihsel süreç içindeki evrimini açıklamıştır.
Marcuse, bu kitapta temel bir dönüşümden bahsediliyor. Haz ilkesinin, hazların gerçekliğe dönüşümüdür. Haz ilkesinin gerçeklik ilkesinin egemenliği altına girmesiyle beraber insanların hazlarının ertelendiği bir dönem gerçekleşmiştir. Toplum, uygarlık ve kültür ile beraber bu hazlar, yani hazların içerisindeki istek ve ihtiyaçlar tamamen kişinin istek ve ihtiyaçları olmaktan çıkmış toplumun, kültürün ihtiyaçları haline gelmiştir. Dolayısıyla bu durum toplum yararına yönlendirilmiş ve ertelenmiş hazlardır. Dolayısıyla toplum tarafından düzenlenmiş olan bu istekler kişinin içgüdüsel, ihtiyaçlarını bastırarak niteliklerinde değişime devam etmişlerdir. Haz ilkesinin yerine geçen gerçeklik ilkesi, insanın gelişiminde hem bireyin hem de türün gelişiminde büyük bir travmaya sebep olmuştur. Freud’a göre ise bu travma ilk kez olmamıştır. Bu olay filogenetik yani baskıcı uygarlık ile beraber göçebe klanların, klan başkanı olan babanın gücü ve hazzı kendi egemenliği altına alıp oğullarından fedakârlık yapmalarını istediğinde başlamıştır. Ontogenetik olarak, baskı altındaki bireyin ise ilk kez çocukluk döneminde meydana geldiğini söylüyor. Bireyin gerçeklik ilkesine boyun eğdirilişinde anne, baba ve çevredeki eğiticilerin rolünün fazla olduğunu söylemiştir. Gerçeklik ilkesi hayatımızın her yerindedir. Günün belli saatleri çalışan birey bu çalışma süreci boyunca her tür arzularını askıya alır ve sadece içinde bulunduğu çalışma koşullarına uyum sağlamaktadır. Hazlarına ancak serbest zamanı olduğunda ulaşabilmektedir. Çünkü bireyin tüm enerjisinin toplum ve uygarlık için yararlı olan çalışmaya yönlendirilmesinin gerekliliğine dair sürekli uyarmalar mevcuttur.
Baskı altına alınmış her şeyin tekrar ortaya çıkması uygarlığın yasaklanmış ve gizlenmiş tarihini de meydana getirmektedir. Bu tarihin araştırılması hem bireyin hem de uygarlığın sırrını açıklığa kavuşturacaktır. Baskının da tarihsel bir olgu olduğuna dair bir vurgu vardır. Özgür olmayan bir birey efendilerinin buyruklarını zihnine yansıtarak onların istediği ve izin verdiği bir şekilde gerçekliğini yaşamaktadır. Yani üst akıl izin verdiği kadarıyla yaşar. Dolayısıyla bu zihne aktarılan her şey bireyin efendisini ve efendisine dair olan kurumların desteklenmesini sağlamaktadır. Çünkü baskı tarihsel süreç içerisinde şiddetlendirilerek, kurumlaşmıştır. Ve bu kurumlar denetim mekanizmalarıyla daima mevcudiyetlerini sağlarlar. Marcuse, kitapta Eros ve Thanatos üzerinde sıkça vurgu yapmaktadır. Yaşam içgüdüleri ile ölüm içgüdülerinin sürekli bir savaş halinde olduğunu sıkça ifade etmiştir. Ve yaşam içgüdülerinin isteklerinin baskılanmaması durumunda, bu içgüdülerin de en az ölüm içgüdüleri kadar öldürücü, yıkıcı bir etkiye sahip olduklarını diyebiliriz. Dolayısıyla arzularımızın bizi felakete sürükleyebileceğini de bize göstermektedir. Dünyanın özgürlüğe kavuşması için teknolojik icatların, cefanın giderilmesi için kullanılması ile cefanın yaratılması için kullanması arasında büyük farklar vardır. Yüz binlerce kişinin ölümüne sebep olan teknolojik ilerlemeler, buluşlar vardır. Güya bu teknolojik ilerlemeler özgürlüğü ve gelişimi vaat etmekteydi. Oysa hepsi yıkıcı faaliyetler için kullanılmıştır. Fakat bu teknolojik ilerleme ve icatlar modernleşmenin hiçbir evresinde sorgulanmadı. Bunlar tamamen özgür bir haldedirler. Örneğin Hiroşima’da, Nagazaki’de, Çernobil’de ve daha farklı yerlerde binlerce insanların ölümüne sebep olan, teknolojik ve bilimsel durumlar kesinlikle teknolojinin varlığından ve sorgulanmayışından kaynaklıdır. Çünkü sonuçları tüm canlılar ve evren için yıkıcıydı. Uygarlığı bir de şu yönüyle eleştirebiliri. Günümüzde ve geçmişten beri yapılan sürgünler, toplama kampları mevcuttur. Bu durumda başka ülkelere sığınmacı olarak gelen insanlar var. Yine çoğu ülkeden kovulmaları ile bu mültecilerin bugünün koşullarında, bu büyük uygarlığın hiçbir alanında yer edinmemeleri ve onlara ait bir yerlerinin olmayışı, yersiz yurtsuz kalmaları bugünün uygarlığının kendisini sürdürülebilirlik politikalarını meydana getirmektedir. Uygarlık, bazı gruplara varlığı ve imkânları sunarken, bir başka grupları da her tür durumdan mahrum ederek kendini sürdürmektedir.
Marcuse, geleceğin toplumuna ilişkin görüşleriyle özgürlükçü bir Komünist olarak nitelendirilmiştir. Özgür, güzel, aydınlık, cinsel içgüdülerin bastırılmadığı, herkesin yeteneğine göre özgürce çalıştığı, çalışmanın bir oyun haline getirildiği, devletin baskıcı görevine gerek duyulmayan bir toplum düzenini tasvir etmiştir.
Kitabın son bölümünde, Marcuse’nin L’Express Dergisi’nin 23-29 Eylül 1968 tarihli sayısında yaptığı konuşmanın özeti verilmiştir. Bu bölümde, o dönemde gençlerin taşıdıkları dövizlerde, Marcuse’u Marx ve Mao ile yan yana getirdikleri ve o dönemin sözcüsü olarak yücelttiklerinden bahsedilmiştir. Hatta kitaplarının en çok satanlar arasında olmasından dert yakınmaktadır. Bir meta haline geldiğini söylemiştir. Marcuse’nin düşünceleri, özellikle Avrupa’daki Mayıs 68 öğrenci hareketlerinde etkili olmuştur. Bu dönemdeki gençlik eylemlerinin önemini özellikle vurgulamış ve onları desteklemiştir. Çünkü ona göre öğrenciler hayali gerçeğe uygulamak çabasındadırlar ve bu kıymetli bir şeydir. O özellikle bu konuşmada göstermek istediği şeyi tam olarak şöyle belirtmiştir: “Günümüz toplumunun, her yönüyle içine dönük, baskı altında ve baskıcı olduğu; her türlü bolluk içinde dahi, siyasal özgürlük ve ahlak erkinliğinin kısıtlayıcı amaçlarla uygulandığı açıktır.” ( Marcuse, 1968, s.306) Ve böyle bir durumda da devrimin oluşabilmesi için, yeni bir insan tipinin, yeni ölçülerde düşünen, yeni istekleri olan, değişik özlemler duyan ve yerleşik toplumların saldırgan ve baskıcı ihtiyaçlarından başka ihtiyaçları olan bir insan tipinin gerekli olduğundan bahsetmiştir. Böyle bir yaklaşım da Marcuse’un bu kitabındaki eleştirel görüşleriyle paralellik taşıması açısından önemlidir. Marcuse bütün olumsuzluklara karşın bir umut içindedir. Ancak o gençliğin bütün çabalarına karşın, içinde işçi sınıfı olmadan hiçbir devrim olasılığının mümkün olmadığını belirtmeden de edememiştir. Marcuse, yaptığı uygarlık eleştirisine rağmen çok da karamsar değildir. Bu devrimin gerçekleşebileceğine ve baskısız toplumun mümkün olacağına dair umutludur.
Günümüz, toplumunda da benzer durumlar söz konusudur. Şu an ülkemizdeki öğrenci hareketinden bahsedilebilir. Bu öğrenciler; baskıyı, tahakkümü reddetmeye çalışmaktadır. Bu kitabı okurken, Batı uygarlığının yıllar önce başlatmış ve belki de sonlandırmış olduğu tarihsel gerçekliklerin çoğunu, bizler bugün de yaşamaya devam ediyoruz. Ve ısrarla bu uygarlık ile savaşıyoruz. Yine aynı şekilde her gün öldürülen kadınlar, tacize uğrayan tüm canlılar ve nicesi için halk arasında, toplumda eylemler çeşitlilik halindedir. Bu kadar eyleme rağmen çoğu olgunun değişmemsi ise yine baskıcı uygarlığın politikasıdır. Gerek cinsiyet, cinsiyet yönelimleri, kılık-kıyafet, çalışma sektörü ve nicesinde baskıcı uygarlığın denetimi altındayız. Bu ve buna benzer tek tipleştirmeleri ve baskı mekanizmalarını reddetmekte ısrarcı olan çeşitli gruplar, STK’lar mevcut. Marcuse’nin dediği gibi hayali, gerçeğe uygulamaya çalışmaktayız. Aslında bu da bir devrimdir.