İbn Haldun, İslam alimleri içerisinde düşünceleri ve teorileriyle en çok dikkat çekmiş ve ün yapmış alimlerinden biridir. Düşünürün hayatı ve aldığı eğitim onu umran ilmini yazma sürecine hazırlayacak materyalleri sunmuştur. İbn Haldun’un kuramı içerisinde insan doğasına, toplum yapısına, siyasete dair bir çok görüş barınır Bunların içerisinde en çok dikkat çeken teorilerden biri, dönemin öncü yerleşimleri örnekliğinde incelediği “şehir kuramıdır”. İbn Haldun şehir kuramına son derece sistametik yaklaşarak, şehrin kuruluşundan, gelişimine, kültürel hayatından ekonomik hayatına, eğitime, güvenliğe, göç olgusuna kadar birçok unsuru içinde barındıracak değerlendirmeler yapmıştır. Şehir sosyolojisin henüz ilk tohumlarının dahi atılmadığı bir dönemde yaşamasına rağmen, şehir hayatına dair yaptığı değerlendirmeler oldukça dikkat çekici ve kompleks değerlendirmelerdir. Çalışmamızda İbn Haldun’un şehir kavramı ele alınacaktır.
Başlıklar
- 1. İbn Haldun’un Hayatı
- 2. İbn Haldun’un Eserleri
- 3. İbn Haldun’da Temel Kavramlar
- 3.1. Asabiyet
- 3.2. Umran
- 3.2.1. Bedevi Umran
- 3.2.2. Hadari Umran
- 4. Hadarî Umran ve Medeniyetin Çöküsü
- 5. İbn Haldun’da Şehirde Sosyal ve Kültürel Hayat
- 6. İbn Haldun’da Şehir İdaresi
- 7. İbn Haldun’da Şehir Ekonomisi
- 8. İbn Haldun’da Şehir ve Medeniyet İlişkisi
- 9.Karşılaştırmalı Perspektifle Batılı Sosyologlar ve İbn Haldun’un Şehir Kuramı
- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
- KAYNAKÇA
1. İbn Haldun’un Hayatı
İbn Haldun 27 Mayıs 1332 (Hicri: 1 Ramazan 732) yılında Tunus’ta dünyaya geldi. Soy kütüğü Abdurrahman İbn Muhammed İbn Muhammed İbn Muhammed İbn el-Hasan İbn Muhammed İbn Câbir İbn Muhammed İbn İbrahim İbn Abdurrahman İbn Haldun’dur. Günümüzde daha çok İbn Haldun olarak tanınan Mukaddime müellifinin ismi Abdurrahman, künyesi Ebu Zeyd, lakabı Veliyyüddin, şöhreti İbn Haldun olup, tam ad Abdurrahman Ebu Zeyd Veliyyûddin İbn Haldun Mâliki Hadramî’dir. İbn Haldun’un ataları, yaşadıkları dönemler boyunca bulundukları bölgelerin siyasi ve sosyal çalkantılarına tanıklık etmiş, kimileri siyasi ve bürokratik görevlerde bulunmuş, kimileri de çağının ilimleri ile meşgul olmayı tercih etmiştir (Uludağ, 2007: 15-16)
İbn Haldun, 1332-1351 yılları arasını Tunus’ta babası ve çeşitli hocalardan dersler alarak geçirmiştir. Et-Târîf’te, ilk eğitimini ergenlik çağına kadar babasından aldığını belirtir(Akyüz, 2004: 15). Tahsiline, Kurân-ı Kerim ve tecvit öğrenerek başlayan İbn Haldun, Arapça dili ve bilimleri, şiir, edebiyat alanlarında doyurucu bir eğitim almış, sonrasında da tefsir, hadis, Mâlikî fıkhı gibi şer’î ilimler; lugat, sarf, nahiv, belagat gibi dil ile ilgili ilimler; mantık, felsefe ve riyaziyat gibi pozitif ilimler alanlarında dönemin önemli isimlerinden dersler alarak eğitimini sürdürmüştür(Uludağ, 2007:21).
1351-1375 yılları arasında aktif bir çalışma hayatı sürdürmüştü. Yaklaşık 25 yıl süren bu dönem, onun siyasi ve idari işlerle meşgul olduğu, hanedanlıkların kuruluş ve çöküşlerine tanıklık ettiği, devleti ve bürokrasiyi yakından tanıdığı bir zaman dilimidir. İbn Haldunbu süre içinde Tunus, Cezayir, Fas ve Endülüs’te bulunmuş, farklı coğrafyaların ve kültürlerin özelliklerini gözlemlemiştir.
İlk devlet görevine Meriniler Hanedanlığında mühürdarlık yaparak başlar. Sonra, sırasıyla ilim meclisi azalığı, muvakkitlik, sır kâtipliği, Huttatu’l Mezalim görevi, vezirlik, diplomatlık görevlerinde bulunmuştur. Uludağ, 2007: 25-37). Bu görevler İbn Haldun’u bilimsel çalışmalardan uzak bırakmış olsa da, bu yaşantılar onda yoğun bir bilgi, gözlem ve tecrübe birikimine yol açmış ve ileride yazacağı baş eserinin malzemelerini biriktirmesine zemin hazırlamıştır.
Bütün idari görevlerinden çekildikten sonra; İbn Selâme kalesine çekilerek yedi ciltlik el-İber isimli eseri ile el-İber’in “Mukaddime” kısmını yazdırmıştır. Bu çalışmaların ardından 1383 yılında Mısır’ın Kahire şehrine geçmiş ve ömrünün kalan kısmını burada tamamlamıştır(Uludağ, 2007:15). 1383 yılında Kahire’ye göç etmiş, öldüğü tarih olan 1406 yılına kadar burada yaşamıştır.
2. İbn Haldun’un Eserleri
İbn Haldun’un en önemli ve bilinen eseri yedi ciltlik “ kısaca “Kitabu’l-İber” olarak bilinen dünya tarihi çalışması ve bu eserine giriş maksadıyla yazdığı “Mukaddime”sidir Ayrıca yazarın, el İber’i niçin ve hangi şartlarda yazdığını da anlattığı, kendi otobiyografisi niteliğinde olan “et-Ta’rif bi- İbn Haldun ve Rıhletuhu Garben ve Şarken” isimli bir çalışması da mevcuttur. Günümüze ulaşan bir başka çalışması ise, Fahrettin Râzi’nin kelâm konusunda yazdığı eserinin özeti ve kısa değerlendirmesi niteliğinde olan “el- Muhassal’dır. ( Uludağ, 1993:17). El-ihâta fi ahabârî Gırnata” ve “Şifaü’s Sail li Tehzibi’l Mesaîl” adlı eserlerin İbn Haldun’a ait olup olmadığı belirsiz ve tartışılan bir konudur.
3. İbn Haldun’da Temel Kavramlar
İbn Haldun, insan, toplum, devlet, siyaset, iktidar, ekonomi, şehir, medeniyet, din gibi pek çok alanda önemli düşünce ve değerlendirmeleri olan bir düşünür, bir bilim adamıdır. Bu alanlardaki görüşlerini gerçekçi gözlemlere dayandırmış ve ulaştığı sonuçları kavramsal bir çerçeve içinde teorik bir bütünlükle ortaya koymuştur. Bu nedenle onun düşünce ve görüşlerini anlamak için öncelikle kullandığı kavramları incelemek gerekmektedir. Mukaddime’de öne çı kan asabiyet, umran, ilm-i umran, hadarîlîk, bedevîlik gibi kavramlar bunların en önemlilerindendir.
3.1. Asabiyet
İbn Haldun, asabiyeti, “bir ucu bedevîlikte, diğer ucu hadarîlikte” (Uludağ, 2007:102) olan, biri kavrama gerçek ve temel anlamını veren, diğeri onun dönüşümü olan iki farklı sınıflandırma ile ele alır. Buna göre Nesep Asabiyeti; ayn soydan gelme, kandaş olma ile elde edilir. İbn Haldun, bu durumu “Nesep ve akrabalık bağları, çok az kimsenin dışında, insanlar için tabii bir durumdur.” Şekline açıklar. (Kendir, 2004:171)
Ona göre, “nesep asabiyeti” daha çok bedevî toplumda söz konusudur. Çünkü, “Verimsiz ve kötü yurtlarda çok zor şartlar altında yaşamalarında dolayı, hiç kimse onların arasına karışıp, bu hayatı onlarla paylaşmak istemez ve nesillerden beri de kimse buna yanaşmamıştır. Bu yüzden, onların neseplerinin başkalarıyla karışıp bozulmadığından ve saflıklarını koruduğundan emin olunur.”(Kendir,2004:173). Badiyede bozulmamış, saf haliyle, güçlü bir akrabalık, dayanışma, tutkunluk hissi oluşturan asabiyet, şehirleşme ile birlikte saflığını kaybetmeye ve nihayet yok olmaya yüz tutar.
Badiyeden farklı ve yeni bir toplumsal yaşam biçimi olan şehir, yeni ve kendine özgü asabiyet modelini de beraberinde getirir ki, bu da “sebep asabiyeti”dir. Sebep Asabiyeti; “Kandaş ve soydaş olma şartı gerekmeyen, müktesip, irade ve ihtiyara dayanan” (Uludağ, 2007:99-100) bir asabiyettir. Sebep asabiyeti, şehirlerde üç farklı şekilde ortaya çıkar. İlki; şehir hayatı içinde, insanların tabiatları gereği birbirleri ile tanışıp, kaynaşmalarından kaynaklanır. İkincisi; şehirlerde evlilikler yoluyla meydana gelen yakınlık ve akrabalıkların sonucunda oluşan asabiyetlerdir. Üçüncüsü ise; şehrin yönetiminde söz sahibi olmak için oluşturulan taraftarlık temelli örgütlenmelerden kaynaklanan asabiyetlerdir alır.”(Kendir, 2004:515)
İbn Haldun’a göre, “İnsan, yardımlaşma ve dayanışmaya ihtiyaç duyan bir yaratılıştadır.”(Kendir, 2004:75). Gerek beslenme ve geçim ihtiyac , gerekse kendini savunma zorunluluğu, onu diğerleriyle bir arada olmaya mecbur bırakır. Bu nedenle “insan için toplumsal yaşam kaçınılmaz bir gerekliliktir.”(Kendir, 2004:79). İnsanlar için zorunlu olan bu toplumsal yaşam tesis edilince, insanların hayvani tabiatlarındaki düşmanlık ve zulüm özelliklerinden dolayı, onlar arasındaki düzeni tesis edip koruyacak bir yönetici de kaçınılmaz olacaktır. (Kendir, 2004: 80). Toplumsal yaşamın ilk örneği bedevî kabileleri içinde, bazılarının diğer bazılarına zulmetmelerine, herkesin saygı duyup hürmet ettiği ve sözünü dinlediği kabilenin ileri gelenleri ve büyükleri engel olur.” İç güvenlik – iç huzur bu şekilde sağlandıktan sonra “Kabilelere dışarıdan gelecek düşmanlıklara da kabilelerin yiğit ve cesur gençleri engel olur..”(Kendir, 2004:170).
İbn Haldun’un asabiyet teorisinin başlangıcını ve asabiyet kavramına yüklediği en yak n ve temel anlamı burada aç k bir şekilde görmekteyiz. Ona göre, asabiyet insanlar için tabii olan (insan, yardımlaşma ve dayanışmaya ihtiyaç duyan bir yaratılıştadır), fıtri olan (Allah, insanların kalplerine, yakınlarına ve akrabalarına karşı şefkatli olma ve yardım etme duygularını yerleştirmiştir) bir durumdur. Asabiyet, toplumsal düzenin ve hayatın sürdürülebilmesi (onlar arasında düzenin tesis edilip korunma ›) için zorunludur.
Çağımız düşünürlerinden; Rosenthal asabiyet kelimesini “group feeling” (grup hissi), De Slane “esprit de corps” (zümre ruhu), Vincent Monteli “esprit de clan” (kabile ruhu), Von Kremer “gemeinsinn (cemaat hissi), H.Ritter “feeling of solidarity” (tesanüt ve dayanışma hissi), M. Halpern “group solidarity” (grup dayanışması), S.H.Bahş-H.Han Şirvanî “communal spirit” (cemaat ruhu) Süleyman Uludağ “tutkunluk hissi” olarak değerlendirmişlerdir (Uludağ,2007:95)
İbn Haldun’un düşüncesinde asabiyet kavramı; kurucu bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. “toplumsal hayatın peş peşe gelecek görüntülerinin”, dolayısıyla badiyeden hadara, kırdan şehire, karmaşadan düzene, kısacası medenîliğe ve medeniyete giden sürecin “kurucu” ilk unsurudur
İnsanları bir araya getiren ve bir arada tutan “yardımlaşma ve dayanışma” duygusu asabiyet, ayn zamanda “düzen koruyucu”, “liderlik otoritesi sağlayıcı”, “kabul ettirici”, “hakim k›l›c ” bir güçtür art›k. Bu güç, toplumsal hayat başlattıktan sonra, toplumsal hayatın iki büyük kurumunda etkisini hissettirir: Din ve devlet.
Asabiyetin bir diğer fonksiyonu devlet kurma ve bu devlet güçledirme olarak karşımıza çıkmaktadır. İbn Haldun bunu bazı hadislere dayandırır ve açıklar: «Allah ancak kavmi içinde (soyu ve kabilesi yönünden) güç ve kuvvet sahibi birini peygamberolarak gönderir.»”(Kendir, 2004:224-225). Allah’ın yardım ve asabiyetinden aldığı destekle dini davetini başarıya ulaştıran peygamber, böylece “dini davetin, asabiyet içindeki rekabeti ortadan kaldırması ve kalpleri tek bir yöne, hakka çevirmesi”( Kendir, 2004:222) sayesinde, insanlar arasında birlik, beraberlik, dayanışma ve düzenin sağlanmasını temin eder.
İbn Haldun, asabiyet-devlet-din ilişkisini açıkladıktan sonra, asabiyetin iktisat ve ekonomi ile olan ilişkisini ele alır Kozak; bu denklemi, asabiyet duygusun insana “hiçleşme, dağılma ve yabancılaşmadan koruma , kendisine güven duygusu, başarma azmi” verdiğini bunların da iktisadi hayata yansıdığını belirtmektedir ”(Kozak, 1984:119-120).
Asabiyet duygusu, etkiye açık bir olgudur. Yöneticilerin halka katı, sert, haksız tutumları asabiyet duygusunun sarsılmasına ve sosyal çalkantılara sebep olabilir. Bu devlet düzeninin bozulmasına anlamına gelir. (Kendir, 2004:267).
Sonuç olarak İbn Haldun’da asabiyet duygusu, toplumsal birlikteliğin ve dayanışmanın kurucu unsuru olarak karşımıza çıkar. Bu kurucu unsurun yeterli düzeyde olması ve doğru beslenmesi sayesinde toplumsal hayatın vazgeçilmez unsurları olan iktisadi hayat, eğitim, kalkınma gerçekleşir. Bu da medeniyetin ve kültürün tohumlarını oluşturur.
3.2. Umran
Mukaddime’nin temel kavramlarından biri de “umran”dır. İbn Haldun’un tüm kavramlarını umranla ilişkilendirir. Toplumsal hayatın tezahürleri olan; toplumsal yapı, sosyal ilişkiler, asabiyet, bedevilik, hadarilik, şehir, devlet, medeniyet, din, ekonomi, ahlâk, meslekler, sosyal değişme umranla kesişir.
İbn Haldun, umran kavramını bir dilim dalı olarak ele almıştır. Umranın kapsamı toplumsal ve beşerilikle ilintilidir. Arslan, İbn Haldun’un umranını, o, “ insanın toplum halinde örgütlenmesinden ve yaşamasından doğan bazı temel olayları, kurumları içine alan.”(Arslan, 2002: 86) ilim olarak tanımlar.
Uludağ ise, umran kavramını medeniyet unsuru olduğunu ve bu kavramı kapsayan yeni bir ilim dalı olduğunu belirtir. (Uludağ, 2007:113).
Aydın, İbn Haldun’un umran terimini, günümüz sosyal bilimlerinde tam anlamıyla açıklayıp kapsayacak bir terim bulunmadığını belirtir. Umranı ancak; umranı insanlığın ortak kültürü, dünden bugüne eklenip gelen birikim olarak.” Anlaşılabileceğini belirtmektedir. (Aydın, 2009: 43).
De Slane, Rosenthal ve Montelli tarafından yapılan Mukaddime’nin Fransızca ve İngilizce tercümelerinde umran tabirine karşılık olarak “civilisation” (medeniyet) kelimesi kullanılmış, ilm-i umrana da “kültür ilmi”, “medeniyet ilmi” şeklinde bir anlam verilmiştir. Vâfî, umran ilmine “ilm-i ictima” (sosyoloji), Taha Hüseyin “ilmu’ssakafe, ilmu’l-hadare” (medeniyet ilmi, kültür ilmi), Muhsin Mehdî “kültür ilmi”, S. Pnes “cemiyet ilmi” karşılığını kullanmışlardır.”(Uludağ, 2007:113 )
İbn Haldun’un, umranı, toplumsal hayatın (ve örtülü bir biçimde uygarlığın) açıklamasında tarihsel bir süreci olarak ele alır. Ona göre, insanlık badiyeden hadara; göçebelikten yarı göçebeliğe ve yerleşik hayata doğru bir değişim ve gelişim süreci yaşamıştır. Bu süreçte, önce ovalarda, yaylalarda, bozkırlarda göçebe veya yarı göçebe tarzda yaşamış ve adına “bedevî umran” diyebileceğimiz bir toplumsal hayat biçimi ortaya çıkmış ardından köyler, kasabalar ve şehirlerde yerleşik bir hayata geçerek “hadarî umran” olarak tanımlayabileceğimiz bir toplumsal model geliştirmiştir.
Umran, şehircilik ve şehir kültürünü anlamada önemli bir kavram olduğu için, derin bir analizini yapmak adına, bedevi ve hadari umranlar ayrı ayrı incelenecektir.
3.2.1. Bedevi Umran
İbn Haldun’a göre insanlar , ancak toplum düzeninde yasayabilecek biçimde yaratılmıştır. (Uludağ, 2007: 199) Toplumların hallerinde görülen farklılık yani nesilden nesle değişim yalnızca insanların geçim sağlama yollarının farklılığından kaynaklanır; zaten toplumlar biçiminde yaşamaktaki asıl amaç, geçimi sağlamak, yaşamı devam ettirmek üzere yardımlaşmaktır ettirmek-üzere yardımlaşmaktır (Uludağ, 2007: 323)
İnsanların gereksinimleri zorunlu ve basit olandan, daha gelişmiş ve karmaşık olana, giderek lükse doğru bir değişim ve gelişim gösterir (Uludağ, 2007: 323). İbn Haldun’un umranın aşamalarını bedevî ve hadarî olarak ikiye ayırıp incelemede önceliği bedevi umrana tanırken hareket ettiği temel durum, insan gereksinimlerinde basitten karmaşığa giden bir aşamalılık söz konusudur ve bu aşamalılık umranın bedevilikten hadariliğe doğru kat ettiği yolun da temelidir.
İnsanın zorunlu gereksinimlerini karşılayacak olan tarımın temel geçim kaynağı olması durumunda köylerde, mezralarda, obalarda veya dağlarda yerleşik olarak yaşamak göçebelikten daha uygundur. Temel geçim kaynağı hayvancılık olan-özellikle davar ve sığır gibi arazide güdülen ve yayılan hayvanlarla geçinen-kimseler ise çoğunlukla göçebedir; çünkü hayvanlar için sürekli sulak ve otlamaya elverişli yayla ve mera gibi yerler bulmak zorundadırlar (Uludağ, 2007: 325)
İbn Haldun, yerleşme olgusunu insanların gereksinim duydukları tüketim mallarının sağlanmasıyla ilişkilidir ve bedevi yasam tarzında gözlenen hayvancılık ve çiftçilik gibi ekonomik faaliyetler, daha çok insanın zorunlu gereksinimlerinin karşılanmasına yöneliktir. Daha önce de söz edildiği gibi, zorunlu gereksinimler, olgunlaşmış ve lükse dayalı gereksinimleri zaman bakımından da, mantıksal açıdan da öncelemektedir; zaten insan zorunlu gereksinimlerini karşılamadıkça mükemmele ve refaha da varamaz. İbn Haldun bedeviliğin hadariliğin kökeni ve başlangıcı olduğunu belirtir (Uludağ, 2007: 326).
İbn Haldun, bedevî ve hadari yaşam biçimlerini karşılaştırmış, aralarındaki farklara işaret etmiştir: Örneğin; insanlar iyilik yapmaya ve bundan mutluluk duymaya bedevîlikte, hadarîlikte olduklarından daha çok eğilimlidir (Uludağ, 2007: 329) Çünkü insanlar hadarîlikte çeşitli zevk ve hazlarla, refahın getirdiği alışkanlıklarla çıkarlarına yönelirler; arzuların çokluğu, çeşitliliği ve bunların tutku, ihtiras biçiminde nefse etkilerinin sonucu olarak pek çok kötü huy insanların kişiliklerini bozar. İbn Haldun, bu durumu bedevi halde yaşayan Arapların yaşantısıyla örneklendirir. Ona göre; Araplar, hadâretin ‘nefsi kirletmesi’ tehlikesinden kendilerini korumuşlardır (Uludağ, 2007: 327)
İbn Haldun’a göre bedevîlerin yerleşik yaşama geçerek hadarîleşme eğilimlerini besleyen önemli etkenlerden birisi, verimli topraklara yerleşme fırsatlarının ortaya çıkmasıdır. ibn Haldun bu savını tarihteki su örnekle gerekçelendirme yoluna gitmiştir: Kuzey Afrika’nın İfrikiye bölgesinde yasayan Esbec Kabilesinin Benî Müznî kolu önce göçebelikten köylülüğe geçmiş, sonra Biskera şehrine yerleşip bölgenin egemen gücü Hafsî Devletindeki iç çatışma nedeniyle ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanarak 13. yüzyıl sonlarında şehrin yönetimini ele geçirmiştir (Uludağ, 2007: 63)
Burada da örneklendiği üzere, bedevîlerde de dünyaya ve ekonomik çıkarlara yönelim olsa bile, bedevîlerin bu tutumları yalnızca zorunlu maddelerin elde edilmesiyle sınırlı kalmakta, lüks tüketim maddeleriyle en küçük bir ilişkisi bile bulunmamaktadır; ilk yaratılışa ve doğaya daha yakın bulunan bedevîler, hadarîlerle karşılaştırıldıklarında, kötülük yapma eğilimi ve kötü alışkanlıkların ruh üzerindeki etkileri bakımından geride kalırlar İbn Haldun, hadarîligin ve şehir hayatının umranın sonunun başlangıcı olduğunu söylemiş ve bu durumu ‘hayırdan uzak olmanın ve şerrin son merhalesi’ olarak da ifade etmiştir (Uludağ, 2007: 327).
Bedevi ve hadari yasam tarzı arasındaki bir başka fark da, insanların sergiledikleri cesarette kendini gösterir; İbn Haldun’a göre bedeviler, hadarilerden daha cesurdur. Bu durum, her iki tür toplumun genel yasayış biçimlerine bağlanabilir: Hadariler rahat ve refah içinde, korunaklı olduklarına inandıkları, kendi can güvenliklerini sağlama alışkanlıkların kuşaktan kuşağa yitirmiş bir biçimde yasarken, bedevîler arazide zor koşullarda ve koruyuculardan uzak, sürekli silah taşıyan, tetikte ve kendini savunmaya hazır biçimde yasarlar ve bu yaşantıları dayanıklılığı, cesareti, onların karakterlerinin bir parçası durumuna getirir (Uludağ, 2007: 330)
Bedevi ve hadari yaşamın iktisadi, toplumsal ve ahlaki düzeyde bazı farklarının ortaya konulması, burada umranının kültür boyutunda ele alındığını göstermektedir. Diğer yandan, hadarilik, hem iktisat, hem de medeniyetin diğer unsurlarının gelişmişliği ve tarihte bıraktığı izler bakımından, bedevi yaşamın gayesidir. Döngüsel bir süreç izleyen umran, hadari umranda ilerlemenin zirvesine çıkar, o umranın varlığını kavratan hanedanlıkla birlikte de , yok oluş sürecine girer; çünkü var oluş amacını gerçekleştirmiş aynı zamanda da varlık nedenini yitirmiştir.
3.2.2. Hadari Umran
İbn Haldun’a göre şehirlerin kurulması, refah ve rahatın oluşmasından sonra ortaya çıkan ve hadarilikte görülen bir yaşam biçimidir. Şehirlerin, kasabaların pek çok kişinin yardımlaşmasıyla ortaya çıkan yapılardan oluşması, bu süreçte zorlayıcı bir gücü, bir otoriteyi gerektirir; bu yüzden de şehir ve kasabaların oluşması, mülkün-yani devlet örgütlenmesini gerektirir (Uludağ, 2007: 630)
Şehir hayatı, coğrafya ve iklim koşullarının gerektirdiği biçimde ve şehir kuran mülkün amaçlarına göre bir kez oluştu mu, şehrin ömrü devletin ömrüne bağlı olarak uzar ya da kısalır. Uzun ömürlü mülkün kurulu olduğu şehrin alanı genişleyip içindeki yaşam canlı tutulurken, kısa süren devletlerin kurulduğu şehirlerde “hayat da durur, umran geriler ve iehir harap olur” ( Uludağ, 2007: 631)
Bir şehri meydana getiren devletin yıkılmasından sonra, İbn Haldun’a göre, o şehrin basına gelmesi olası üç durum söz konusudur:
1. Şehri çevreleyen dağların, ovaların o şehirdeki umranı sürekli olarak besleyecek ve varlığını sürdürmesine olanak tanıyacak kaynakları bulunur; bu durumda şehri kuran devlet/mülk yıkıldıktan sonra da şehrin varlığı devam eder.
2. Şehri çevreleyen dağların, ovaların o şehirdeki umranı sürekli olarak besleyecek ve varlığını sürdürmesine olanak tanıyacak kaynaklar ve gelir yoktur, şehirde oturanların orada oturmakla elde edebilecekleri herhangi bir iktisadi yarar kalmamıştır; bu durumda şehirdeki umran parça parça, aşama aşama eksilir, şehir yıkılır.
3. Yıkılıştan sonra şehre ikinci bir devlet yerleşir, bu şehir merkez, hatta başkent yaparak, yeni bir şehir inşa etme gereksiniminden kurtulur; bu durumda şehir, ikinci devletin ömrü ile ayrı ve yeni bir ömür kazanmış olur.
İbn Haldun ilk durum için kendi dönemindeki Fas, Bicaye ve Acem Irak’ını, ikinci durum içi Mısır, Bağdat, Kûfe, Mağrip’te bulunan Kayravan, Mehdiye’yi, son durum içinse kendi yasadığı çağda Kahire ve Fas’ı örnek göstermiştir (Uludağ, 2007: 631)
İbn Haldun’a göre şehir inşa edilmesinin amaçları olarak; mülkün insanlarda insanlarda yarattığı rahatlık duygusu ve kırsalda eksikliği duyulan umranla ilgili unsurları tamamlama ihtiyacıdır. Ayrıca; mülke rakip ve düşman kabilelerden gelebilecek olası saldırılara karsı mülkü koruma zaruretidir.
4. Hadarî Umran ve Medeniyetin Çöküsü
İbn Haldun’un gözlemlerine göre, yerleşik kültürde yemek, giysi, bina, kap-kacak ve benzeri eve ilişkin unsurların zarif ve kibar biçime getirilmesi için var olan çeşit çeşit sanat (zanaat) dalı gelişmiştir; fakat ev yaşamını ilgilendiren unsurların zarifleşmesi süreci en üst sınırına ulaşınca, insan, kendini bedensel hazlara, tutkulara kaptırır (Uludağ, 2007: 670) İşleyen süreç şöyle anlatılır:
“…insan nefsi, söz konusu âdet ve itiyatlarla, birçok şekillerde renklenir. Artık (çok değişik şeylerle boyanan) nefsin hali, bu vaziyet karsısında ne dini ne de dünyası itibariyle (huzur içinde ve) istikamet üzere olamaz. Zira, âdet ve itiyatlar boyası, bir daha kolay kolay çıkarılamayacak şekilde ve iyice onda yerleşmiştir. Dünyası itibariyle de istikamet üzere olamaz. Çünkü (refahla ilgili) âdet ve itiyatların gerektirdiği, lakin kazancın karşılayamadığı bir çok ihtiyaçlar ve külfetler ortaya çıkmıştır…” (Uludağ, 2007: 670)
İbn Haldun, iktisadi büyümenin, refahın ve bolluğun insan ahlakında bozulma yarattığını ve ahlaki çöküşü beraberinde getirdiğini ifade etmiştir. Bu bozulma ve çöküş iktisadi açıdan şöyle açıklanabilir :
1. Şehirlerde yerleşik kültürlerde görülen çeşitlenmeler, şehirlerde yaşayanların harcamalarının artmasına yol açar.
2. Umrandaki gelişmişlik, yerleşik kültürün düzeyindeki gelişmişliğin işaretidir.
3. Bir şehirde çarsı ve pazarlar pahalı, lüks gereksinimlerin fiyatlarının yüksek olması, o şehrin umranca gelişmiş ve ilerlemişliğinin bir göstergesidir; ayrıca pahalılığa bir diğer katkı da alınan vergilerden gelir.
4. Vergiler, egemenliğin büyümede, yerleşik kültürün de buna paralel olarak gelişmişlikte son sınırlarına ulaştığı zamanda ortaya çıkar ve yöneticilerin, devletin harcamalarını karşılamak üzere aldıkları bir tedbir olarak karsımıza çıkar.
5.Vergi alınması ve malların fiyatlarının sürekli artması, harcamalar normal ölçüleri aşarak savurganlığa varmaya başlar, bu da şehirde yerleşik kültürde yaşayan insanların lüks gereksinimlerin ve alışkanlıkların boyunduruğuna, dolayısıyla da umranın çöküşüne kadar geri dönüsü olmayan bir yola girdiklerinin işaretidir.
6. Lüks alışkanlıkları gidermeye olan saplantı, zamanla tüm kazancın bu türde harcamalara gitmesine, sonrasında yoksulluğa sebep olur.
Tüketicilerin yoksullaşması ise talebin azalmasını, yani alım-satımda düşüşleri, pazarların müşterisiz kalmasını, en sonunda, şehrin mali ve iktisadi durumunun bozulmasını beraberinde getirir.
Yerleşik kültürde oluşan ekonomi ile toplumda ahlâkın nasıl biçimlendiği İbn Haldun’un şehir sosyolojisinde incelenmiştir.
5. İbn Haldun’da Şehirde Sosyal ve Kültürel Hayat
İbn Haldun’a göre; kültürel hayat, şehirlerde gelişir. Her şehrin kültürü başlangıçta son derece basittir, aşamalı olarak güçlenir ve bulunduğu uygarlığın en parlak dönemiyle eş değer olarak yükselişe geçer. Uygarlığın yozlaşmasıyla birlikte de, çöküş süreci başlar. İbn Haldun, ekonominin geliştiği yerleşim bölgelerinde, maddi ve manevi kültürün de gelişeceğini belirtir. Bu bölgelerdeki imkanlar kültürel hayatı besleyecek koşullara sahiptir. Şehirlerdeki sanat faaliyetlerinin kökleşmesi ve gelişmesi, şehirdeki hadari umranın süresinin uzun ve köklü olmasına bağlıdır. İş, sanat, zanaat kolları sadece umranun ilerlediği refahın arttığı, insani gelişmişliğin yüksek olduğu, imaret yönünden kemalata ermiş şehirlerde bulunur. Bir bakıma zenginliğin artması sanayi ve ilimlerin gelişmesini, bunların gelişmesi de fikir vezihnin gelişmesini sağlamaktadır.
İbn Haldun, şayet şehir halkının gelirleri geçinmeleri için gerekli olan miktarın üzerindeyse, arta kalan miktarı bilim, fen, sanat öğrenmeye sarf etmek isteyecekler bu durumda toplumsal kültürde artış yaşanacaktır. İbn Haldun bu bakış açısıyla, toplumsal üretimin kaynağında insan emeği vardır, kültürel gelişmeler de bu emeğe bağlı olarak geliştiğini ifade etmektedir (Kendir, 2004:607).
Uygarlık tarihinde, şehirde gelişen kültürel yaşantının, ahlakı ve manevi nasıl etkilediği tartışma konusu olmuştur. Tarihin ilk çağlarında, Perikles Atina’sında sitelerde görülen hızlı kentleşmenin ve bunun toplumsal hayatın kurumlarında ortaya çıkardığı değişimlerin halkın dini inancını sarstığı ve ahlakını bozduğuna dair tartışmalar kaydedilmiştir (Arslan, 2002:150).
İbn Haldun, göçebelikten yerleşik yaşama geçişin zorunlu bir evrimsel süreç izlediğini belirtir. Bu evrimsel süreçte, ahlaki yaşamda yozlaşma şehirlileşmeyle orantılı olarak azalacağını söyler. Doğaya daha yakın olan göçebelerin ve kırsal kesimin, iyi ve ahlaklı bir yaşam sürmeye daha yatkın olduklarını belirtir.
İbn Haldun, şehir umranındaki birey için; haris, mağrur, korkak, tembel, rahata düşkün, konformist, bencil, müsrif gibi nitelemelerde bulunmuştur. İbn Haldun evreninde şehirli insan son derece, ahlaki bakımdan düşkün olmaya meyilli ve kurtuluşa uzaktırr (Arslan, 2002:151) Şehirlinin ahlaki yozlaşmayla olan ilgisini, kent hayatının insana sunduğu çeşitliliğe bağlamaktadır. Asli ihtiyaçlarının ötesinde çeşitli seçeneklere sahip olan insan, bunlara aşırı önem vermeye başlamasıyla ahlaktan da uzaklaşmaya başlar. Bundan sonraki yaşamını, rahatını ve zevklerini tatmin etmek için dizayn eder. Zamanla bunlara ulaşmak için, ahlaki ve insani normları çiğnemekten çekinmez. Toplıımsallığın zirveye çıktığı kent yaşamında, insanın güdülenmesi toplumsallıktan bireyselliğe doğru evrilir ve bu durum onun karakterini aşındırır (Öncü, 1993:73). Şehirlilerin zevk ve eğlenceye olan ilgileri zamanla nefislerini körleştirir ve hayırdan uzaklaşırlar. Utanma duyguları silinir. Üslupları bozulur. Şehir yaşamındaki gayriahlaki yaşantılarını zamanla normalleştirdikleri için bu durum onların beden diline ve sözlerine yansır.(Kendir, 2004:163).
Hadari umrandaki sosyal hayatın devamlılığı ancak devletin himayesiyle mümkündür. Şehir hayatındaki çeşitlilik sınıflaşma, branşlaşma, farklı iş kolları, sektörleri, uzmanlık alanlarını beraberinde getir. Fakat tüm bu çeşitlilik ve komplek yapı asabiyetin azalmasına neden olur. Şehirde yaşayanlar güvenlik tehditi sebebiyle, başkalarının korumasına ve himayesine muhtaç hale gelir. Bu durum, bedeviler için utanç verici ve kabul edilemez olduğu için bundan kaçınırlar. (Kendir, 2004:515).
İbn Haldun, şehir hayatındaki tabakalı yapının birbirleriyle olan ilişkisine dikkat çeker. Etki alanı ve nüfuzu geniş olan kişiler, alt derecedeki kişilere sağladıkları kolaylıklar neticesinde zenginleşebilirler. Bu etki alanları şehrin yapısına, gelişmişliğine bağlı olarak daralır veya genişler”(Kendir, 2004:535) İbn Haldun, Şehir kültürü olumlu özelliklerine; hak kavramının ve bireye saygının gelişmesini ekler. Bunlar için muhakkak bedevi umrandaki buna ters unsurlar terkedilmelidir. Bu kültürel taşınma için gerekli olan rasyonalitenin, dine sağlandığını belirtmiştir. (Aslanoğlu, 1998:51)
6. İbn Haldun’da Şehir İdaresi
İbn Haldun’ şehir idaresinin, şehir hayatındaki en kurum saymaktadır. Korunma, savunulma, hak arayışı gibi ihtiyaçlardan dolayı, şehir halkıyla şehir yönetimi arasında belli sözleşmeler gerçekleşir. İbn Haldun bu durumu : Şehri yöneten hükümdarın, saltanatı ve hükümranlığı üzerine etki eder veya bu yoksa bir riyaset sistemi oluşturulması zarurudir. Aksi halde; toplumsal yaşam sekteye uğrar. Şehrin yöneticisi, meşruiyetini şehir halkının zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak veya onlara mal temininde bulunmak yoluyla kazanır. Bu gönüllü gerçekleştiği için şehirde sükunet ve istikrar olur. İkincisi şehir halkının rızasını almadan güce dayalı olarak gerçekleşir. Bu durumda toplum yandaşlar ve muhalifler olarak ikiye bölünür. (Kendir, 2004:210-211).
Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, İbn Haldun’a göre, şehir halkı hükümdara gönül rızasıyla ya da güce dayalı olarak itaat etmektedir. Şehirdeki insanların çoğu evlilik yoluyla birbirlerinin yakınları ve akrabaları olurlar. Bu şekilde oluşmuş akrabalıklar ve akraba grupları arasında, tıpkı aşiret ve kabilelerde görülen dostluklar ve düşmanlıklar mevcuttur ve yine tıpkı aşiret ve kabilelerdeki gibi onlar da değişik asabiyetlere ve gruplara ayrılırlar. Şehirlerdeki üstünlüğü daha çok, başkanlığa aday konumundaki asil ve köklü sülalelere mensup kişiler ele geçirir. Ancak bazen hâkimiyeti aşağı tabakalara mensup sıradan kimselerin ele geçirdiği de olur. Eğer böyle biri, bazı sebeplerle aşağı tabakalara mensup kimselerden bir asabiyet oluşturmuşsa ve başkanlığa aday konumundaki üst tabakalara mensup kimseler asabiyetten mahrum bir durumda bulunuyorsa, işte o zaman şehirdeki üstünlüğü bu kişi ele geçirir (Kendir, 2004:176).
İbn Haldun, işte bu gibi sebeplerden dolayı şehirlerdeki asabiyet olgusunun önemi üzerinde durmuştur. Ona göre, devlet ihtiyarlık çağına girip, uzak bölgelerden itibaren sınırları küçülmeye başlayınca, o devletin şehirlerindeki insanlar kendi başlarının çaresine bakmak ve beldelerini korumak için harekete geçerler. Böylece şura esasına dönerler ve üst tabakalar ile alt tabakalar birbirinden ayrılıp belli olur. İnsanlar tabiatları gereği, üstünlüğü ve başkanlığı elde etmek için çalışırlar. Öncü şehirlerin ileri gelenleri de hükümdar ve otoriter devlet boşluğundan dolayı bağımsız bir idare kurmaya heveslenirler. Bu durumdaki herkes birbiriyle mücadeleye girişir ve her biri, dostlar ve taraftarlarından oluşan bağlarının desteğine başvurur. Böylece biri diğerine karşı bir asabiyet oluşturur. Nihayet, biri diğerine üstünlük sağlar, sonra da öldürme ve sürgünler yoluyla onlar n asabiyetlerini ve güçlerini › kırıp ortadan kaldırır. Sonuçta şehrin idaresini asabiyeti güçlü olan kişi tek başına ele alır (Kendir, 2004:515).
7. İbn Haldun’da Şehir Ekonomisi
Toplumların gelişiminde ekonomik faktörleri temel etken olarak gören İbn Haldun bu açıdan çağdaş materyalist kuramcıların öncülerinden de kabul edilmektedir. İbn Haldun, ekonomiyi toplumsal faaliyetlerin temel unsuru olarak kabul etmiş ve dolayısıyla da ticaretin önemi üzerinde durmuştur. Ona göre ticaret, un, zirai mahsuller, hayvan veya kumaş gibi hangi türden olursa olsun ticarî mallar ucuza alıp pahalıya satarak, arasındaki yükselen farktan kazanç elde etmeye çalışmaktır. Alış ve satış arasındaki yükselen fark da “kâr” olarak isimlendirilir. Ticaretten kar elde edebilmek için tacir, ticarî mallar biriktirip, piyasaların havale geçirmesini bekleyebilir. Çünkü bu durumda ucuz olan malların fiyatları pahalılaşır ve sonuçta çok büyük kâr elde edilir veya malları satın aldığı yerden, fiyatların daha yüksek olduğu başka bir yere götürüp orada satar ve bu durumda da elde edeceği kâr büyük olur (Kendir, 2004:541).
İbn Haldun’a göre, şehirlerin refahı ve gelişimi; sanayi, emek, pazar, üretimle birlikte şehrin gelirlerinin artması ile mümkün olacaktır. İhtiyaç fazlası üretimin artması ve bunun iç-dış pazarları canlandırması, şehirleri lükse ve refaha ulaştırmaktadır. Gelir ve giderlerin artması ile şehir halkının refahı ve bolluğu da artacak, şehir daha fazla göç alacağı için Büyüyecektir (Kendir, 2004:493).
İbn Haldun’a göre, şehirlerde fiyatları belirleyen birçok faktör bulunmaktadır. Bunun birincil nedeni olarak nüfusu belirtmiştir. İbn Haldun, lüks mallar temel ihtiyaç maddesi olmadıklarından, üretimlerinin az olduğunu, ancak şehrin nüfusu kalabalık olduğunda bu mallara olan talebin artacağını, bu talep artışının da bu malların fiyatlarını yükselteceğini savunmuştur. Nüfusu az olan şehirlerde ise iş gücünün azlığından dolayı üretimin az olacağını, bu nedenle gıda maddelerinin de az olduğunu, bunun da gıda fiyatlarının
yükselteceğini ifade etmiştir. Tamamlayıcı malların ise taleplerinin az olması nedeniyle fiyatlarının düşük olacağını belirtmiştir (Kendir, 2004:495). İbn Haldun, şehirlerdeki fiyat oluşumu ile kırsal kesimlerdeki fiyat oluşumunun karşılaştırmasını da yapmaktadır. Ona göre, şehirlerdeki malların, pazarlarda üzerlerine vergiler konması nedeniyle fiyatlar da yükselecektir.
İbn Haldun’a göre, şehir toplumlarının kalkınmalarını sağlayacak faktör, diğer toplumlara karşı ve kendi içlerinde dinamizm sağlayacak olan asabiyet duygusudur. Bu açıdan şehirliler de göçebe toplumlarında var olan asabiyet duygusunu şehir hayatına aktarmalı ve bu duygunun canlı kalmasını sağlamalıdır(Yavilioğlu, :123).
İbn Haldun şehirlerdeki gayrimenkul fiyatlarıyla ilgili de değerlendirmeler yapmıştır. Ona göre, bir devletin son zamanları ile yeni kurulan bir devletin ilk dönemlerinde istikrarın bozulması, güvenliğin ortadan kalkması nedeniyle gayrimenkullerin değeri aşır bir şekilde düşer. Ancak şehirler canlanıp, insanların gayrimenkullerden ve arazilerden beklediği faydalar arttığı zaman bunlara olan talep artar. Bu aşamada gayrimenkullerin ve arazilerin değerleri çok büyük bir artış gösterir ve başlangıçta sahip olmadığı bir öneme sahip olur. Piyasaların havale geçirmesinin anlamı budur. Sonuçta onların maliki olan kişi şehrin en zenginlerinden biri haline gelir. Ancak bu zenginliği çalışıp kazanmasını bir sonucu değildir. Çünkü onun gücü böyle bir zenginliği elde etmeye yetmez.”(Kendir, 2004:500-501).
8. İbn Haldun’da Şehir ve Medeniyet İlişkisi
İbn Haldun, kültür ve medeniyetin gelişmesi için gerekli olan ilimlerin hadari umrunda gelişmeye uygun olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden medeniliksadece hadari umruna ait bir özelliktir. İbn Haldun, medeniliğin bir devletin büyüklüğü ve gücü ile doğru orantılı olduğunu düşünür. Bunun göstergeleri ise lüks ve rahat yaşamdır. Lüks ve refah, devleti yönetenlerin hakimiyetine bağlı olarak gelişir (Kendir, 2004:503-506).
İbn Haldun sosyolojisinde, medeni umranda yaşayan şehirlilierin sorumlulukları ve riskleri, hadari umrunda yaşayanlara göre daha fazladır. (Albayrak, 2000:604).
Tüm bunların yanı sıra şehirleşme, her zaman ileri bir medeni hayata işaret etmez, medeniyeti gerektiren araçlara ve gerekli kültüre sahip olunması gereklidir.
9.Karşılaştırmalı Perspektifle Batılı Sosyologlar ve İbn Haldun’un Şehir Kuramı
Avrupa’da ilk şehir sosyolojisi çalışmalarında şehirleşme ve sanayileşme birlikte ortaya çıkmıştır. Weber’in de işaret ettiği üzere, modern-sanayileşmiş yerleşim tipini Batı toplumuları üretmiştir ve sanayi ile şehirleşme ayrılmaz bağlara sahiptir. Bu durumda Batı dışındaki toplumlarda modern şehri üretecek özel şartlara sahip olmadığı hiçbir zaman şehirli bir toplum olamayacaktır..
Weber’in şehir tanımlamasında öne çıkan özellikler şunlardır:
- Tahkimat; Şehrin etrafının güçlü bir surla çevrili olması.
- Pazaryeri: Tarımsal üretim dışında bir üretim olarak ticari üretimi içermek üzere, tarımdan elde edilen artı ürünün pazarlanıp değerlendirilebileceği bir pazaryerinin bulunması.
- Mahkeme: Kendisine özgü, kısmen de olsa özerk bir hukuku olan mahkemenin mevcudiyeti.
- Birlik: Tutarlı bir birlik şekli, yani söz konusu şehir toplumunun iç tutarlılığın bulunması. (Alptekin, 2007:74).
Weber’in bu şartları, zamana ve mekana bağımlıdır ve genel geçer şartlar gibi görülmemeli.
Kent”i, kentte ikamet edenlerin kendilerine has kolektif bir kimlik ruhuna sahip oldukları özerk bir cemaat olarak tanımlayan Weber, böyle bir kimliğin kendine has şartlarla zamanla oluştuğunu, bu yüzden de sadece Hıristiyan Avrupa’da anlamlı bir hale geldiğini söylemektedir. Müslümanların yaşadığı ve diğer Avrupa dışı kentsel yığılmaları, normlara uygun Avrupa kentleriyle zıtlık içinde olduklarını , kentsel kültür geleneğindenyoksun olduklarını belirtir. Ortadoğu kentlerinin, bir emperyal iktidarın bürokratik temsilcilerince yönetildiğini söyler. Müslüman kentlerinde, kente özgü bir kimlik yaratma çabası içinde ortak bir sivil çıkar etrafında birleşmekten çok, birbirleriyle rekabet eden, farklı kabile ve aşiretlerin ikamet etmesi şehir kültürüne uygun bir durum olarak görmemektedir.
Weber’e göre , Batı ve Orta Avrupa’da kentlerin politik ve ekonomik nedenlerle ortaya çıkmıştır ve bunlar; . kronolojik sınır dâhilinde pek değişkenlik göstermemiştir. O yüzden kentle ilgili tanımlamaları son derece köşeli ve normlara bağlıdır. Weber, şehirleri, ekonomik gelirlerinin “› tarımdan değil, esas itibariyle ticaret ve alışverişle kazanılan bir yerleşim yeri” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlama Asya ve Rusya’daki ticaret köyleri gibi aile bireylerinden oluşan ve pratik olarak babadan oğula geçen ticari faaliyetlerden ibaret olan kolonileri de kent saymayı yeterli kılmaz. Weber, kent için tek başına kentin ayırt edici özelliği olamayacağını belirtmiştir. (Weber, 2003:77-79) Weber’in kent tanımlamasındaki keskin sınırlar Batı dışındaki toplumlarda var olan kentleri, kategori dışında bırakmıştır.
Weber, “köylülerin, dini düşünceden ziyade büyüye eğilimli olduğunu” belirtmiştir. İbn Haldun ise; aksi görüş belirterek, köylülerin şehirlere nispeten, şerden daha uzak olduklarını belirtmiştir (Kurt, 2001:17).
Pirenne’ye göre de, kentlerin doğuşunda yeni bir sınıfı ortaya çıkmasının ve Ortaçağ kent tarihinin büyük bir önemi vardır. Pirenne kent tarihini Batı tarihi ile eşdeğer tutar. Konuyla ilgili ifadeleri, kentlilik ve batı ekonomisi arasındaki korelasyonu aydınlatıcı niteliktedir:
“Hiçbir uygarlıkta, kent yaşamı, ticaret ve teknolojiden bağımsız olarak gelişmemiştir. Ne antik çağda ne de modern zamanlarda bu kuralın dışında kalan bir durum olmamıştır. İklim, halk ve din ayrılıkları bu bakımdan tıpkı çağların ayrılıkları gibi önemsizdir.(…) Ancak Orta Çağ kentleri, bambaşka bir görünüm ortaya koyarlar. Ticaret ve ekonomi, bu kentleri ne iseler o duruma getirmiştir. Bu etki altında gelişmelerini sürdürmüşlerdir. Bu kentlerin toplumsal ve ekonomik örgütlenmesiyle, kırsal bölgelerin toplumsal ve ekonomik örgütlenmesi arasındaki çelişki kadar keskin bir çelişki, tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Öyle görünüyor ki, Orta Çağ burjuvazisi gibi tam anlamda kentsel bir sınıf daha önce hiç var olmamıştır.”(Pirenne, 2006:99-100).
Pirenne’in açıklamaları, Batının ekonomik ve siyasi tarihi çerçevesinde değerlendirilebilir. Max Weber ise; Orta Çağ Batı kentlerini Doğu kentleriyle karşılaştırarak, bir bakıma Batı’ nın rasyonelliğibi önceleyerek, oryantalist bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.
İbn Haldun ise, şehir kuramında, Arap toplumlarına dair özelliklere daha fazla yer verse de, belirli bir bölge sınırlandırmasında bulunmamıştır. İbn Haldun, şehir oluşumunda Pirenne gibi ekonominin önemini vurgulasa da, bunun yanında nüfus, kültür, güvenlik gibi etkenlerin şehrin yapısına olan etkilerini de belirtmiştir. Şehirlerin, medeniyetin taşıyıcı kolonları olan; idare ordu, güvenlik gibi ihtiyaçlarını da belirterek, diğer düşünürlere göre daha kapsamlı bir şehir kuramına imza atmıştır.
Amerikada’da şehir sosyolojisinin geliştirildiği en önemli kurumların başında; Chicago Okulu gelmektedir. Amerikan şehir sosyolojisi, bir bakıma Chicago Okulu’nda şehir sosyolojisi çalışmalarının ortaya konulması ile başlamıştır. Şehir büyüme süreçleri Chicago örnekliğinde açıklanmış ve kuramlaştırılmıştır. Chicago Okulu’nun temel hareket noktası, insan davranışlarının, toplumsal ve maddi çevre faktörlerinden etkilenerek oluştuğu düşüncesidir. Bu bağlamda, insanın maddi çevresini oluşturan kent onu etkilemekte, davranış biçimlerinin belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Chicago Okulu için; kent, uygar insanın doğal yaşam alanıdır (Karasu, 2008: 48).
Chicago Okulundaki iki şehir teorisinden biri “Ekolojik Teoridir” temsilcilerinin R.Park, Burgess ve McKenzi’nin olduğu teoride, , bir sistem içinde bütün canlı organizmaların birbirlerine karşı bağımlıdır. Doğadaki canlılar, farklı türler arasında bir denge ve eşitlik sağlanacak şekilde yerleşmişlerdir. Bu okulun temsilcileri de kentlerin çevrenin etkisiyle orantılı biçiminde büyüdüğünü belirtirler. Verimli ovalar, deniz kenarı, ticaret yollar gibi alanlarda kentler gelişme eğilimi gösterirler. Bir yerde bir nüfus azalmışsa diğer yerde başka bir nüfus artacaktır. Kentlerde de yer değiştirmeler, iş merkezleri, banliyölerin oluşması gibi durumlar bu bakışla açıklanır.
Ekolojik yaklaşımda, Şehrin gelişimi doğal bir süreç içerisinde gerçekleşmesi beklenir. Şehir örgütlenmesinde bilinçli düzenleme ve planlamanın önemini ikinci plandadır. R. Park; O’na göre, doğal bir yapı olarak şehir, kendine ait yasalar uymaktadır ve şehrin fiziksel yapısında ve moral düzeninde yapılması mümkün keyfi değişikliklerin bir sınırı vardır. Tüm şehir için geçerli olan, alt kısımları için de geçerlidir ve her mahalle kendi tarihsel sürekliliğini göstererek sakinlerinin nitelik ve özelliklerini yansıtmaktadır. R. Park’ın şehri, kendisine ait yasalarca üretilen mekanın dıştan düzenlenmiş haline örnektir (Martindale, 2005:50).
“Bir şehir, bütün olarak nüfusun içinden özel bir bölge veya özel bir ortamda yaşamaya en uygun bireyleri yanılmadan seçen, büyük bir ayıklama mekanizması gibidir. Şehirler rekabet istila ve yerine geçme süreçleri boyunca-ki bunlar n hepsi biyolojik bir ekoloji içinde olur- doğal alanlar içinde düzenlenirler” (Alptekin, 2007:79).
Park, modern kentin temelde bir ticaret yeri olduğun ve varlığını pazar yerine borçlu bulunduğunu belirtir. İnsanlığın gizil güçlerini geliştirmesine en çok katkıda bulunan unsurlar şehirdedir. Kent, bireylerin özel yetenekleri için bir pazar yeridir.
Park da İbn Haldun gibi şehirlerin yeni meslekler ve uzmanlık alanları ortaya çıkardığın ve yeni kişilik tipleri oluşturduğunu ifade etmektedir. O’na göre, şehirlerde yaşayanlar yakın ve kalıcı birliktelikleri dışlarlar, oldukça rastlantısal ve gelişigüzel karakterlere sahiptirler. (Aydoğan, 2005:50).
İbn Haldun’un umran ilminin içindeki organizmacı yaklaşımı ile , Park’ın doğal süreç yaklaşımı ile arasında benzerlikler bulunmaktaadır. İbn Haldun, ekolojik yaklaşımdakinin aksine, şehir örgütlenmesinde bilinçli politikaların ve düzenlemelerin önemli olduğunu belirtmiştir. Bunu özellikle şehrin kuruluşu ve bunda dikkat edilecekler hususunda görmek mümkündür.
. Redfield’in kent toplumu ise , başka gruplarla devamlı temaslar ve ilişkiler halinde bulunan büyük bir cemiyettir. Kültür ve yaşam tarzı bakımından heterojendir. Akrabalık bağlarının yerini gayrı şahsi ilişkiler almıştır. Dini hayat önemini kaybetmeye başlamıştır. Karmaşık bir teknoloji ve geniş ölçüde işbölümüne dayanan bir ekonomik yapısı vardır. Süratli değişmeler içerisinde bulunmaktadır (Özyurt,.:113).
Simmel, çalışmalarının tamamında, “kentsel toplum”un çözümlemesini yapmıştır. Simmel, şehir insanının özelliklerinde olarak zihinsellik ve hesapçılık, ihtiyatçılık ve bezginliği ön plana çıktığını belirtmiştir. (Aydoğan, 2005:31).
20. yüzyılın önemli şehir sosyologlarından biri olan Louis Wirth de –Simmel gibi- kent sorununu kişilik ve zihniyet sorunu olarak görmektedir. “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme” (1938) adlı makalesinde, kenti; toplumsal açıdan heterojen bireylerin nispeten “büyük”, “yoğun” ve “sürekli bir yerleşim yeri” olarak tanımlar. Belli bir yerde nüfusun yoğunlaşması büyük oranda bireysel farklılık gerektirir. İlişki içindeki bireysel katılımcıların sayısı ne kadar artarsa, onlar arasındaki farklılık da o oranda artar. Kırsal gelenekte var olan akrabalık bağı, komşuluk ilişkileri ve duygu birliği kentte kaybolur. Kentte farklı kişiliklerin ve yaşam tarzlarının bir arada bulunması, farklılıklara göreceli bir bakışı ve daha hoşgörülü olunmasını sağlar (Özyurt, .:116).
Wirth’e göre, kentselliği, sadece şehrin fiziksel varlığı ile tanımlamaya çalıştığımız sürece kent kavramını yeterince anlayamayız. Çünkü bir yaşam biçimi olarak kentselliğe, birbiriyle ilişkili üç perspektiften bakılabilir
a) Farklı dağılımları içeren demografik-fiziksel yapı,
b) Farklı kurumlara sahip, toplumsal örgütlenme sistem,
c) Sosyal davranışlar, fikirler ve kişilikler kümesi.
Wirth’e göre, kentli insan, “şizofrenik karakterli” bir kişiliğe sahiptir. Birincil ilişkilere yer vermeyen kentte, insanlar birbirlerine ve yaşadığı ortama karşı sorumluluklarını kaybedip, bencilleşmiştir. Herkes her şeyi kanıksar hale gelmiştir. Bu bir “anomi durumu”dur. Wirth, kentsel mekânı ve kentli insanı patolojik bir olgu olarak kabuk eder (Özyurt, :117).
İbn Haldun, şehirlerde azalan asabiyet ve birliktelik duygusunun bireyselliği getirdiğini belirtmiştir. Ayrıca; hazza önem veren, ahlakı aşınan şehirliler için, toplumsal normların da önemi azalmıştır.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
İbn Haldun, umran ilminin kavramlarıyla, insanlığın toplumsallaşma öyküsünü anlatmaktadır. Ona göre insanlık, iptidailikten bedeviliğe, bedevilikten hadariliğe doğru bir gelişim çizgisi izlemiştir. Sonra umran ilmi içerisinde toplum modellerini açıklamıştır. Birinci toplum, insanların doğaya bağımlı olduğu, avcı-toplayıcı şekilde yaşam sürdüğü bir modeldir. Sonra hayvanların ehlileştirilip zirai faaliyetlerin başladığı ve yarı-göçebe halde yaşayan toplumlara evrilmişlerdir. Nihai olarak ta yerleşik yaşama geçilmesiyle şehir hayatı ortaya çıkmıştır. Buradaki farklı toplum modellerinin farklı yaşam biçimleri farklı kültürleri vardır. Bunları bedevi umran, hadari umran kavramlarıyla açıklamıştır.
Bedevi umranın, hadari umrana dönüşmesini sağlayan en temel motivasyon asabiyet olarak karşımıza çıkmıştır. Çünkü asabiyetin nihai hedefi mülktür. Bu amaçla asabiyet mülke doğru yönelir. Bu yöneliş fetih veya göçlerle gerçekleşmiştir. Kırsaldaki var olan asabiyet, medeniyete dönüşemez. Burada bedevilikten hadariliği dönüşümü itici güç unsuru olarak karşımıza göç çıkmaktadır. .Göç eden asabiyet ilerler, gelişir, medenileşir. Hadari umranın oluşmasındaki temel faktörlerden biri de iş bölümü ve uzmanlaşmadır. Temel ihtiyaçlar için yardımlaşma ve dayanışma içine giren insanlar, aralarında işbölümü yaparlar. Bunun neticesinde ortaya çıkan güç birliği, zamanla üretim fazlası mallar ortaya çıkar. Bununla aynı anda, çeşitl sanatlar, meslekler gelişir. Böylece, ihtiyaçlar daha k sa sürede, dah mükemmel ve daha çok karşılanır hale gelir. Düşünme yetisi ve el becerisini üretimin hizmetine sunan insanoğlu, böylece sanayiye ulaşır.
İbn Haldun; kültür ve medeniyet ayrımına da dikkat çekmiştir. Medeniyet üst yapıyı, kültür alt yapıyı oluşturmaktadır. Hadari kültür gelişmiş medeniyetlerin kültürüdür. Medenilik, hadari umranın yaşam biçimidir. Medenilik, sosyal yapı, teknik ve kültürel açıdan gelişmişlik olarak değerlendirilip; bunun dışında ahlaki açıdan olumlu bir özelliğe sahip değildir
Bedevilik ve hadarilik, biri tamamen kaybolduktan sonra diğeri ortaya çıkan oluşumlar değildir. Başlangıçta yalnızca bedevilik vardır. Zamanla hadarilik ortaya çıkar. Ancak bedevilik ve hadarilik aynı anda, yan yana oluşumlar olarak varlıklarını sürdürmeye devam ederler. Çöllerde, sahralarda, köylerde ve kasabalarda bedevi kültür varlığını sürdürürken, hemen yan başında şehirlerde hadari kültür bütün ihtişamıyla kendini gösterir. Bedevilik bir kültürel unsur olarak kalır. Hadarilik ise şehir, devlet, aile, meslekler, sanatlar, sanayi, ilimler, tabakalaşma, dil, eğitim, kurumlar, mimari oluşumları ile medeniyetin bizzat kendisi olarak öne çıkar. Medeniyeti kültürden farklı ilerlemiş, gelişmiş, medenileşmiş, aklın ve elin (bilim, düşünce, sanat, teknik ve sanayi olarak) mükemmele ulaştığı bir aşama olarak ele alırsak, bu hadariliğin bizzat kendisidir.
İbn Haldun’un, insandan başlayan, cemiyetler ve devleti içine alan, üretim tarzlarının ve şehir hayatının incelendiği teorisinin bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu süreç içerisinde de şehir ve şehirleşmenin İbn Haldun sosyolojisi içerisinde ayrı bir önemi bulunmaktadır.
İbn Haldun, şehirleşme konusunda organizmacı bir yaklaşım geliştirmiş; toplumların üretimlerinin ihtiyaç fazlası seviyesine geldikten ve lüks yaşama imkanı elde etmelerinden sonra şehirleşmenin gerileyerek bedeviliğe geçiş yaşanacağını belirtmiştir.
İbn Haldun için , İslam kültürü kentli bir kültürü teşvik ederek, insanların farklılıklarıyla birlikte bir arada yaşamaları ve dünyevi zenginlikleri eşit olmasa bile paylaşmaları için ortamlar hazırlamıştır. Bu bağlamda İbn Haldun da bedeviliğe çeşitli olumlu anlamlar yüklese d şehirleşmenin kaçınılmaz olduğu ve ilimlerin de ancak şehirlerde ortaya çıkabileceğinin altını çizmiştir.
İbn Haldun’a göre şehir, belli bir refah düzeyine ulaşmış halkın güvenlik ve daha rahat yaşama amacıyla istikrarlı bir yapıda hayatlarını sürdürme isteğinden ortaya çıkmaktadır. Devletin oluşumu ve şehirlerin kuruluşu arasında da önemli bağlar olduğunu ifade eden İbn Haldun, evrimci bir bakış açısıyla devletin ikinci evresinden sonra şehirleşmenin de gelişim göstereceğini belirtmektedir. Çünkü, şehirleşme, toplumu ve kamu gücünü örgütleyerek belirli bir yöne çekecek devlet otoritesine ihtiyaç duymaktadır. Devlet de özellikle güvenlik endişesiyle şehirleşmeyi teşvik etmektedir.
Sonuç olarak, medenileşmenin itici gücü olarak şehirleri gören İbn Haldun, hadari hayat biçiminin, toplumların ilerlemesi için gerekli olduğunu savunmaktadır. Şehirlerin kuruluşunda ekonomik faktörlere de görüşlerinde büyük ağırlık veren düşünür, sanat, kültür ve bilime, zaruri ihtiyaçların karşılanması ardından vakit ayrılabileceğini savunmasından dolayı şehirleşme ve medenileşmeyi aynı paralelde değerlendirmiştir.
KAYNAKÇA
- ALPTEKİN, Yavuz (2007). Medeniyet Havzalar ndan Küresel Trendlere: Şehir ve Toplum. İstanbul: Beta Yayınları.
- ALBAYRAK, Ahmet (2000). “Bir Medeniyet Kuramcısı Olarak İbn Haldun”.Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 9, Say 9.
- ARSLAN, Ahmet (2002). İbn-i Haldun. Ankara: Vadi Yayınları
- ASLANOĞLU, Rana (1998).Kent Kimlik ve Küreselleşme. Bursa: Asa Kitabevi.
- ASLANOĞLU, Rana (1996). “Globalleşme ve Dünya Kenti”. Toplum ve Bilim,ay 69, Bahar.
- AYDIN, Mustafa (2009).Umran Düşünürü İbn Haldun. Umran Dergisi, Say :178,Haziran
- AYDOĞAN, Ahmet (haz.) (2005). Şehir ve Cemiyet, İstanbul: İz Yayıncılık.
- BATSEVA, S. M. (2008). “İbn Haldun Düşüncesinin Toplumsal Temelleri”, İbn
- Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü. Turan Dursun – Ümit Hassan,İstanbul: Kaynak Yayınları.
- CANATAN, Kadir (2007). İslâm Dünyası’nda Şehirleşme Sürecine Tarihsel Bir
- Yaklaşım. Sivil Toplum Dergisi, Say :17–18, İstanbul.
- HALDUN, İbn (2004).Bilim ve Siyaset Aras›nda Hat ralar. çev: Vecdi Akyüz,İstanbul: Dergâh Yay›
- HALDUN, İbn (2007).Mukaddime.1.cilt, çev. Süleyman Uludağ. DergâhYayınları, İstanbul.
- HALDUN, İbn (2004). Mukaddime.1.cilt, çev: Halil Kendir. İmaj Basım, YeniŞafak Yayını, Ankara.
- HALDUN, İbn (2004). Mukaddime.2.cilt, çev: Halil Kendir. İmaj Basım, Yeni
- Şafak Yayını, Ankara.
- HASSAN, Ümit (2008). “İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi”,İbnHaldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü. T.Dursun-Ü.Hassan. İstanbul:Kaynak Yayınları.
- KURT, Abdurrahman (2001).“Sosyo Ekonomik ve Kültürel Yönden İslam ÖncesiMekke Toplumu. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Say 2.
- MARTİNDALE, Don (2005). “Şehir Kuramı”, Şehir ve Cemiyet. Ahmet Aydoğan(haz.). İstanbul: İz Yayıncılık
- ÖNCÜ, Ahmet (1993). Sosyoloji ya da Tarih: İbn Haldun ve Mukaddime ÜzerineB ir Deneme. Ankara, Öteki Yayınları
- PİRENNE, Henri, (2006). Orta Çağ Kentleri, Kökenleri ve Ticaretin Canlanma ›.çev. Şadan Karadeniz. İletişim Yayınları, 6. Baskı, İstanbul.Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (1990). İstanbul: Risale Yayınları.
- ŞENTÜRK, Recep (2006). “Medeniyetler Sosyolojisi: Neden Çok Medeniyetli Bir Dünya Düzeni İçin Yeniden İbn Haldun?”. İslâm Araştırmaları Dergisi,İSAM Yayını, İstanbul.
- ULUDAĞ, Süleyman (1993). İbn Haldun. Ankara: T.D.V. Yayınları
- UYGUN, Oktay (2008). İbn Haldun’un Toplum ve Devlet Kuram›. İstanbul: 12Levha Yay›nla ›.
- WEBER, Max (2003). Şehir: Modern Kentin Oluşumu. Çev. Musa Ceylan.İstanbul: Bakış Yayınla
- YAVİLİOĞLU, Cengiz (t.y.).“Ekonomik Kalkınma ve Motivasyon Aras ndaki İlişki. CÜ İİBF Dergisi, Cilt 2, Say 2.
Merhabalar,
Toplumların geçirdiği evrim sürecinin bedevilikten şehirleşmeye doğru olan yolculuğu, asabiyetin toplumları bir araya getiren ve medeniyetin gelişimini teşvik eden bir faktör olarak vurgusu ve tabi ki İbn Haldun ve teoriler üzerinden toplumların gelişimi ve medeniyet oluşumu hakkında derinlemesine sunulan aktarımlar oldukça başarılı bir şekilde biz okuyucu ile paylaşılmış. Keyifle okudum. Teşekkürler.