Selçuk ve Bizans sınırları içinde yaşayan uç beyliği, kısa bir zaman içinde kuvvetlenip büyük bir İmparatorluk halin gelmesi bilindiği üzere noksan bir eşitlik ya da Türk ırkının varlığının bir an’ane nazırlarında esir kaldığı için karmaşık ve içinden çıkılmaz bir mesele teşkil etmekteydi. Doğrusu bir İmparatorluğun kuruluşundan ziyade daha çok bir mucize, padişahlara ve diğer kuruculara Allahın lutfunun bir göstergesi olmuştur. İlk Osmanlı kaynaklarında kaydedilmiş görünen Sultan Osman’ın rüyası, bu mucize olayın hadisenin ancak ilahi takdir ile yapılacağına olan inanışın ifadesidir. Bu hadisenin alacaklı bir mesele teşkil ettiğini izah eden yabancı tarihçiler; Türkler hakkında inceleme yapmak için batıl inançları kafalarına koymuş olmaları, olayı çeşitli yönlerden ve daha geniş kadrolarla birlikte araştırma yapmaya karar vermişler ancak ellerindeki malzeme yeterli olmadığı için var olan bilgilerin aslını değil yanlış olanı aktarmışlardır. Bu olayı sonradan inceleyen Gibbons, Osmanlılarla Asya insan kaynakları arasında ulaşımının rakip taraflardan kesilmiş olduğu için devletin kurulması için gerekli şeyler ancak Rumlar tarafından tedarik edilebilirdi. Buna nazaran yeni İslamlaşmış Türkler ile İslamlaşan Rumlar tarafından ortaya çıkan Osmanlı milleti varsayımı, bütün güçlükleri geçmek için bir yol göstermiş oluyordu. Türkler, ancak bu sayede yeni bir devlet kurmak için idarecileri bulacak ve imparatorluk için kan dökecek askeri bulmuştu. Bunlar İslamlaşmış Rumlardı. İlmi olmak ve bunun için ortaya atılan varsayımlar, Türklerin göçebe olduğunu ve tek başlarına imparatorluk kuramayacaklarına dair olan batıl inançlara ve eleştirilere rağmen esassız bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kaynakları ve kuruluş sebebine dair yapılan araştırmalarda anane görüşünün manasızlığı Prof. Fuat Köprülü ilim âlemine göstermiştir. Orta zaman Türk tarihinin çoğu çalışmasını ve ilim alanını çalışmaların bazılarında göstermemiştir. Ancak Fuat Köprülü’nün çalışmalarının yanında arşivlerin de incelenmesi halinde kıymetli hale gelmişlerdir. Hâlihazır fikirlerden arınmak için araştırma usulünün doğru olduğu kanaatindeler. Böyle bir araştırma karşısında Osmanlı kaynaklarının izah tarzı kadar, yabancı âlimlerin kaldıkları nokta kıymetini kaybetmekte ve körü körüne anane muamelesi görmektedir.
İlk Osmanlı kaynakları, Osmanlının kuruluşunu anlatırken padişahların geldiği yere, dinine, Hıristiyanlar ve diğer Türk beylikleriyle arasındaki olan ilişkiye değinir. Osmanlı İmparatorluğu’nun şu ana kadar siyasi ve sosyal yapısını ele almamıştır. Osmanlı tarihi bir göç ile hikâyesiyle başlar. Sürülerine otlak aramak için gelmiş olan göçebeler, bir ordu teşkil edip imparatorluk kurmuş olmaları hayret vericidir. Fuat Köprülü’nün izah ettiği üzere ilmi bir gözle bakılığı zaman hayrete düşürecek bir durum olmadığı ve her şeyin izahının mümkün olduğudur. Aslında Osmanlı tarihi, tarihçilerin yazdığı bilgilerden ibaret değildir. Yazılmayan farklı noktalarda vardır. Her şeyden önce hatırada tutmanın önemli olduğunu söylerler. Osmanlı kuruluşunun meselesi apaçık ortadadır. Her hangi bir tereddüde yer vermez. Türk Moğol şamanizminin, Müslüman tarikatların oluşumunda etkili olduğu söylenir. Moğollarla birlikte Türkmenler, geniş bir teşkilatta birbirine bağlı oldukları gibi, meydana gelen Babai isyanında Anadolu’yu fena halde sarsmışlardır. Erzurum’u, Sivas’ı ve Kayseri’yi yağma ettikten sonra gittilerse de sonrasında fena hallere sokmuştur. Batıya doğru akın o kadar fazla artmıştır ki bu sebeple sosyal nizam ve huzursuzluk bir nevi engellenmiştir. Gibbons’un aksine Köprülü, Anadolunun uç beylikleri ile diğer Türk Müslüman dünyası sıkı münasebet içindedir. Yani Osmanlı İmparatorluğu genişlemeye başlarken, dini ve sosyal cereyanları tecrübe dâhilinde kullanarak manevi kuvvetleri kendi arkasına çekmiştir. Bizanslılar, devşirtmeler, esirler gerekli kol kuvvetini sağlamıştır. Bu süreçte Osmanlı tarihinde, devletin kozmopolitleşmesi söz konusu değildir. Osmanlı toplumu oluşurken, Türk ve İslam dünyasının her mesleğinden ve her sınıfından adamlar gelmiştir. Bunların yanında Türk şövalyeleri de mevcuttu. Bu gruplara mensup olanların unvanları ‘Gaziye’ olarak görülmektedir. Abdal ve baba olanlarda bu grubun içine dahildir. Sadece burjuvalar değil, ahi teşkilatında rol oynamış olanlarda Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynamışlardır. İlk piyade üniformasının sahibi Ahi Teşkilatı olmakla birlikte Yeniçeriler için Ahi başlığı kabul edilmiştir. Osmanlı zafer kazanmak için yalnızca teşkilatlı ve imanlı savaşa katılmış olanları orduya almıştır. Demek oluyor ki Osmanlı Devleti, iki ayrı alemin maddi ve manevi olarak karşılaşmasını istemektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş hadisesinin göçebeleri temsil ettiğini ve yerleşmek için Tuna boylarına ve Arabistan çöllerinin içine yayılarak geldikleri ortadadır. Türk Devleti damgasını vuran ve büyük insan hazinesini bulmuş olduklarını da gördük. Böylesine büyük İmparatorluk kurulması nüfus kitlelerinin yer değiştirmesi ve demografik olaylarla ilişkilidir. Bu nüfus hareketleri büyük çapta kolonizasyon işini dikkate alır. Anlatılmak istenen şudur; boş topraklara gelip yerleşen Türk Dervişleridir. Bu dervişler, kendileriyle beraber memleketlerinin örf ve adetlerini, dini adab ve erkânını da beraberinde getirmişlerdir. Bunlar bu akını sevk ve idare etmiş, istilanın öncüsü kolonlar gelip yerleştikleri yere hanedan kurmuş, soy ve mevki sahibi olmuşlardır. Bu unsurlar sayesinde Anadolu, farklı ananelere sahip olmuş, kaynaşmayı sağlamıştır. Dervişler ve zaviyeler Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında garbe doğru akında öncü olmuşlardır. Bağ bahçe yetiştiren dervişler; Türk akını ile ilerleyen zaviyeler ve bu zaviyelerle harbe giden, padişaha hizmet eden ve nasihat vermek gibi birçok konuda vasıfları vardır. Kırlarda ve boş topraklarda yaşayan, henüz devlet memuru haline girmemiş olan bu dervişlerin hayatı ve onları oralara iten kuvvetlerin manası anlaşılmaya değerdir.
Dünyanın her tarafından gelmiş fikir, malzeme kuvveti Türk İslam dünyasının kurulmasına hizmet ediyordu. İmparatorluğun kaynağının çokluğu ve kozmopolitliği, çeşitli kökenlerden kimselerin oluşmasıyla var olmuştur. Elde var olan kayıtlar çok manidardır. Osman Gazi’nin babası Ertoğrul’u rüyasında görmesi, Osman Gazi’nin silah arkadaşları, kimin duasını istemiş vb. birçok kayıt bulunmaktadır. Osman Gazi’nin rüyasında babasını gördüğü düşte Şeyh Edebali’yi görmesi ve kızına talip olması gibi birçok rüyalar da kayıt altına alınmıştır. Bu sebeple ilk Osmanlı Padişahı, Şeyh Edebali ile akrabalık kurmuştur. Şeyh Edebali’nin yanına sık sık giderek ziyaret ettiği de kayıt altına alınmıştır. Hanedanda rüya görenlerin ve kendisinin rüyalara ne derece önem atfettiği ve uyguladığı da görülmektedir. Şeyh Edebali aynı zamanda derviştir.
Ahi teşkilatının önemini biliyoruz. Devletin kurulmasında önemli rolleri vardır. bunun anı sıra Anadolu Beyliklerinin zaferinde de önemli rol oynamışlardır. Ertoğrul ve Osman Gazi zamanında yardımları olduğu gibi, Karamanoğulları’nın ve Babailerin kurulmasında da büyük önemleri vardır. Bu kabilelerin Türkmenlerle birlikte dervişlerin de tarikatların de Orta Asya’dan gelmiş olabileceği söz konudur. Osmanlı kendi kuruluş aşamasında yardım eden tüm kabile, toplum, tarikat vb. herkesi mükâfatlandırmıştır. Köylü ve askeri halk kendisi gelip yerleşmiştir. Mecburiyetten ya da sürgünle gelen dervişler, yavaş yavaş bir köy ve tarikat merkezi kurmaya başlamışlardır. Kendiliğinden gelişen bu Kolonizasyon hareketi, devlet ilgilendikçe memuriyet altına girmiştir. Bu sayede dilenci dervişlerde ortadan kalkmıştır. Bu dervişlerin kendi memleketine yerleşmesi eskidir. Kayıtlara göre eski zaviyeler Osmanlı öncesi beylikler tarafından himaye ediliyordu. İlk Osmanlı padişahları da aynı ananeyi devam ettirdikleri gibi yeni zaviye açılmasına da öncü olmuşlardır. Aynı zamanda etkileşime geçtiği tüm topraklarda Türkleştirme ve İslamlaştırma imar etmeye çalışmıştır. Birçok köyde ve yerleşim yerlerinde vakfedilme söz konusudur. Buralarda genelde ahi vakıfları ya da ahi kişilerine vakfediliyordu. Buralarda haraç toplayan Bektaşi dergâhları yoktur. Yerleştikleri topraklara kültür aktaran muhacirler mevcuttur. Bunlar gözü pek azimkar Türk kolonlarıdır ve henüz zengin tekke haline gelmemişlerdir.
Şehirlerde gördüğümüz mezarlar ve türbeler, ölümden sonraki hayatın bir temsilidir. Bunlar gelirlerle vakıflandırılmıştır. Bu suretler, gelip geçenlerin çeşmeden su içmesi ve ölene hayır duası etmesi için yapılmıştır. Aynı zamanda yolcu ve misafirlere dağıtmak için yiyecek ve yatacak yer etmin etmek için türbeler vardır. Vakıflara bırakılan parayla türbeyi bekleyen kimsenin kuran okumaya memur edilir. Bu mezarları ziyarete gelenlerin getireceği adaklar ve sadakalar da yardım amaçlı olması için dağıtılmaktadır. Bu türbeler etrafında varlık kazanan zaviyelerde vardır. Dervişler sadece kültürlenmede toprağa yerleşen değil, bir kabile reisidir aynı zamanda. Elinde asası ile sadece ozanlık yapmamaktadır. Köprü, cami, değirmen kuranlara da şeyhlik rütbesinde makam da verilmektedir. Bir yeni yer açıldığı zaman mülk haline giren bu toprağı zaviyeye vakfediliyor. Birçok yere ve mülklere de bu şeyhlerin isimleri de verilebiliyor. Zaviyelerin çoğu ise kendine yurt edinmek için boş toprak arar. Yeni kurulan bu tesisleri zaviyeler, imar ve iskân ederler. İskân edilemeyecek yerlerde mülkleşmek ise ancak devletin işidir. Zaviyelerin bir bölümü ise devlet tarafından mübadele edilmek için bu tehlikeli yerlere yerleşmesi için gönderilmektedir. Bu durum onları jandarma ve karakollara benzetir. Bu dervişler, çalışmak ve toprağı açmak muhabbetiyle bir sınıf kolon, kırlara doğru taşan cemiyetin varlığıdırlar. Böylece boş ve tenha yerler iskan edilmiş oluyor, örfi nizam içerisinde toprak kültürü devam ediyor. Devlet kontrolü ise bu ele geçirilen toprakların istismarının engellenmesi ve böyle bir toplum olmasının engellenmesi için denetleme yapmaktadır. Bu sebeple dervişler devlet içinde toplum içinde kendilerini gerekli görürüler. Bu zaviyelerin daha büyümüş şekilleri olarak şeyhler ve dedeler, konakların yanında durmaktadır. Bu şekilde kendiliğinden iskan ve kolonizasyon şekli olmaktan çıkarak hükümetin kontrolü altına girmişler umumi hizmet müessesesi olarak çalışmaya devam etmişlerdir. Refah ve zenginlikleri artmıştır. Her birinin tehlikeli yerde mamur olduğu gibi konaklarda da yer aldığını biliyoruz. Osmanlının fazla geliri olmadığından toprak gelirleriyle ve vergilerle karşılamaktaydı. Yol boyları ve menzillere hesaplı şekilde yerleştirilen köylüler, itina ile muhafaza edilmekteydiler.
Vaktiyle o zaviyeye tesis etmiş olanlar evladlık vakıf olarak bulunmakta, vakıflara şart olarak kayıtlar konulmaktaydı. Zaviyelerde vakıfların tayin edeceği şartlar idare edilmektedir. Toprakların daha ziyade yurtluk olarak verilmiş olması, ailenin şahsi malinin vaziyetindedir. Bir zaviyenin idaresine seksen kişi karışmasın diye berat hak bir kişiye verilmiştir. Kişi kendi ölümünden sonra akrabalarına malın kalmasını istemezse eğer herkesin önünde zaviyelere zabta geçirtebilir. Çünkü zamanında vakfa verilmiş mallar, hürler arasına karışıyordu. Birçok derviş aynı zamanda Abdullah Oğlu olarak kayıtlı bulunur.