Kültür toplumların kendi içinde yarattığı örf, adet, gelenek, edebiyat ve sanat gibi her türlü değerler bütünüdür. Toplumları birbirinden ayrıştıran bu değerler on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yani modern sanayi toplumuyla birlikte bu ayrıştırıcı özelliğini kaybetmeye başlamış ve standartlaştırılmıştır. Kültür artık çağımızın sanayi gereklerine uygun bir olgu haline gelmektedir. Sanayi düzeni hızlı üretimi ve hızlı tüketimi gerektirmektedir. Kültürel ürün, seri üretim ve tüketim kaygısından dolayı özgünlüğünü yitirmiştir. Üretilen kültürel ürünler kapitalist düzende kâr elde etme amaçlarına uygun olarak hazırlanmıştır. Frankfurt düşünürleri sanayi toplumuyla beraber değişen ‘kültür’ kavramını incelemiş ve eleştirmişlerdir.
Kültür endüstrisi kavramı 19. yüzyılda Adorno tarafından geliştirilmiş olup, kapitalizmde kültürün metalaşma ve üretim sürecini anlatan durumunu ifade eder. Kültürün kapitalizm öncesinde özgün bir boyutu vardı. Kendini gerçekleştirmeye önem veren, özgünlük içeren bu kavram emek odaklı değerler ortaya çıkarıyordu. Örneğin bugün üretilen popüler müzik ile 17. yüzyılda üretilen barok müziği ele alalım. Jean Jacques Rousseau’nun da tanımladığı gibi ‘’Barok müzik armoninin açık seçik olmadığı modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir.’’ Barok müziğin ardında bir matematik vardır. Bugün ise bir alışveriş merkezinde ya da bir kafede kulağımıza ilişen, birbirini sürekli tekrar eden basit ve kolaylıkla hafızalara kazınan sözlere sahip olan müzik, Rousseau’nun tanımladığı emek içerikli müzikten kilometrelerce uzaktadır. Pop, rap, hip-hop ya da türü fark etmeksizin günümüzde 3-4 dakikaya sığdırılarak oluşturulan bu müzik türlerinin birçoğu hızlı tüketilip kolay üretilen, kâr elde edilebilen niteliğe sahip olacak şekilde tasarlanmıştır. Sanayi toplumuyla beraber yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz ve hatta dinlediğimiz her şey pazarlanabilir bir nesne haline gelmiştir. Bugün sokağa çıktığımızda aynı paça boyunda pantolonlar giyen, birbirine benzer insanlar görmemizin sebebi belirli markaların ya da belirli insanların yönlendirilmesi doğrultusunda hızlı bir şekilde dönüşüme uğrayabilmemizdir. Artık piyasa insanların ne giyeceklerini yönetir hale gelmiştir. Kültür endüstrisi insanlara çarpıcı bir şekilde bir şeyler sunma ve aynı zamanda gerçekleri gözümüzden kaçırmamıza neden olmaktadır. Örneğin bulaşık ya da çamaşır deterjanı reklamlarında oyuncular genellikle kadınlardan oluşmaktadır. Bu tip reklamlar toplumsal cinsiyet rollerinin oluşmasına kaynaklık etmektedir. Yani kadının toplumdaki rolünü işaret etmekte ve topluma bu kültürel kodu empoze etmektedir. Kültür endüstrisi gerçekliği çarpıtarak toplumsal ilişkilerin altında yatan eşitsizlik biçimlerini gizlemektedir.
Kültürel ürünler, tüketici bireye bir yaşam biçimi ya da dünya görüşü benimsetir, şartlandırır ve değişik toplum sınıfları içinde çok sayıda insan tarafından benimsenir duruma geldikleri zaman, reklam değerleri bir yaşam biçimi yaratır. Böylece tek boyutlu düşünce ve davranışlar biçimlenmiş olur (Marcuse,1975:27; aktaran Şan, Hira ). Kültür o toplumda yaşayan insanlara belli bir yaşam şekli oluşturur. Marcuse’un bahsettiği gibi basit ve seri tüketilebilen kültürel değer kapitalist sistem içerisinde pazarlanıp birçok insana ulaşır ve yönlendirir. Bu durum toplumların kültürlerinin özgünlüğünün giderek kaybolmasına ve tek düzeyliğin meydana gelmesine yol açar.
Bireye doğduğu günden başlayarak, bu dünyada bir tek var olma yolu olduğu hissettirilir: Bir gün kendini gerçekleştirme umudundan vazgeçmek. Bunu da ancak öykünme yoluyla
yapabilecektir. Birey çevresinde gördüklerine sürekli tepki verir, sadece bilinçli olarak değil, bütün varlığıyla , onu kuşatan bütün kolektiflerin kişilik ve davranışlarına öykünerek .
Küçüklükteki oyun grubu , sınıf arkadaşları , spor grubu ve bütün benzer gruplar bireyi kendi içlerinde eriterek on dokuzuncu yüzyıldaki bir babanın ya da öğretmenin
kurulabileceğinden çok daha kesin bir denetim kurarlar onun üzerinde , toptan teslim alırlar onu. Birey çevresini yankılayarak tekrarlayarak , çevresine öykünerek , içine girdiği
bütün güçlü gruplara ayak uydurarak , kendini bir insandan bir örgüt üyesine dönüştürerek , bu tür örgütlerde etkili olabilmek adına gizli güçlerinden vazgeçerek becerir hayatta
kalmayı. Bu biyolojik sağ kalma yöntemlerinin en eskisiyle , taklitle gerçekleştirilen bir kalımlılıktır. (Max Horkheimer,1986,162)
Kültür endüstrisi bireyi düşündürmez aksine ona hali hazırda yorumlar sunar. Birey Horkheimer’ın da dile getirdiği gibi taklit yöntemiyle aynılaşma sürecinin içerisine dahil olmuştur. Modern insan kültürün metalaşmasıyla beraber kendi zevklerini yitirip piyasanın beklentileri üzerinden tüketim kalıpları oluşturmaya başlamıştır. Yani modern insanın kendine ait bir kültürü ya da düşüncesi on dokuzuncu yüzyıl sonrasında yok olmuştur. İnsanı şekillendiren şey artık moda veya popülarite olmuştur. Peki kültür endüstrisi modayı ya da başka bir ürünü nasıl yaygınlaştırıyor? Burada devreye kitle iletişim araçları giriyor. Kültür endüstrisi kitle iletişim araçlarına ihtiyaç duyar. Örneğin televizyon aracılığıyla ürün tanıtılıp, yaygınlaştırılabilir. Bu durum insanlar arasında düşünce bazında farklılaşmalarda azalmalara neden olmuştur. Farklı düşünüp, farklı giyinen de hoş karşılanmayıp dışlanmıştır. Kapitalist süreç içerisinde kültür özgünlüğünü yitirmeye ,otantikliğini kaybetmeye ve aynılaşmaya mahkûmdur.
Kaynakça:
Max Horkheimer .(1986). Akıl Tutulması (Çev. Orhan Koçak). İstanbul:Metis Yayınları
Mustafa Kemal Şan,İsmail Hira (t.y.). Franfurt Okulu Ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi.
insanlar cogu kez kendilerine gosterilene kadar ne istediklerini bilemezler(steven jobs). bence kapitalizmin ozeti budur. elinize saglii oz ve guzel bir calisma olmus.