Anthony Giddens’in kitabı olan Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, toplumsal düşüncenin kurucu ve klasik metinleriyle günümüz tartışmalarını ilişkilendirmek ve onlarla bugünün koşullarında yeniden hesaplaşmak üzere yazılmış makaleleri bir araya getirmiştir. Birçok sosyologun kuramlarını da açık ve sade bir dil ile sentez yapmıştır.
Weber’in siyasete ilgi duyması çok küçük yaşlardan itibaren olmuştu. Daha 6 yaşındayken Almanya’nın Fransa karşısında kazanış olduğu zafer Weber’de bir heyecan bıraktı. Bismarck’ın başkan olduğu dönemde Almanya’da toprak imtiyazı durumu önemli bir sorundu. Doğu Prusya ile birleşerek toprak bütünlüğü sağlamak isteyen Bismarck, sanayinin gelişmesi ile Doğu toplumundaki insanların göçünü engelleyemiyordu. Bu da Almanya hegemonyasını tehdit ediyordu. Bu yüzden Almanya’nın siyasi ve ekonomik sorunları birbiriyle ayrılmaz biçimde bağlıydı. Ülke, başka ülkelerle çatışarak bu duruma gelmişti. Devletin yıkılmadan ilerlemesi için sahip olduğu iktidarı en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. Weber’de bu konu üzerine araştırmalar ve çalışmalar yapıyordu. Almanya’nın güç devleti olması için sanayisinin ilerlemiş olmasına bağlıydı. Ancak ne burjuvazi ne de işçi sınıfı bu gelişen devlette güç sağlayacak konumu vardı. 1895 yılında yazdığı Antrittsrede’sinde bu durum hakkındaki ilk sistematik görüşleri içeriyordu. Alman siyasetinin zorunlu sebebi olarak güç-devleti’nin çıkarlarını şiddetli olarak savunuyordu. Yani Almanya herhangi bir durum karşısında gücünü göstersin ancak bunu gerçekleştirecek siyasi liderin olmadığı görüşündedir. Bismarck’ın da liderlikten düşmesiyle yerine gelecek liderin tek seçimi var; makineyle birlikte liderlik demokrasisi ya da lidersiz demokrasi. Sağ ve Sol görüşte olan değişik yönetim biçimlerinden Weber, Sol Liberallerin konumu daha çok anayasal yönetime dayandığı için tehdit oluşturmadığı görüşündedir. 1917’de yayınlanmış olan Yeniden İnşa Edilen Almanya’da Parlamento ve Yönetim adıyla kitaplaştırılmış olan makalesinde parlamenter yönetimin önemi, memur sınıfının kontrol edilmesi ve siyasi liderlerin eğitilmesini ele alır. Weber, liderin parlamenter sistemin içinden seçilmesini savunur.
Marksizm, kapitalizmde devletin önemini kabul etmişti. Sınıflı toplumlarda oluşan yapı sosyalizm tarafından asıldığı zaman ortadan kaldırılmasını muhtemel görünüyordu. Weber’e göre seçim sistemi partinin iktidarı ele geçirme konusunda tek şansıdır. Almanya’da ise Bismarck’tan kalmış olan bürokratik devlet memurlarının varlığı, lidersiz demokrasi kavramının Almanya hegemonyasına uyum sağlamayacağı görüşündeydi. Weber, başka açıdan genellemelerin ekonomik olandan siyasi olana değil tersini yapıyordu. Bu yüzden de örgütlenme biçimleri bir mülksüzleştirme sürecinde olabilir. Weber’in Alman siyasi yapısına ilişkin analizi üç ana unsurun etkileşimi ile alakalıydı. Geleneksel, yasal ve karizmatik olarak saf tipler yer alıyordu. Karizmatik lider yaratır ya da talep eder. Bu yüzden o olmadan politika üretilmez, modern demokratik bir düzen yaratılmazdı. Kitle siyasetinde gelişmesiyle insanların özgürlük ve kendiliğindenliğini gerçekleştiremeyecekleri için bürokratikleşmiş iş bölümünün ‘demir kafesinden’ kurtulmanın tek yolu olarak görülüyordu. Marx ile Weber’in birçok alanda birbirinin aynı ya da ta zıttı olarak yorumlayanlar mevcut.
İkisinin görüşlerinin kısmen birbirilerinde ayırt edilebilen üç yönü olduğu söylenebilir. İlk olarak Marksizm’e olan tavrıdır. İkinci olarak Marksistlerin akademik yazıları hakkındaki yorumları ve son olarak Marx’ın kendi özgün fikirlerine yapmış olduğu yorumlardır. Marksizm sosyal demokrat partide öncüydü. Weber’de yanlarında kendini SDP’den ayıramayacak kadar bütün görmüştür.
Fakat Marksizm’in amacı Alman Devleti’ni devrim yoluyla ele geçirip, sınıfsız bir toplum kurulmasını sağlamaktı. Bu yüzden Alman siyasetinde oynamaya yazgılı olduğu gerçek rolden tamamen farklıydı. Weber, Marx’ın yapmış olduğu analizlerine katılıyordu. Sadece belli başlı parçaları aydınlatmak için kullanılabilecek kavramlar olarak öngörülebilirdi. Weber, Marx’ın ekonomik olanla teknolojik olan arasındaki farkı ayıramadığı görüşündedir. Marx’ın yel değirmeni ve buharlı makine üzerinden yoruma ekonomik değil, teknolojik önerme olduğunu ve tezlerini yetersiz kaldığını belirtir. Çıkarların ekonomik veya teknolojik yönlü değil, siyasi yönden olması gerektiğini söyler. Marx ise kapitalizmin yani ekonominin paranın rasyonelleştirici etkisi olduğunu savunur. Para insanın kendisine yabancılaşmasının ürünüdür. Mülk isteği para olmadan da var olabilir ama kendini zenginleştirme açlığı toplumsal gelişimin ürünüdür. Doğal değil, tarihseldir. Tarihte keşfedilebilir rasyonalite atfedilmiştir. Ama karizma bu bağlamda irrasyonel bir şeydir. Bu yüzden karizmanın tarihsel olarak herhangi bir kalıp ve gelişme ile bağlantı kurulamaz.
Durkheim’in yaptığı çalışmalar, toplumsal teoriye yaptığı çalışmalar arasında en ihmal edilmiş olanıdır. Durkheim, grup zihnini canlandıran sosyolojik gerçekliği savunan biri olduğu mistik milliyetçi olarak görüldü. Bu sebeple de yazılarında siyasi gerçeklikten uzak yönler vurgulanıyordu. Düşüncelerini iş bölümü üzerinden tanımlamıştır. Siyasi olarak ayrım yapıldığında Durkheim’in ilk dönem ve son dönem yapıtları arasında farklılıklar bulunmaktadır. Anomi, bencillik ve bireycilik kavramları arasındaki ilişkiyi incelemiştir. İş bölümü kavramı ile de aralarındaki ilişkiyi ortaya koymuştur. İş bölümünde elde edilen önemli bilgilerden biri ise inançlar ortaklığından gelen toplumla, iş birliği temeline sahip toplumu yalnızca ilkin ahlaki karakter diğerine sadece ekonomik gruplaşma olarak görmek yanlıştır. Saint Simon’un da tahayyül ettiği gibi şeylerin iradesinde olan sanayi toplumu sadece ekonomik olarak gruplaşmamış, devletin ahlaki denetimini de gerekli bulunmuştu. Devletin yönetiminde halkın ahlaki iradesinin olmaması önemliydi. Çünkü halkın sahip olduğu farklı ahlaki bilinçler, devleti olumsuz etkileyebilirdi. Devlet, toplumu bir araya getirdiğinde kişilerin haklarını ve kişilik kültünü kaybetmemelidir. İnsanlara özgürlük hakkını verirken onları körlükten kurtarmalıdır.Durkheim’e göre siyasi toplum yalnızca yerleşik otoritenin var olmasıyla tanımlanmamalıdır. Weber’in tersine bu durumu pek önemsemiyordu. Çünkü otorite, var olan bireysel düşünce ve eylemlerin kullanılmasına yol açar. Böylece iş bölümlerinin artmasıyla bireyler kendi işleri içerisinde otoriteye sahip olabilirler. Toplumların gelişmişlik düzeylerine göre de insanlara baskıcı davranmaları ölçülebiliyordu. Eğer birey az gelişmiş yapıya sahipse sanki bir suç işlemiş gibi devlet üzerinde baskı kurabiliyordu. Demokrasiyi bu yüzden savunuyordu. Çünkü demokrasi de devlet ile halk yakın konumdadır. Halkı gelenekselliğin kurbanı olmaktan kurtarıyordu. Bireyciliği ise bencillik olarak tanımlamaktaydı. Aslında liberal bireyciliği, metadolojik bireycilikten ayırma çabası içindedir.
Comte, insan düşüncesinin teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçerek oluştuğunu söyler. Bu üç aşama yasası Durkheim’ göre tam değildi. Kestirilip atılmıştı. Doğa bilimleri bize bilginin ancak yavaş yavaş gelişebileceğini söylüyor ama sosyoloji de bir birikim yoluyla oluşacağını söyler.
Comte’ninpozitivzm görüşünde belli başlı şu düşünceler önemliydi: Tarihin pozitif ruhun gelişmesi, felsefenin yerini bilime bırakıp pozitif felsefe olması, gözlemlenebilir ile kurgusal olan arasında net farka varabilmeyi, göreceliği ve teknolojiyi artık sadece fiziksel alanla değil, siyasi ve ahlaki bir nitelikle anılacak olmasıydı. Maeh’daComte’nin fikirlerinden etkilenmiştir. Etkilendiği gibi Viyana çevresindeki üyelerini de etkilemiştir. Bu pozitivistler arasında mütekabiliyet kavramı konusu tartışılıyordu. Gözlem ile teoriyi birbirine bağlayan formudur. Viyana grubuna dahil olanlar gözlem önermelerinin teoriden bağımsız olmayacağını anladılar. Hempel ise gelecekteki bir olaydan çıkarsama yapma teorisiyle mantıksal pozitivizmi ortaya koymuştu. Popper, bu mantıksal pozitivizmin karşısına yeni bir sistem getirmişti. Bir bilginin bilimsel bir ilgi olabilmesi için yanlışlanabilirlik, çürütülebilirlik ve sınanabilirlik açısından geçmesi gerekir. Paradigmanın ortak kabul edilmesi mesela ‘tüm kuğular beyazdır’ bu bilgide reni beyaz haricinde bir renkte kuğu bulunduğunda hipotezin çöpe atılacağıdır. Bu yüzden tümdengelim değil, tümevarım tekniği kullanmak daha geçerlidir. Pozitivist felsefecilere yöneltilen eleştirilerde olmuştur. Akla katı sınırlar dayatılması yönüyle, Mordern Marksizm öncüleri olarak Frankfurt felsefecileri ortaya çıkmıştır. Habermas ve Adorno, Popper’in Pozitivist felsefe hakkındaki yorumlarını eleştiren başlıca kişiler olmuştur. Bu konuda Habermas’ın ‘gözlem yapılarak pozitif bilimler yapılmaz’ olarak Popper’e yaptığı yorumuna Popper’in de katılmış olduğunu biliyoruz. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki farklılıkları verstehen(anlama) kavramıyla açıklayabiliriz. Abel’in bu konu hakkında verdiği bir örnek vardır. Komşusunun odununu alıp ateş yakan kişi, ısınmak içinde almış olabilir, mesaj göndermek içinde. Soğuk hava, komşu, odun vs. bu dil terimleri zaten anlaşılırdır. Önemli olan bu anlamanın nasıl gerçekleştiğidir. Sosyal bilimlerde insan davranışını anlayamayız.
Parsons’un iktidarı ele alma şekli biraz daha farklıdır. Çatışma halinde olan iki taraftan biri her türlü zorluğa rağmen karşı tarafın isteklerini görmeyip kendi istekleri doğrultusunda hareket edebildiği zaman iktidar olunur der. Parsons, para ile iktidar arasında bir bağ olduğunu söyler. İktidarın yönetimiyle, paranın ekonomide yer almasının arasında bir birleşim vardı. Paranın kendi başına bir faydası yoktu. Ancak herkes tarafından bir mübadele gördüğü zaman değer görüyordu. Parsons’da Weber’in düşüncelerini benimsemiştir. Bu yüzden otorite kavramına önem verir. Otorite, bir bağlayıcı yükümlülükler ortaya çıkarır. Bu bağlayıcı yükümlülükte parayla ortaya çıkabilir. Otoritenin hükmetmesi için iki ana kanal vardır. Unlar durum ve niyettir. Güven bağlamı da o kadar önemlidir. Otoritenin, bağlayıcı yükümlülükler dışında güven de vermesi gerekir. Rasyonel iktidar bunu gerektirir.
İnanılmaz Guru, Herbert Marcuse’yi tanımlamak için kullanılırdı. Pek bilinmeyen bu kişi ‘Tek boyutlu’ insan kitabıyla tanınmıştır. 60’lardan Sol hareketle çakıştığı için onları harekete geçiren bir yazı olarak görülmüş ve kötü anılmıştır. Sanayinin gelişmesiyle insanlar daha da yabancılaşıyorlardı. El gücünün yerini zihin gücüne bırakması sınıf kavramını da ortadan kaldırmıştı. Marcuse’ye göre siyasi iktidar teknik üretim aygıtı ile iç içe geçmiş durumdadır. Çağdaş toplumlar ne kadar kendilerini liberal konumda görseler de aslında totaliterdir. Teknik akıl geçerli kabul edilen tek akıl olarak kabul edilmekteydi. Rasyonalite de ileri sanayiciliğin baskıcı düzeni içinde sınırlarına gelmek üzereydi. Bu da toplumu tek boyutlu safhada tutmaya çalışırken devrimci bir kopuşun müjdecisidir.
Etnometodoloji, insanların günlük hayatta karşılaştıkları şeylerin nasıl anlamlandırıldıklarıdır. Düzenin kendi başına bir gerçekliği olduğu fikrine karşıdırlar. Düzenin, ortam içinde bulunanlar tarafından şekillendiğini söylerler. Granfinkel bu bağlamda dilin etkili düzeyde olduğunu ve ortamı etkilediğini söyler. Verstehen kavramı burada da önemlidir. Sözcük ikna etme, sevinme vb. konularda kullanılabilir. Bu da dilin kullanıldığı ortamın özelliğine bağlıdır. Yorumlama bilgisi de önemlidir. Granfinkel’e benzer olarak Habermas’ta emek ve dilin en temel özellik olduğunu söyler. Habermas’ın emek ve etkileşimi arasında kurduğu bağ şöyledir. İnsanların kendi kendisini oluşturmada insan kültürün iki temel yönü olarak açıklanır. Bu kavramların amaçlı-rasyonel eylem olarak ele alınması görüşündedir. Bu modern rasyonel çağda, teknolojinin ilerlemesiyle siyasetin bilimselleşmesi kavramını ortaya çıkarıyordu. Parsons’tan önce örnek aldığı içselleştirme kavramı toplu sisteme kazanım sağlayan değerdir. Bu da iktidarın gruplarla uğraşabilme imkanını kısıtlar. Faucault’a göre iktidar aslında her şeyin olmasını, şeylerin bilgisinin söylem bicilerinin ve hazzın üretilmesini sağlayan araçtır. Nietcsche’nin görüşü ise iktidar bizi özgürleştirmez, bizi baştan çıkarmasına izin vermemeliydi der.