Ötesini Söyleyebilir Miyiz?
Metinde Sezai Karakoç’un 10 yaşındaki bir Tunuslu kızın ağzından yazılmış gibi ele aldığı “Ötesini Söylemeyeceğim” şiiri okunarak alt metni analiz edilmeye çalışılmıştır. Şiirin birebir analizinden çok şiirin yazılma sebebi, küçük kıza bu sözleri söyleten olaylar ve olası sonuçları üzerinde durulmuştur. Batılı ülkeler tarafından sömürülen üçüncü dünya ülkelerinin, nasıl sömürgeleştirildiklerini ve bağımlı hale getirildiklerini, madun konumunda seslerinin çatallaşmasını ve sonunda mücadele ederek bağımsızlıklarını, özgürlüklerini nasıl kazanacaklarını; kolonyalizme ve sömürgeci güçlere karşı çıkmış düşünürlere atıfta bulunarak şiirin arka planında olanlar anlatılmaya çalışılmıştır. Yapılan bu çalışmayla ortaya bir tez koymaktan çok durum çalışması yapmak hedeflenmiştir.
Giriş
Batının modernleşme hikayelerini bir kenara bırakıp Batı dışındaki üçüncü dünya ülkelerinin modernleştirilme süreçlerine baktığımızda yukarıdan aşağıya doğru uygulanan, Batı’da olduğu gibi gerçekleşmeyen bir durumla karşılaşıyoruz. Modernitenin en önemli ve baştan çıkarıcı vaadi olan özgürlük, bu ülkeleri “kendi aklını kullanabilmeye” çağırır. Fakat sonrasına baktığımızda modernitenin bunu yeterince gerçekleştiremediğini ve hatta yeni bağımlılıklar oluşturduğunu görmekteyiz. Sürecin bütününe baktığımızda ‘sömürgeleş–tir–me’ ile karşı karşıya kalındığını görebiliriz. “Gelişmeye muhtaç” bu ülkelerin sözde ilerleme sürecinin ‘Batılılaşma’ mı yoksa ‘Batılılaştırma’ mı olduğunu ayırt etmeli ve bu ayrımın da farkında olmamız gerekmekte. Çünkü Ayhan Aktar’ın deyimi ile ‘batılılaştırma’ aslında sömürgecilerin yapmış olduğu bir değiştirme sürecini ifade etmektedir.
Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı kitabında Şarkın Şarklaştırılmasının anlatıldığı bölümde Levi-Strauss’un görüşünden bahsedilmektedir. Strauss’a göre “İlkel bir boy, yakın çevresindeki her yapraklı bitki türüne belirli bir yer, işlev, anlam atfeder. Bu otların, çiçeklerin çoğunun bir işe yaradığı yoktur; ama Levi-Strauss’ un üzerinde durduğu şey, zihnin düzen gereksinimi duymasıdır ve bu düzen de her şeyi ayrımlayıp her şeye dikkat etmekle, zihnin ayırdında olduğu her şeyi güvenli, yeniden ulaşılabilir bir zihinsel konuma yerleştirmekle, dolayısıyla şeylere; bir çevreyi oluşturan nesneler, özdeşlikler dolaşımında bir rol vermekle kurulmaktadır.”
Yani Batılı gözle bakıldığında ilkel toplumlar zihnin düzen kurma ihtiyacından kaynaklı olarak bir işe yaramadığı halde kendilerine, değerlerine ve yaşadıkları çevreye bir anlam atfetmektedirler. Bu ilkel sınıflar kendi içinde mantıklı görülse de mantık kurallarının ne öngörülebilir bir ussallığı ne de evrenselliği vardır. Böylece daha önce de bahsettiğimiz gibi Şark akılsız olmakla suçlanmıştır. Metinde şeyler arasındaki ayrımların seçiliş biçiminin her zaman bir ölçüde keyfi olduğu söylenmektedir. Yani tarihin bile insan eliyle oluşturulduğunu kabul edersek; eğer bir yere ya da zamana biçilen roller, yüklenen anlamlar ancak bu biçme ve yükleme işlemleri yapıldıktan sonra nesnel geçerlilik kazanır. Dolayısıyla ‘ötekiler’, ‘barbarlar’ veya ‘ilkel toplumlar’ yani Şark, Batının yapmış olduğu keyfi bir ayrım ile sömürgeleştirilmeye “hak görülmüştür”. Ancak, ona biçilen rolleri ve anlamları kabul ederse geçerli ve görülür hale gelecektir. Sömürgeleştirilebilirlik kavramı Fanon’un ilk kurşun teorisine benzetilebilir. Yani ilk kurşunu kendi halkınızın zihnine atın ve bakın Fransızlar neden sömürgeleştiriyor? Çünkü üstünlük bunu gerektiriyor. Diğer tarafta dünyadaki gelişmeleri yakalayamama –yani fikri atalet– Doğu’yu sömürgeleştirilebilir kılıyor. Aslına bakarsanız, Fanon bu kurşunu karşıya değil de kendinize atın ve dalmış olduğunuz rüyadan uyanın demektedir.
Doğu toplumlarının üzerinde gerçekleştirilen, keyfilikten kaynaklanan “Bizim toprağımız-barbarların toprağı.” dedirten imgesel coğrafya çeşitlemesi ‘barbarların’ da bu ayrımı kabul etmesini gerektirmez. “Bu sınırları kendi zihnimizde çizmek ‘biz’e yeter; ‘onlar’ böylelikle ‘onlar’ haline gelir hem yurtları hem düşünüşleri, ‘bizimkinden’ farklı olmasıyla belirlenir. Dolayısıyla, modern ve ilkel toplumlarda kimlik duygusu, bir yere kadar, olumsuzlamadan çıkarsanır.” Bir üçüncü dünya ülkesinin sömürgeleştirilme ve bağımlı hale getirilme sürecine baktıktan sonra bir de bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanıp nasıl özgürleşeceklerine bakmak gerekir. Gerçekten bu mücadeleyi verip bağımsız bir toplum olabilirler mi? Frantz Fanon ‘Yeryüzü Lanetliler’i adlı kitabında sömürgeden kurtulup yeni bir devlet kurmak için şiddetin meşru olduğunu söylemektedir. Çünkü öncelikle halkın üzerinde sürekli devam eden, tehdit yoluyla sürdürülen sömürgeleştirmenin kendisinin bir şiddet eylemi olduğunu düşünmektedir. Ayrıca ‘kolonyalizm’ adı altında beyaz olmayan bu insanların ikinci sınıf yurttaş olmaya zorlandığını söyler. Beyaz olmadıkları için ekonomiyle ve eğitimle ilgili fırsatlardan mahrum bırakılırlar.
Fanon’un ikinci sınıf yurttaş dediği bu insanlara yani şiirde geçen Tunuslu kıza, Ali’ye ve Süleyman’a Spivak ‘madun kişi’ demektedir. Madun kavramı, yurttaşlık kavramının karşıtıdır. Yurttaşlık yapılarına erişimi olmayan, temas edilmeyen, kirli kişilerdir bunlar. Bir toplumda herkesin sesi eşit çıkmaz. Sesi az çıkan veya içine kaçanlar vardır; varlık olarak kendisini temsil edemeyenler... Şiire baktığımızda 10 yaşındaki küçük kızın konuşarak “yabancı adama” ve onun gibilere karşı olduğunu, onları istemediklerini dile getirmeye çalıştığını görüyoruz. Görüyoruz çünkü madun konuşabilir mi? Ya da konuşsa bile sesini duyarlar mı? Şiirde geçen “Sizin defolup gitmenizi istiyorum işte o kadar, Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor.” dizelerinden yola çıkarak küçük kızı sesi az çıkan olarak, kardeşi Ali’yi ise sesi içine kaçan, düşüncelerini söyleyemeyen olarak görebiliriz fakat ikisi de madundur. Aslında birinin sesi diğerinden daha çok çıkmamaktadır. Peki ya Süleyman? Fanon’a göre ikincil konumdaki bu insanlar sabırlarını yalnızca sınırlı bir süre için koruyabilirler ve sabırları tükendiğinde etkisinin şiddetle olacağını söyler. Belki de şiirde geçen kızın bize “Yağmur bizim için yağıyor, çalılar için Süleyman’ın tabancası için.” demesi, gün sonunda “Biz sesimizi duyuramasak da Süleyman ve onun gibiler tabancalarıyla size dur diyecektir.” anlamına gelmektedir.
Fanon mücadelenin kolonyalizmden dolayı en çok acı çeken kırsaldaki köylüler tarafından başlatılacağına inanmıştır. Şehirli burjuvazi, yerli olmasına karşın kolonyal ayrıcalıklar ve köylüler üzerinde kontrol yoluyla çoğu zaman statü ve varlık sahibi olmayı başarırlar. Yani sömürgecilerle anlaşırlar. Bu yüzden mücadelenin ‘diğerleri’ tarafından gerçekleşmesi gerekmektedir. Eğer sömürgeciyi burjuvazi kapı dışarı ederse bu bir şeyleri değiştirmeyecektir. Çünkü sömürgeciler fiilen gitseler bile burjuvazinin köylüleri nasıl sömürüp iktidar olacağı konusunda yol gösterecektir. Dolayısıyla sömürgeci ile burjuvazi arasında fikir ayrılıkları olsa da burjuvazi yerli olsa da sistem aynıdır. Sistemin düzgün bir şekilde değişmesi için dışarıdan yıkılması gerekir. Yani tüm bu olanların dışında tutulan ötekiler tarafından yıkılacaktır.
Malik bin Nebi’nin bakış açısına göre toprağın ele geçirilmesi, kurtarılması aynı zamanda kimliğin de kurtulması demektir. Toprak sömürgecinin elindeyse sizin kendi fikirlerinizin olması mümkün değildir. Nebi kitabında fikir olmazsa siyasal bağımsızlığın yeterli olmayacağını söylemektedir. Ancak ona göre Müslümanların fikir ve düşünme problemi vardır. Emperyalizm zihinlerden sökülüp atılmazsa onun siyasal olarak atılmasının önemi yoktur. Bu zihinsel sömürünün sadece dışa yansıyan bir resmidir.
Sömürgecilikten kurtulmak kendi fikrini gerçekleştirmekle mümkündür. Doğu toplumları kendi kültüründeki kavramları kavrayıp bugüne çözüm getirebilecek şeyler üretip teknoloji ile kültürü birbirine uyarlayarak dönüşüm gerçekleştirilirse “medeni” hale gelecektir. İşte o zaman bağımsızlığını tamamen kazanmış, özgür ve yukarıdan inme bir modernleşmenin aksine kendi yollarını çizmiş toplum olabilirler. Lakin dediğimiz gibi bu o kadar kolay değildir. Tunuslu kızın “ben bizi, saçlarımızı, rengimizi, evimizi seviyorum” demesi yeterli gelmeyecektir. Kültürünü, değerlerini koruyarak vermiş oldu bağımsızlık mücadelesinin yani özgürlüğünün sürekli hale gelmesi için bir başka mücadele daha vermesi gerekmektedir. Zihnin sömürgesinden kurtulmak, bir gün tekrardan topraklarını kaybetmekle karşı karşıya kalmamak için fikir mücadelesi vermesi gerekmektedir. Dolayısıyla bazen konuşmanın, sesini duyurmanın da yetersiz kalabileceğini görmek gerekmektedir.
Peki ya şimdi soruyorum, öteki olmaya alışan bu zihinler bunu görebilir mi? Görse de zamana yetişebilir mi?
KAYNAKÇA
- Fanon, F. (2011). Yeryüzünün Lanetlileri. (çev. Şen Süer). İstanbul: Versus Kitap.
- Karakoç, S. (1996). Ötesini Söylemeyeceğim. Şiirler III körfez/şahdamar/sesler, 6. baskı, İstanbul.
- Said, E. W. (2016). Şarkiyatçılık. (çev. Berna Ülner). Metis Yayıncılık.
- Spivak, G. C. (2020). Madun Konuşabilir Mi?. (çev. Emre Koyuncu). Ankara: Dipnot Yayınları.
- Young, R. J. (2016). Postkolonyalizm: Tarihsel Bir Giriş. (ed. Lütfi Sunar). Ankara: Matbu Kitap