David Harvey’ın Postmodernliğin Durumu adlı kitabının postmodernizmi kavrayabilmek açısından birinci bölümü analiz edilecektir. Buna göre birinci bölümün giriş kısmında yazar, 1974’te yayımlanan Raban’ın Yumuşak Kent adlı eserinden bahseder. Raban’ın yazdığı bu eser yayımlanış yılı dolayısıyla oldukça önemlidir. Yazılış yılı postmodernizmin bir vücut bulduğu ve artık nefes almaya başladığı yıla tekabül etmektedir ona göre. Postmodernizm artık modernlik karşıtlığı anlamına gelmemektedir. Raban, söylenilegelen ve birçok yazarın sadece bir eksiklik olarak betimlediği şeyin aslında bir zorunluluk, bir mevcudiyet olduğunu ifade etmektedir. Bu söylenilen şeye değinecek olursak, kent diğer yazarlara göre kitle üretimi ve tüketimine yönelik bir sistem üzerinde varlığını sürdürmektedir ve kentlerin bu sistem içerisinde tabiri caizse ruhları yok olmaktadır fakat Raban bu düşünceye şiddetle karşı çıkmaktadır. Kentin sınıf ve eşitsizlik kavramıyla çepeçevre sarıldığı düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Ona göre kentte yaşanan bu eşitsizlik ve oluşan sınıfsallık aslında kentte var olan bir girişimcilik ruhunu temsil etmektedir. Kent bireyseldir. Bireyciliğin hüküm sürdüğü bir yer olmasından ötürü insanların hırsı ve rekabeti sınıfsallığı meydana getirmiştir. Bu Raban’a göre gayet olağan ve hatta olması gerekendir. Kent ortamı Raban’a göre bireylerin kendilerini sergileyebildikleri bir sahne ortamıdır üstelik tek bir insanın çeşitli rollere sahip olabildiği bir sahne dizaynı. Kitap, David’e göre üst düzey birimlere sahip insanların diğer insanlar üzerinde bir iktidar kurduğu ve diğer insanların bu düzende kurban seçildiği fikrine sahip olanları yalanlamaktadır. Kent Raban için bunların çok ötesinde bir yer, hayalle gerçeğin harmanlandığı bir mekan olma özelliği göstermektedir. Kent insanlara özgür olabilecekleri bir alan vermekteydi. Kent insana kendisini tanıma ve kendisini yeniden yaratmaya teşvik edebilmekte ve asıl benliği ortaya çıkarmaktadır. Kentin bu özelliği yok sayılamayacak kadar gözle görünürdür. Kim bilir belki de kentlere yüklenilen bu anlamlar dolayısıyla ürkütücü bulunması, insanın benliğinden kaçışının bir göstergesidir. Köyler ve kasabalar bireyle ilgilenmez. Köyler asıl benliğinizi ortaya çıkarabilecek bir hiyerarşi duygusuna sahip değildir. Kentlerde kaybolan ve tutunamayan insanlar belki de asıl benliğinden kaçan veya asıl benliğine ulaşmak istemeyen, kendinden korkanlardır. Belki de korkutucu olan kentler değildir de benliklerimizdir. Üzerinde durulması gereken diğer önemli konu ise kentin verdiği özgürlük ve bunun sonucunda ortaya çıkan asıl benliklerin çıkardığı kargaşa ortamıdır. Kent en güzel oyunların oynandığı bir sahnedir. Bu yadsınamaz bir gerçektir fakat bu gerçeği kabullendiğimizde sahnede oynanan bazı rolleri de kabul etmiş oluyoruz; Alçak insanların oynadığı roller. Şiddetin ana konu haline gelebilme ihtimalinden bahsediyoruz. Ne zaman ki bir kentin sistemi çöker ve oynanan oyunları anlayamazsak o zaman şiddet kaçınılmaz bir son olarak karşımıza çıkacaktır. Kent bireyseldir, özgürlükçüdür fakat aynı kent bu özellikleriyle huzurlu bir oyunu huzursuz ara sokaklara çevirebilmektedir. Harvey, bahsettiği kitapla benzerliğini yakaladığı bir fotoğraf sergisinden bahseder. Cindy Sherman’ın fotoğraf sergisi. İlk bakışta bu fotoğrafların çeşitli meslek gruplarından kadınların tanıtıldığı bir sergi olarak görülmekte fakat dikkatlice incelendiğinde kadınların aynı kadın ve hatta Sherman olduğu göze çarpmaktadır. Raban’ın anlatmak istediği de tam olarak budur aslında. Aynı insan ve farklı roller. İnsanın özünün bu denli esnek olabilmesine yapılan gönderme aslında postmodern hareketle de yakından ilişkilidir. Bu konuya daha sonra tekrar değineceğim. Harvey, 1970’li yıllardan itibaren dünyanın bir evrim geçirdiğini kabul etmektedir fakat bu değişen dünya düzeni gerçekten postmodern bir kültür içinde yaşadığımızı söyleyebilecek kadar büyük bir değişim midir? Yoksa sadece basit bir trend değişikliği olarak nitelendirebilmek yeterli midir? Bunun için ilk önce postmodern teriminin ne olduğunu tartışmak gerekir fakat terimin anlamı hususunda henüz ortak bir kanıda anlaşılabilmiş değildir. Bazıları postmodernizmi modernizmden bir kopuş olarak açıklamaktadır fakat bu terimi daha da zorlaştırmaktadır çünkü modernizmin de anlamı hususunda bir ağız birliği söz konusu değildir. Harvey, Eagloten‘den aktarma yaparak postmodernizm üzerindeki kargaşayı yok etmek değil ama durağanlaştırmayı hedefler. Şöyle ki Eagleton’a göre postmodernist bir ürün adeta kendi kendisiyle alay eder ve hatta -psikolojik anlamda değil- şizoiddir denilebilir. Kültürel geleneği yargılar. Bu sözü direkt olarak aktarmak istiyorum; “kültürel geleneğe karşı tavrı saygısız bir pastiş görünümündedir; kasıtlı olarak amaçlanmış derinlik yokluğu, her tür metafizik ağırbaşlılığın altını oyar. Bu bazen acımasız bir sefalet ve sarsma estetiğine açılır.” Eagloten’e göre postmodernizm; üst anlatıların ölümüdür. Üst anlatılar postmodernizme göre evrensel bir insan tarihi yanılsamasını meşrulaştırabilmekti. Artık postmodernizmle beraber modernliğin kurmuş olduğu yanılsama dünyasından uyanma vakti gelmiştir. Bilim de felsefe de metafizik söylemlerinden tamamen kurtulmalı ve daha alçakgönüllü bir hale bürünmelidir. Bilim veya felsefe diğer anlatılardan farklı olmadığını öğrenmelidirler.
Harvey, modernite ve modernizm üzerinde durmaktadır. Harvey hemen ilk satırda Baudelaire’ye değinir. Ona göre modernite anlık olanı temsil eder. Geçip gidendir ve bu yönüyle sanatın bir yarısıdır. Sanatın diğer yarısıysa sonsuzluktur, asla değişmeyendir. Bu ikililik modernizm için oldukça büyük bir önem teşkil etmektedir. Zira, bu ikilik modernizmin bütün tarihini kapsamaktadır. Modernizmin anlamı tarih içerisinde bir o yandan bir bu yana sürekli değişmiştir bu açıdan modernizmi açıklarken kullanılan ve modernizmin özelliği olarak gösterilen bazı şeyler çelişkili olabilmektedir. Frisby bir incelemesinde (Simmel, Benjamin ve Kracuer için) zamanı, mekanı ve nedenselliklerinin gelip geçici olduğunu ve rastgele bir algılanmaya dayandığını ve bunun üzerine kurulan bir deneyim olduğunu ifade etmektedir. Modern olarak nitelendirilebilecek bir yazarın modernitenin güvenilemez olduğunu kabul ettiğine değinir Harvey. Her şey modernitede ifade edildiği gibiyse yani her şey iç içe geçmiş ve parçalanmışsa ve bir düzenlilikten bahsedebilmek mümkün değilse tarihsel bir süreklilik de sağlayabilmek mümkün değildir. Tarih olarak nitelendirilen geçmiş eğer anlamlı bir geçmişse mutlaka anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Modernite sadece kendisinden önce yaşananlarla kopuşu sergilemez. Modernite aynı zamanda kendi içinde de bölünmeler yaşar. Peki bütün bunların arasında modernite de en azından bir tutarlılığı bulup çıkarabilmek mümkün müdür? Eğer mümkünse bunu nasıl sağlayabiliriz? Aydınlanmacılar bu soruya oldukça basit bir yanıt getireceklerdir. Habermas’ın ‘modernite projesi’ olarak ifade ettiği proje, evrensel ahlak ve hukukun kendi kendine ayakta duran sanatı, kendi iç dinamikleriyle beraber geliştirme hususunda gösterilen müthiş bir çabadır esasen. Asıl amaç, bilgi birikimini, insan özgürleşimi ve günlük yaşamın zengin kılınması için kullanabilmekti. İnsanları boş anlatılardan ve dinlerden bilimin hakim gücüyle kurtarabilmek demek insanlığı yoksulluktan, doğal afetlerden ve kaynakların kıtlığından kurtuluşu demekti. Ancak ve ancak böyle bir proje yani modernite projesi insanlığın sonsuz niteliklerini gün yüzüne çıkarabilir. Alexender Pope’a değinen Harvey, insanlığın ilerleyebilmesinin değişim girdabının olması gereken olduğunu ifade ettiğini ve gelip geçiciliğin bahsedilen modernleşme projesi için adeta zorunlu bir koşul olarak gördüğünü ifade etmektedir. Ayrıca Condercet şöyle bir ifade kullanır; “iyi bir yasa herkes için iyi olmalıdır, aynen doğru bir önermenin herkes için doğru olduğu gibi” bu bakış açısının fazla iyimser olduğunu ifade eden Harvey’e katılmaktayım. Her birey birbirinden farklı olduğu gibi her toplum ve her toplumun tarihi birbirinden farklılık göstermektedir. Bir yasanın iyiliği başka bir toplum için o kadar da iyi olmayabilir. Yasalar, toplumun yaşayış şekline ve geleneklerine göre belirlenir. Bir toplum için iyi olan yasa bir başka toplum için bambaşka hale bürünebilir. Harvey, buna örnek olarak 20. Yüzyılda yaşanan insan zulümlerine değinir. Hitler zamanı, Hiroşima ve Nagazaki’de yaşanan insanlık dışı olaylar bu iyimserliği yerle bir etmek için en güçlü dönütlerdir. Aydınlanma projesi istediği hedeflere ulaşamadığı gibi insan özgürleşimi yerini insanlığın yaşamasına bırakmıştır. Tam bu noktada zaten posmodernistler karşımıza çıkmaktadır. Postmodern düşünürler derhal aydınlanma düşüncesinden çıkmamız gerektiğini vurgulamaktadırlar. Aydınlanmanın akıl veya ahlak konusundaki bütün ifadeleri aslında boştu. İnsanlığın özü Dionisos’un da ifadesiyle ‘yıkıcı biçimde yaratıcı ve yaratıcı biçimde yıkıcı’ olmakta yatmaktaydı. Yıkıcı biçimde yaratıcı olmak birliği yok eden ve bireyselliği ön plana çıkaran bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaratıcı biçimde yıkıcı olmaksa bireyselleşmenin dünyasını hırsla yok etmek ki bu da birlik duygusuna gösterilen bir tepkinin süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada modernistlere hak vermek gerekir. Zira yıkmadan yapabilmenin olanaksızlığı herkes tarafından kabul edilir. Yeni bir ben yaratmak istiyorsanız eski benliğinizi yıkmanız gerekir. Eski benliğinizi yıkmadan yeni benliğinizi beslemeye çalışmak boşa bir çaba olacaktır. Yeni bir toplum kurabilmenin has anahtarı da burada yatmaktadır. Bu hususta gelişmenin trajedisini göz ardı etmek yanlış olacaktır. eskiyi tamamen yok etmek acımasız olmayı gerektirir. Kitapta da verilen örnek gibi Mefisto sırf kendi çıkarlarına uygun bir kent dizaynını yaratabilmek için kendi çıkarlarına uymayan yaşlı bir çifti yok etmek istemesi bu trajediye verilebilecek en güzel örnektir. Tarihte bunun en canlı örneğini Amerika’nın keşfi ve sonrasında yaşadık. Amerika topraklarının yeni idealler için tekrar dizayn edilmek istenmesi yerli binlerce halkın katledilmesine sebebiyet vermiştir. Yaratıcı yıkma kapitalist düzen için gerekli bir ilerleme süreciydi. Kimilerine göre ise 20. Yüzyılda ilerlemenin gerekli ve zorunlu bir koşuluydu. Sonuçlar trajik olsa bile bir sanatçı modernitenin temel koşulu olan yaratıcı yıkma için kahramanlık göstermesi gerekmektedir. Bir sanatçı Baudelaire’nin de değindiği gibi bütün bunlara karşı durabilir, destek çıkabilir fakat asla görmezden gelemez. Doğalcılığın ve gerçekçiliğin yetersizliğinden dolayı sanatçılar ve mimarlar dil ile ilgilenme mecburiyetini hissetmişlerdir. Belki de bundan dolayı sanat toplumun aynası olmaktan ziyade kendine bir dünya yaratmıştır. Bundan dolayı modernist bir sanat her zaman için gizemli bir sanattır. Modernist bir sanat ürününde her zaman gizemli bir hava hakimdir. Toplumun anlaması için değil sanat için sanat yapılırdı fakat burada altını çizmem gereken bir husus yatmaktadır. İstediğiniz kadar sanat için sanat yapın yine de toplumun gerçekliğinden beslendiğinizi göz ardı edemezsiniz. Hayatın gerçeklerini yok sayamazsınız ki sırf bu nedenle de modern sanatçıların ürettiği sanat eserleri hiç de gelip geçici bir özellik yansıtmamışlardır. Modernizm özü itibariyle kentlerin sanatıdır. Modernizmin kendi doğası kentlerdir ki sırf bu yüzden giriş bölümünde sıkça kent üzerinde duruldu. Kent kavramını anlayabilmek modernizmi anlayabilmeyi az da olsa kolaylaştıracaktır. Modernizmde dil adeta bir makineye benzetilir. Hatta öyle ki Williams, yazılmış bir şiirin sözcüklerden yapılmış olan bir makineden farkı olmadığını dile getirir.
Harvey, postmodernite üzerinde durmaktadır. Postmodernizm kavramı son yıllarda o denli görünür hale gelmiştir ki görmezden gelmek artık imkansız hale gelmeye başlamıştır. Son zamanların geçici bir hevesi gibi görünen fakat aslında Batı toplumlarında meydana gelen büyük bir kültürel dönüşümün bir parçası olarak karşımıza çıkmıştır. Postmodern içerik olarak tartışılabilir, yaşanan değişim ve dönüşüm sorgulanabilir fakat yaşanan değişim ve dönüşümü görmezden gelmek mümkün değildir. Günümüzde farklı faaliyetlerin dağıtım yoluyla planlı ilerlemenin yerini farklılaşmış mekanların bir kolajı olarak nitelendirilebilecek ve kentsel gelişmeye çoğulcu stratejilerle yaklaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki günümüzün ana teması kolaj kenttir. Modernist planlamanın ilk dalgalanmaları yaşandığı sırada Daniel Burnham küçük planlarla yetinilmemesi gerektiğini ifade etmiştir fakat postmodernistler buna karşı çıkarak tarihin büyük şeylerin olanaklılığını dışladığını görebiliyoruz o halde mesleğimde özlem duyacağım şey küçük şeylerdir ifadelerini kullanmışlardır. Postmodern bir roman epistemoloji alanından ontoloji alanına kaymıştır. Postmodernistler farklı şeylerin bir aradalığının nasıl mümkün kılınacağı ve birbirine nasıl dokunabileceğine dair bir takım sorunsalları ön plana çıkarırlar. Bundan dolayı bilim ile kurgu arasındaki ayrışmalar postmodernizim de görünürlüğünü kaybeder. Günümüzün krizinin aydınlanma düşüncesinden kaynaklı olduğunu ifade eden postmodernistler aydınlanma düşüncesinin insanı ortaçağ lanetinden kurtardığı gerçeğini göz ardı etmez fakat Tanrısız bir benlik arayışı ve aklın araçsallaştırılması düşüncesinden uzaklardı. Postmodern bir düşünce anlayışı aklın yolundan şaşmaz fakat Tanrı’nın varlığını da hiçe saymaz ve Tanrı’nın hakikatini vurgular. Foucault veya Lyotard gibi yazarların bir üst anlatı fikrine karşı çıktıklarını görüyoruz. Örneğin Marx’ın şemalarına karşı olan bu yazarlar Marx’ı ve diğer üst anlatıları bütüncül olduğu gerekçesiyle yargılarlar. Foucault, iktidar söylem oyunlarını Lyotard ise dil oyunlarını sıkça vurgular ve küçük anlatıların peşinden koşar ki Lyotard postmodernliği de üst anlatılara karşı olmak, onlara inanmamak üzerine bir tanımla açıklamaya çalışır. Her bir mekanda her gün ne olup ne bittiğini sadece tek bir şemayla açıklamanız mümkün değildir. Genel bir teoriyle işin içinden sıyrılmak yanlış olacaktır der foucault. İndirgenemez olan tek şey insan bedenidir. Mekanlar indirgenebilir ki ancak bu şekilde açıklanabilir. Lyotard, modernizmin de zihnini epey yormuş olan dil sorununu ele alır. Ona göre toplumsal bağlar dilseldir. Lyotard, Wittgeinstein’a başvurarak paradigma kaymasının altında yatan temel unsurun dilbilimsel dönemeç olduğunu ifade eder. Her şey ona göre dilsel bir inşaadır. Lyotard’a göre modernizmin değişiminin ardında yatan sebep iletişimde teknik ve toplumsal durumların dönüşümü ve değişimi yattığı yolunda bir görüş hüküm sürmektedir. Modernistler söylenmekte olanla bunun nasıl söylendiği arasında sıkı sıkıya bir bağ olduğunu ileri sürmektedirler yapısalcılık sonrası düşünce ise kopmalar üzerinde durur. Yani sürekli bir biçimde birbirinden kopan ve bir birleşimle bir araya gelerek yeni bir birleşim meydana getirdiğini ifade ederler. Bu noktada yapıbozumculuğa değinmek yerinde olacaktır. yapıbozumculuk metinleri okumaya yönelik bir tarz olarak karşımıza çıkar. Örneğin ben bir yazarım ve bir şeyler üretiyorum. Bunu daha önce okuduğum yazarlar çerçevesinde üretirim ve aynı şekilde benim okuyucumlarım da benim metinlerimi okurken bunu tekrarlarlar. Bir metnin başka metinlerle ilişki içerisinde olması yani yollarının bir şekilde kesişmesi başka tür metinlerin üretilmesine olanak sağlar. Biz bir metni okurken bir başkasını ararız veya bir metni yazarken bir başka metnin içerisinde onu inşa ederiz. Lyotard’ın kendiyle çeliştiği bir nokta vardır ve bu noktaya değinmenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Lyotard, her ne kadar üst anlatılara karşı olduğunu iddia etse de halen adaleti büyük bir istikrarla aramaktadır. Büyük anlatılardan çok küçük anlatılara yönenilmesi gerektiği üzerine vurgularından sonra adaleti arıyor olması ve adaleti sorguluyor olması Lyotard’ın bir çelişkisi olarak karşımıza çıkamktadır. Postmodernizm şizofreni kavramı üzerinde yoğunlaşır daha önce bahsettiğim gibi bu kavram psikolojik anlamda kullanılmamıştır. Şizofreni burada daha çok dilsel bir bozukluk, bir kopukluğu temsil etmektedir. Postmodernist bir düşüncede yabancılaşmadan söz edebilmek mümkün değildir. Marx’ın ifade ettiği yabancılaşma kavramı postmodernizimde kendine bir yer bulamaz çünkü yabancılaşmış tutarlığı simgeler, bir bütünsellik hakimdir. Postmodernizmde bireyin yabancılaşmasından çok ele alınan şey bireyin parçalanması konusu ele alınır ve kabul edilir. Birey parçalanır ve zamansallık yitirilir. Yani bir bakıma denilebilir ki derinlik anlamını kaybeder. Postmodernizm bir parçalanmaya ve gelip geçiciliği onaylar. Bu yüzdendir ki mimari de bile sorulan soru yüzeyler konusunda özen olabilirken bu yüzeylerin nasıl ciddiyetle inşaa edileceği pek sorulmaz. Postmodernizm, modernizmin aksine gizemli sanat anlayışından kopuktur. Jameson’a göre ise postmodernizm denilen şey geç kapitalizm çağının kültürel mantığıdır. Kültür üretimi meta üretimiyle iç içe geçtiği bir durum söz konusudur ona göre.
Postmodernizm kentsel yapıyı parça bölük olarak görmektedir. Postmodernist anlayış mekana nasıl bakılması gerektiği hususunda modernist anlayıştan ayrışırlar. Modernistler mekanı toplumsal amaç için biçimlendirilmesi gereken bir yer olarak görürlerken postmodernistler için mekan zaman dışıdır. Hiçbir çıkar gözetmez. Kent bir söylem, söylem de bir dildir o halde söylenilene dikkat etmek oldukça önemlidir. Jencks postmodern mimarlığın köklerinin iki önemli teknolojik gelişmeye dayandığını ifade etmektedir. İlk olarak günümüz iletişim araçları alışılmış mekan ve alışılmış zaman sınırlarını çökertmiştir. İkincisi yeni teknolojiler olarak nitelendirebileceğimiz örneğin bilgisayar modelleri kitle üretiminini belli bir bütünsellikle yürümesi zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Kişileştirilmiş ürünlerin kitle üretiminde yapılabilmesine olanak sağlamıştır. Postmodernizm piyasa yönelişli olduğunu ifade etmektedir çünkü günümüzde piyasanın birincil iletişim dili olmasından kaynaklıdır. Fakat piyasanın acımasızlığı görmezden gelinmektedir. Serbest piyasa popülizmi orta ve üst sınıflara yepyeni bir dünya sunarken yoksulları postmodern manzaranın orta yerine bırakıverir. Eklektizm ise çağdaş bir genel kültürün başlangıç noktası olarak karşımıza çıkar. Maskeleme ise yalnızca postmodernizmin eklektik yönünden değil yüzeylere olan hayranlığından kaynaklanmaktadır. Örneğin alışveriş merkezlerinin dışarıyla bağlantıyı kesecek şekilde dizayn edilmiş olması dışarıyı itmeye yarar, dışarıyı görünmez kılar. Alışveriş merkezleri kurulduğu yerden herhangi bir biçimde bu şekilde kopması sağlanır.
Postmodernizmi tam olarak anlayabilmek modernleşmeyle hesaplaşmakla mümkün hale gelebilir. Karl Marx, parayı bir nesne ile mübadele ettiğinizde üretim sürecinde meydana gelen durumları göremezseniz ifadelerini kullanır. Evinizde yediğiniz bir ekmek ya da bir soğanın üretim sürecinden veya üreten kişinin çalışma veya yaşam koşullarından haberiniz yoktur ve hatta bunları sorgulamazsınız bile. Marx’a göre ekmekte sömürünün izlerini göremezsiniz. Marx’ın üst teorisi fetişizmin maskesini yırtmayı ve ardında yatan toplumsal ilişkileri anlamayı gerektirir. Örneğin reklamlar üretim sürecini maskelerler. Üretimin üzerindeki bütün izleri silerler ve bunun sonucunda fetişizmi güçlendirmiş olurlar. Postmodernistlerin ‘ötekinin anlaşmazlığı’ tezini Marx şimdi duyuyor olsaydı muhtemelen şiddetle karşı çıkardı. Postmodernizm gösterilenden çok gösteren mesajdan çok aracın üzerinde durması ve kurguyu, göstergeleri, estetiği vurgulaması Marx’ın açıkladığı rolünde paranın dönüşümden çok güçlenme olduğunu düşündürtmektedir.
Postmodernizm farklılığın, kültürlerin ve karmaşıklıkların üzerinde sıklıkla durması dolayısıyla olumlu bir etki bıraktığı söylenebilir. Modernizmin üst anlatıları ve üst teorileri önemli farklılıkların üzerini örtmemiz hususunda bir eğilim göstermekte ve ayrıntılara gereken ehemmiyeti vermemekteydi. Posmodernizm ayrıntılar üzerinde sıkça durur. Cinsiyet, cinsiyet ayrımcılığı, öznel farklılıklar ve ırklar… Postmodernizmin radikal boyutunu bu açıdan göz ardı edebilmek mümkün değildir. Postmodernizmin politikaya veya ekonomiye estetik müdahale yaptığını görmezden gelmek ve yalnızca taklit ettiğini iddia etmek yanlış olacaktır. işlev kadar kurgulamak da önemlidir ki bu konuda Marx bile aynı şeyi iddia etmektedir. Ona göre, en kötü mimarı en iyi mimardan ayıran şey hayal gücünde yatmaktadır. Postmodernizm kendisini basit görmek ister bunun altında yatan en büyük sebep modernizmin yarattığı sıkıntıları aşabilmektir. Bu hususta modernizmi görmezden gelmekse yanlış olacaktır çünkü modernistler 20. Yüzyılda kapitalizmi dizginlemenin yollarını bulmuşlardır. Kentsel yaşamı örgütleme ve süreçleri kontrol altında tutma konusunda oldukça başarılıydılar. 20. Yüzyılda meydana gelen krizlerin ana nedeni modernistlerde değil kapitalizm de yatmaktadır. Yazara göre modernizm ile postmodernizm arasında bir süreklilik mevcuttur. Postmodernizm modernizmin yanında kendine özgü bir kriz gibi görülebilir. Ama şöyle bir alt başlık açmak yerinde olacaktır, postmodernizm ötekinin anlaşılamayacağı üzerindeki derin vurgusuyla, çalışma değil metin üzerinde yoğunlaşmasıyla, etiği değil estetiği tercih eden yönüyle gereğinden çok fazla ileriye gitmektedir. Postmodernizmin retoriği tehlikelidir çünkü ekonomi ve politiğin gerçeklikleriyle yüzleşmekten kaçınır. Bu konu hakkında Eagleton, Lyotard temelinde bir eleştiri yöneltir; “onun için hakikat, otorite ve retoriğe dayanan bir baştan çıkarma arasında hiçbir fark olamaz. En tatlı dili ya da en açık seçik hikayesi olan iktidara sahip olacaktır” ifadelerini kullanır. Ki bu durumda çok da haksız sayılmaz. Dilini iyi kullanan bir politikacının yıllarca bir topluma hükmedebilme olasılığını elimizde tutarsak bu tehlikeli gerçeğin postmodernizm tarafından da desteklendiğiyle yüzleşmekteyiz.
Kaynakça
Harvey, David. (2019). Postmodernliğin Durumu. ( Çev. Sungur Savran). Metis Yayınları. İstanbul.