Kavram, sözlükte “bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut genel tasarımı. Nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarım” (TDK, 2019, s. 1358) olarak tanımlanır. Fakat bazı kavramlar vardır ki ortak özellikler olarak neleri içerdiğine dair görüş farklılıkları barındırır. Sivil toplum da işte bu kavramlardan biridir. Sosyal bilimler yazınında kavramın tanımı, kapsamı ve geçirdiği tarihsel aşamalar birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmalarda sivil toplum “tanımsal muğlaklık” şeklinde bir ifadeyle ele alınmıştır. Bu etiketin oluşmasında, kavramın tarihsel süreçte anlam değişikliğine uğrayarak günümüze kadar gelmesi, içerik açısından kime ya da neye hizmet ettiğinin tam olarak belirlenememesi ve her toplumun yapısının aynı aşamalar ve deneyimlerle oluşmaması etkilidir demek yanlış olmaz. Konuya açıklık getirebilmek için sivil toplumun çeşitli tanımlarını, tarihsel sürecini ve farklı toplumlarda farklı işlevler kazanmasını literatürde yer alan çalışmalar ışığında açıklamak yararlı olacaktır.
Sivil toplum kavramı Sosyal Bilimler Sözlüğünde; “Devlet denetimi ve baskısının ulaşamadığı veya belirleyici olamadığı toplumsal etkinlikler. Bireylerin devletten ya da kamu gücünden izin almadan, kovuşturmaya uğrama korkusu taşımadan rahatlıkla ilişki geliştirebildikleri, sosyokültürel etkinliklerde bulunabildikleri toplum. Devletin doğrudan denetimi altında tuttuğu alanların dışında kalan ve ekonomik ilişkilerin baskısından da görece bağımsız olarak, gönüllü ve rızaya dayalı ilişkilerle oluşturulan kurum veya etkinlikler” olarak tanımlanmıştır (Demir & Acar, 1993). Sosyoloji Sözlüğünde ise “Sivil toplum kavramının içeriği konusunda, birbirine zıt anlamda çeşitli tanımlara rastlanır. Yine de sivil toplumun anahtar nitelikleri olarak, özel yaşamdan ya da haneye dayalı etkinliklerden ziyade kamusal yaşama gönderme yapmasını, aile ve devletin yanına konmasını ve hukukun egemenliği çerçevesi içinde var olmasını sayabiliriz.” şeklinde bir açıklama mevcuttur (Marshall, 2020).
Keyman, kavramı genel anlamıyla “devlet iktidarının baskısı ve denetimi altında olmayan gönüllü örgütlerin yer aldığı alan” şeklinde tanımlamıştır. Ahlaki ve siyasi değer olarak düşünüldüğünde “bir toplumun kendisini ve eylemlerini bir bütün olarak, devlet iktidarının baskısı ve denetimi altında olmayan gönüllü örgütler yoluyla örgütlemesi” ifadesini tercih etmiştir. Son olarak da “toplumsal sorunlara etkili ve uzun-dönemli çözüm bulma sürecine aktif olarak katılan ve bu temelde de siyasi aktörleri bu çözümleri yaşama geçirecek politikalar üretmeye yönlendirmek için çalışan farklı gönüllü örgütlerin devlet denetimi dışında kurduğu ortak alan” genellemesine ulaşmıştır. Ayrıca Rosenblum ve Post’tan alıntı yaparak kavramı “plastik ahlaki ve siyasal kimliğe ve değere sahip olduğu” şeklinde açıklamıştır. Bu durumun nedeninin sivil toplumun farklı hatta birbirlerine zıt ve çatışma içinde olabilecek farklı söylemlere ve stratejilere eklemlenme özelliği olduğunu söylemiştir. Bu değerlendirmelerinde Gordon White’ın sivil toplum kavramı için “bu derece muğlak bir kavramın, siyasal kuramın büyük kilisesinin mahzenindeki tabutuna geri gönderilmesi gerekir” sözünü örnek olarak vererek kavramın çok anlamlı ve çok boyutlu olduğuna vurgu yapmıştır (2009).
Aslan, sivil toplumun özelliklerini özerklik, çoğulculuk, sosyal örgütlenmeler, gönüllü birliktelikler, toplumsal farklılaşma olarak sıralamıştır. Kavramı, hoşgörü, demokrasi, medenilik, kentli olma, insan haklarının varlığı, resmiyet dışı, yurttaşlık ve özgürlükler şeklinde unsurlarla temellendirmiştir (2010b).
Kapsam olarak sivil topluma bakıldığında tanımlamada olduğu gibi bir uzlaşma olmadığı görülür. Yine de bir genelleme yapmak gerekirse mekân ve etkinlik türü olarak sivil toplumun en önemli göstergesi olan sivil toplum örgütleri farklı alandaki gönüllü örgütler, düşünce kuruluşları, sosyal hareketler, vatandaşlık inisiyatifleri, hükumet-dışı örgütler, sendikalar, meslek odaları örnek verilebilir. Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel olarak ise mekân hareket alanı sayılabilir (Keyman, 2009).
Tanımlama ve kapsamı ekseninde ortaya çıkan bulguların anlaşılmasında kavramın tarihsel gelişim aşamaları önem arz etmektedir. Çünkü tarihsel arka planlar bir olayı, kavramı, olguyu bütüncül bakış ile yorumlamada güçlü veriler sunabilirler. Bu bağlamda sivil toplum tarihini Aristo’ya kadar götürmek mümkündür. O, sivil toplum ile devletin özdeş olduğu “politike koinonia” da “yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi içindeki özgür ve eşit yurttaşların siyasal toplumu, ahlaki kamu” olarak tanımlama yapmıştır. Çünkü o dönemde sivil toplum üyesi olmak devletin bir üyesi olmak, yani devletin yasalarına uygun ve diğer üyelere zarar vermeyecek biçimde davranma yükümlülüğü altında olmak demekti (Tamer, 2010). Kamunun ahlakiliği ile ilgili olarak Aristo’da erdem, bir iyiliği paylaşma, bir iyinin peşinde olmaya dayalı dostluk (civic friendship) vardır ve ortak amaç, yarar birlikteliğiyle çalışmanın dostluğu olarak nitelendirilmiştir (Sarıbay, 2005). Daha sonra Helenistik kültürün etkisiyle Antik Yunan’daki devletin kutsallığı anlayışı iki farklı felsefi ekolle (Epikürizm, Stoacılık) değişime uğramıştır. Farklı görüşler ortaya koysalar da bu iki yaklaşım temelde bireyi öne çıkararak devletin kamusal otoriteyi bireyin mutluluğu için tesis etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bu durum toplum ve devletin bütün olarak görüldüğü anlayışın zamanla toplum-devlet ayrışmasına dönüşmesinde başlangıç olarak görülebilir (Tamer, 2010). 13. yy. da Batı Avrupa’da toplumsal yapıda önemli değişimler başlamıştır. Burjuva sınıfının oluşması, pazar ekonomisinin gelişmesi, toplumsal sınıfların (burjuva) kendi hak ve hürriyetlerini genişletme çabası, kentlerin büyümesi ve cazibe kazanmaya başlaması, özel mülkiyetin öneminin artması, özel alan/özel hayat anlayışı ile bireysel refahın yükselmesi gibi değişiklikler sivil toplumun gelişmesindeki önemli adımlar olmuştur (Çaha, 2016).
15.yy. da doğa bilimlerinin öne çıkması doğaya, insana ve topluma olan bakış açılarında kırılmalar meydana getirmiş, bilimde yeni oluşan paradigmalarla ilerleyen zamanlarda Rönesans/reform/aydınlanma dönemi düşüncelerinin temelini oluşturacak felsefi ekollerin habercisi olmuştur. 16. yy. da Machiavelli’nin düşüncelerinin de etkisiyle seküler bakış ve ulus-devlet anlayışı başlamıştır. Böylece sivil toplumun kavramsal olarak altyapısını oluşturacak olan 17. ve 18. yy. da sözleşmeci (T. Hobbes, J. J. Rousseau, J. Locke) filozoflara ve kavrama farklı anlamlar yükleyerek açıklayan Hegel, Pain, Montesquieu, Tocqueville, Marx ve Gramschi’ye doğru giden yol açılmıştır.
Sivil toplumun geçirdiği aşamaları John Keane dörde ayırmıştır (Tamer, 2010). Birinci aşamada sivil toplum anlayışı devletin sivil toplum içerisindeki bağımsız toplulukların gelişmesine yardımcı olması, sivil toplumun ise devletin varlığını meşrulaştıran bir araç olarak görülmesi düşüncesi vardır. Bu aşamanın öne çıkan düşünürleri Hobbes ve Rousseau’dur. Hobbes, insanların doğal hayatta kavga ve rekabet halinde olduğunu bu yüzden korkularını yenmek ve güvende olma ihtiyaçları yüzünden bütün haklarını gönüllü olarak bir üst otoriteye teslim ettiklerini, böylece toplumsal sözleşmenin gerçekleştiğini ve toplumun devletin kuşatıcılığıyla düzene oturacağını belirtir. Rousseau ise insanların barış içinde yaşamak, kendi mülkiyetlerini korumak için bir araya gelip kendi rızalarıyla gerçekleştirdikleri sözleşme gereğince kişisel ve farklı olan iradelerini, kuşatıcı ve kapsayıcı olan genel bir iradeye devrettiklerini vurgular. Bu aşamada başlangıç noktası birey, bireyin çıkarı ve rızası olsa da sonuçta mutlakiyetçi, kapsayıcı bir devlet ve kamusal alana ulaşılmıştır. Böylece sivil toplum kavramı, sözleşmeci filozoflar tarafından doğa halinden çıkıp siyasi otorite etrafında bir araya gelmek biçiminde tasvir edilmiştir (Tamer, 2010).
İkinci aşamada sivil toplum ile devleti ayrı gören bir anlayış yani sivil toplum-devlet düalizmi oluşmuştur. Toplumların kendilerini devlete karşı savunmalarının meşru olduğu şeklinde bir iddia güçlenmiştir. Locke ve Paine’in düşünceleri bu aşamada öne çıkmıştır. Locke doğa durumunda özgür, eşit ve bağımsız olan bireylerin kendi rızalarıyla yaptıkları toplumsal sözleşmeyle siyasal ya da sivil toplumu gerçekleştirdiğine vurgu yapar. İki aşamalı olan bu sözleşmeden ilki bireylerin bir araya gelerek sivil toplumu, ikinci aşama ise yönetim biçimini oluşturmalarıdır. Hobbes’dan farklı olarak sivil toplum içinde sosyal gruplara önemli bir ağırlık verir. Paine ise sivil toplum ve devletin köken olarak farklılığına, toplumun bizim isteklerimizin devletin ise kötülüğümüzün ürünü olduğuna dikkat çeker. Ona göre toplum duygularımızı birleştirerek pozitif anlamda, devlet ise kötülüklerimizi sınırlayarak negatif anlamda mutluluk arttırıcıdır ve sivil toplumun kendi kendini yönetme yeteneğine olan güven ne denli artarsa, devlet kurumlarına ve yasalarına olan ihtiyaçta o ölçüde azalır (Tamer, 2010).
Üçüncü aşamada sivil toplumun bugünkü anlamında kullanıldığı biçimini oluşturan Hegel, Marksist teorinin kurucusu Marx ve Marksist teoriye farklı anlamlar yükleyen Gramsci’nin düşünceleri vardır. Bu aşamada, sivil toplum-devlet ayrımı Hegel’de devletin önde olduğu bir anlayışla, Marx’ta sivil toplumun olumsuz, baskın ve baskıcı yönüyle, Gramsci’de ise sivil toplumun toplumdaki rolünün dönüştürülerek güçlenmesiyle devletin yok olacağı idealiyle oluşturulmuştur. Yaklaşımlar arasında farklılıklar vardır. Hegel, sivil toplumu özgürlüğün doğal bir koşulu olarak değil ataerkil hane düzeninin basit dünyası ile evrensel devlet arasında konumlanmış ve tarihsel olarak üretilmiş ahlaki yaşam alanı olarak tanımlamıştır. Aile-sivil toplum-devlet olarak ayırdığı etik hayat alanında aile olumlu (sevgi, saygı, fedakârlık, itaat, birliktelik) özellikleri, sivil toplum olumsuz (çatışma, rekabet, hırs, çıkar) özellikleri, devlet ise aile ve sivil toplumun sonucunda oluşan bir sentez olarak otoriteyi (sorgulanmaz, tebaasına sorumluluk ve görev yükler, bunu onların menfaati için yapar) barındırır. Sivil toplum farklılık, çatışma ve özel çıkar alanı olmuştur. Bireyler, toplumsal sınıflar, toplumsal kurum ve kuruluşlardan oluşan sivil toplumun devlet tarafından düzenlenmesi ve denetlenmesi gerektiğine inanmıştır. Marx’ta sivil toplum burjuva toplumu ile eş anlamlıdır. Teorisinde sivil toplum iktisadi alanın olduğu altyapıdadır. Devletse üst yapıdadır. Devlet sivil topluma bağlıdır. Devletin faaliyeti hâkim sınıfın (burjuva, sivil toplum) çıkarları doğrultusunda gerçekleşir. Gramsci ise sivil toplumu devletle birlikte Marksist teorideki üst yapıda konumlandırmıştır. Devlet yönetme ve zorlama aygıtından oluşmuşken, sivil toplum kültür ve ikna işlevinden oluşur. Birbirlerinden ayrı değillerdir. Devlet ideolojik hegemonya, sivil toplum ise kültürel hegemonya uygular. Hegel ve Marx’ın ortasında bir yerde durarak sivil toplumun devletin bir parçası olduğunu ve devletin ikna edici rolü ile de siyasal toplumun zamanla sivil toplum içinde eriyerek devletin de ortadan kalkacağını ve demokratik sosyalizmin gerçekleşeceğini öngörür (Tamer, 2010).
Dördüncü aşamada ise ikinci aşamaya benzer düşüncelerle liberal söylem esaslı sivil toplum anlayışı vardır. Bu aşamada en çok öne çıkan düşünürler Montesquieu ve Tocqueville’dir. Tocqueville üçüncü aşamaya tepki olarak devlet müdahalesinin sivil toplumu yavaş yavaş boğacağını iddia eder. Devlet müdahalesinin en aza indirgenmesi gerektiğini, demokrasinin ve eşitlikçiliğin ön planda olmasını savunur. Özgürlük ve eşitliğin âdemi merkeziyet sistemi, siyasi-ekonomik-bilimsel alanda dernek ve birliklerin kurulmasıyla sağlanabileceğini söyler. Örgütlenme hakkına bireysel özgürlükler kadar önem verir. Toplumun üç alandan oluştuğundan bahseder. Bunlar; devlet (siyasi temsil sistemi, parlamenter meclis, bürokrasi, polis, ordu), sivil toplum (özel çıkar ve iktisadi etkinlik alanı) ve siyasi toplumdur (özerk yerel yönetim, jüriler, partiler, kamuoyu gibi siyasi oluşumlar, sivil topluluklar) (Tamer, 2010).
Sivil toplumun Avrupa’daki gelişiminden yola çıkarak Keyman ise üç ana dalgadan bahsetmiştir. Bunlardan ilki modern burjuva toplumu olarak sivil toplum. Burada modern toplum ve genellikle birey, serbest pazar kavramları ön plandadır. İkinci dalga olarak demokrasi bağlamında sivil toplum başlığında demokrasiye geçişin sivil toplum ile ilişkilendirilmesi ve birey hak ve hürriyetlerinin önemi ve katı devlet-sivil ayrımı vardır. Üçüncü dalga, katılımcı demokrasi olarak sivil toplumda siyasal/ekonomik/ sivil olarak toplum kavramına bütün ve üç boyutlu anlayışla yaklaşma, vatandaşlık kavramını genişleterek aktif, toplumsal sorunlara duyarlı, etkili ve uzun dönemli çözümler üreterek topluma karışan olarak nitelemeden bahsedilir. Postmodernizm, küreselleşme, refah devlet krizi ve üçüncü yol olarak bilinen sosyal demokrasinin yeniden yapılanması ekseninde değerlendirme yapar. Günümüzde sivil toplum, küreselleşmenin de etkisiyle dünyada büyük bir güç haline dönüşmüştür. Baş döndürücü hızda gelişen, değişen-dönüşen-dönüştüren-değiştiren teknolojik yenilikler ve bilgi ağı her alanda olduğu gibi sivil toplum alanında da küresel çapta ilerlemeler kaydetmiştir. “Üçüncü dalga” sivil toplum Uluslararası Hükumet-dışı Örgütler (INGOs), Hükumet-dışı örgütler (NGOs), STK’lar, küresel iletişim ağları ve dünya çapında ün kazanmış örgütleriyle küresel çapta hareket eden, kararlar alan ve yönlendiren devasa bir boyuttadır. Bu durum sivil toplumun hem kendi içinde sorgulanmasına hem de konumu, işlevi, görevleri ve kapsam alanıyla ilgili tartışmaların hala devam etmesine neden olmaktadır. Keyman’ın günümüz sivil toplumu için değerlendirmeleri şöyledir. “Sivil toplum gelişirken, toplumsal yaşamda yaygınlaşırken ve küreselleşirken, aynı zamanda da kendisinin giderek profesyonelleşen ve demokratikleştirmeye çalıştığı sisteme entegre olan bir yapıya dönüşme tehlikesi de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de bugün Avrupa’da sivil toplum sadece katılımcı demokratik toplum yönetimine önemli katkısı ve içsel niteliği içinde değil, aynı zamanda sorunları içinde tartışılıyor.” (2009)
Günümüzde sosyal demokratik yönelim- söylemlerinde ve yeni Marksist anlayışta sivil toplum da rol almaktadır. Çağdaş sosyologlardan Giddens, sosyal demokrasiden yola çıkarak, devletin farklı toplumsal kesimlerle iyi ilişkiler geliştirmesine bazen bu ilişkinin yakın bazen de mesafeli olması gerektiğine değinir. Sivil toplumun sorumluluk alarak hak sahibi olunmasında en önemli aktör olduğunu, devlet ile birbirlerine yardım ederek, kontrol ederek ve bir nevi ortaklık ilişkisi içerisinde hareket ederek aktif bir güç olmasının gerektiğine dikkat çeker (Tamer, 2010).
Habermas’ta sivil toplum sosyal-sembolik etkileşimle olup, iletişimsel eylem kavramını da barındıran yaşantı dünyası içindedir. Devlet ve ekonomi alanı dışında gönüllü birlik (telik) lerin alanı olarak düşünülür, bu birlik (telik) ler kiliseden kültürel derneklere, spor kulüplerinden fikir derneklerine, bağımsız medyadan akademiye, yurttaş gruplarından taban inisiyatiflerine ve siyasal partilerden sendikalara kadar uzanır. İdari mekanizmalar ve ekonomik sistemden ayrı duran özerk kamusal alanların toplumsal temelini sağlar. Sivil toplum sınıf yapılarından ayrılmıştır ve toplumsal konumların eşitsiz dağılımını ve bunlardan kaynaklanan iktidar ayrımlarını soğurması ve etkisizleştirmesi beklenmektedir (Demir, 2011).
Sivil toplumun tarihsel süreçte geçirdiği aşamalarını ve anlam değişimini dikkate alarak farklı toplumlarda farklı biçimde sivil alanlara benzer oluşumların olduğunu söylemek abartı olmaz. Türkiye ve tarihsel arka planda Osmanlı özelinden toplum biçimi ve sivil alan değerlendirmesi yapılabilir. Her toplumun kendine özgü tarihsel- gelişimsel basamakları ve örgütlü kurumları olduğu düşünüldüğünde Osmanlı’da sivil toplum unsurlarının varlığı ve niteliği açısından Aslan’ın yorumlaması şu şekildedir.: “sivil toplum derken, devletten ayrışmış, özel mülkiyete ve serbest piyasaya dayalı bir ekonomik alanın varlığı kastediliyorsa, Osmanlı’da böyle bir şeyin olmadığı genel olarak doğrudur. Ama sivil toplum denince devlet dışı gönüllü kuruluşlar kastediliyorsa, bunların Osmanlı’da vakıflar, loncalar, tarikatlar ve dini cemaatler biçiminde mevcut olduğu söylenebilir (2010a).
Sivil toplum üzerine yapılan çalışmalarda en çok atıfta bulunulan isimlerin başında gelenlerden biri de Şerif Mardin’dir. Türk toplumu üzerinde kendine özgü bakış açısıyla akademide önemli yer tutan Mardin Türkiye’de devlet-toplum ilişkisi hakkındaki çözümlemelerde merkez ve çevre kavramlarını kullanmıştır. Osmanlı-Türkiye bağlamında merkez ve çevre arasındaki mesafeden ya da kopukluktan söz ederken farklı toplumsal evrim süreçlerinin, farklı toplumsal-tarihsel koşulların nasıl farklı devlet yapılanmalarına yol açtığını göstermeyi hedeflemiştir. Ona göre Batı’da merkez ve çevre uzlaşma sonucunu veren karşı karşıya gelmeleri gösterirken, Türk siyasasının temelinde merkez ve çevre tek boyutlu çatışma olarak ortaya çıkmıştır. Sivil toplumu güçlü devlet- sivil toplum karşılaşması bağlamında ele almış, toplumsal rüyanın(telos), o topluma özgü tarihsel koşullar sonucunda bir devlet yapısı ortaya çıkardığına değinmiştir. Toplumların telosları arasında birini diğerinden üstün görme ya da eksiklik olarak algılamanın doğru olmadığına vurgu yapmıştır. Dolayısıyla sivil toplumun Batı’daki arka planına sahip olmayan bir toplumun bir zamanlar Batı’dakinden farklı bir tonda bir medeni hayat sunan ve başlı başına pozitif bir iz bırakacak kadar çekici olan yönünü dikkate alınca belli sosyal koşullar tarafından belirlenen devletin Türkiye ekseninde sivil toplum rüyasıyla dönüşmesi düşünülebilir (Onbaşı, 2013).
Sonuç olarak; yukarıdaki açıklamalarda da görüldüğü gibi, sivil toplum kavramı birçok kavram ve olayla ilişkili olarak açıklanıp tanımlanmaya çalışılmıştır. Kentlilik, medenilik, yurttaşlık, doğa hali, toplumsal sözleşme, modernizm, demokrasi, kapitalizm, burjuva, örgüt, kamu, liberalizm, ulus-devlet gibi kavramlar öne çıkmıştır. Düşünce akımları, kavramı kendi teorilerine uygun bir biçimde açıklamış ve yer vermiştir. Marksist bakış açıda ayrı, liberalizmde ayrı bir yere konulmuştur. Liberal söylemde, modernizm ve demokrasi ile değerlendirilirken, Marksist teoride burjuva sınıfı, kapitalizm ve iktidarın baskı aracı olarak ilişkilendirme vardır. Bunların dışında her iki teorinin takipçilerinden olup ara yol, orta yol olarak sivil toplumun birleştiriciliğine vurgu yapılan çalışmalarda olmuştur. Bu çabalar sivil topluma toplumların değişimi, dönüşümü ve gelişimi açısından can simidi gibi sarılma, kurtarıcı rolü verme şeklindeki yönelimleri de beraberinde getirmiştir. Sivil toplum, kökleri Aristo’ya kadar uzanan, Avrupa’da burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve kentlerin gelişmesiyle genel olarak başladığı kabul edilen, kavramsallaşması Hegel ile özdeşleştirilen, çok anlamlı, çok boyutlu ve çok yönlü bir kavramdır. Tarihsel seyri içinde anlam değişimine uğrasa da günümüzde hala önemini/etkisini kaybetmeden, insanlığa dair birçok problemin çözümünde kurtuluş reçetesi olarak görülmeye devam etmektedir.
KAYNAKÇA
- Aslan, S. (2010a). Türkiye’de Sivil Toplum. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi. (9), 31. www.esosder.org
- Aslan, S. (2010b). Sivil Toplum ve Demokrasi. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. (2/15), 357-374
- Çaha, Ö. (2016). Sivil Toplum ve Devlet. Ankara: Orion yayınları
- Demir, G. (2011). Habermas ve Foucault: Müzakereci Demokrasi ve Yönetimsellik. Akdeniz İ. İ. B. F. Dergisi (22)
- Demir, Ö & Acar, M. (1993). Sosyal Bilimler Sözlüğü. İstanbul: Ağaç Yayıncılık.
- Keyman, E. F. (2009). Avrupa’da ve Türkiye’de Sivil Toplum. www.stgm.org.tr/egitim/docs/avrupadaveturkiyedesiviltoplum%20%20f%20keyman.doc
- Marshall, G. (2020). Sosyoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
- Onbaşı, F. G. ve diğerleri. (2013). Şerif Mardin Okumaları. İstanbul: Doğubatı Yayıncılık
- Sarıbay, A. ve diğerleri. (2005). Sivil Toplum: Farklı Bakışlar. İstanbul: Kaknüs Yayınları
- Tamer, M, G. (2010). Tarihsel Süreçte Sivil Toplum. Hacettepe üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. C:27. S:1
- Türk Dil Kurumu. (2019). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.