Anadolu coğrafyası birçok medeniyete ev sahipliği yapış ve son misafiri Osmanlı Devleti olmuştur. Hilafetin merkezi, İslam coğrafyasının lideri konumundaki Osmanlı Devleti, devlet kurumlarında ve yönetimde tam olarak İslam’ın ilke ve taleplerine uygun olarak inşa edilmişti. Yavuz Sultan Selim’le Anadolu’ya kazandırılan hilafet kurumunu sadece 2. Abdülhamit Han kullanmış ve bunu savaş çağrısı olarak kullanmıştır. Hilafetin Osmanlı’ya geçmesi ile İslam yükseliş kazanmış ve ‘toprak bütünlüğü’ olarak 3 kıtaya yayılmıştı.
Geç Osmanlı döneminde, İslamcılık faaliyetlerine ağırlık verilmiş ve Osmanlı’nın kurtuluş yollarından biri olarak görülmüştü. Lakin Arap milliyetçiliği ve Hint Müslümanları bunun önünde engel olarak görülmüştü. Kurtuluşun İslam’la gelemeyeceğini anlayan yönetici ve aydın kesim başka arayışlar içerisine girmişlerdi. Bu arayışlar bir çözüm üretememiş ve 1. Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte Anadolu işgal edilmişti.
Bu safhadan sonra Kurtuluş Savaşı başlatılacak ve 1923 yılında Cumhuriyet devrimi gerçekleşecekti. 1920’de coğrafyanın önemli âlimleri ve müderrisleri, aşiret liderleri ve aydınlarında bulunduğu karma bir yapıya sahip olan meclis açılmıştı. Bu mecliste İslam’ın hâkimiyeti görülüyordu. 21 anayasasında geçen ve ileriki yıllarda birçok tartışmaya neden olacak olan “şer’i hükümlerin uygulanması” işini de TBMM’nin görevleri arasında saymaktaydı (Madde 7). Bu madde bir nevi yeni meclisin dini anlayışını gözler önüne seriyordu. Lakin ilerleyen zamanlarda ilke ve reformlar yapılacak bu madde tarihe gömülecekti. Zira ilerleyen yılarda laikliğin ilanı ile birlikte devlet kurumlarının tamamında İslam silinmeye çalışılacak ve batı yanlısı kanunlarla halk bir nevi inancını yaşayamaz hale getirilecekti. Hilafetin kaldırılması(1924), kılık kıyafet kanunu (1934), ezanın Türkçe okutulması (1932), şapka kanunu (1925) gibi maddeler halk tarafından pekte hoş karşılanmamıştı.
Siyasi ayağında birçok İslamcı asılmış, ayaklanmalar olmuş ve binlerce insan ölmüştü. Devletin keskin ve demir yumruğu sarıklılara iniyor ve ‘siyasal İslam çok ağır bir darbe yiyordu’. İlk mecliste duvarda asılı olan “İşlerini istişare ile yürütürler (Şûrâ/38)” ayeti indirilip yerine “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılacaktı.
Bu şartlar altında, 1950’ye kadar ki tek parti döneminde İslamcılar ne siyaset ayağında nede başka bir kurumda kendisine yer bulamamış ve köşeye çekilmişlerdi. 1950’ye kadar olan dönemde devlet din kurumunu tekeline almış ve yardımları kesmişti.
1945’te çok partili hayata geçilmesi ile Demokrat Parti açılmış ve İslamcıların yeni durağı burası olmuştu. 1950’de Demokrat Parti’nin(DP) iktidara gelmesi ile İslamcı kesim rahat bir nefes almıştı. Ama yine de laikliğe bağlılığını dile getiren DP, ilerleyen yılarda İslamcılığın önünü tutamayacaktı. Ezanı tekrar Arapçaya çevirmiş ve camii yapımını devlet tekeline almıştı. 1950-1960 yılları arasında gerçekleşecek olan olaylar günümüzde dahi hissedilecekti. Cemaatleşmenin gerçekleştiği, solun yükselişte olduğu dönem kanlı geçecek ve 1960’ta darbe olacaktı.