Türk modernleşme tecrübesine bakıldığında uzunca bir süreç izlendiği görülür. Yaklaşık olarak 17. yy sonrası Osmanlının hem zirveye eriştiği hem de zirveyle beraber zevale doğru yol alışıdır. Avrupa’nın karanlık çağdan kurtuluşu, yeni ticaret yollarının ve Amerika’nın fethi, yüzyıllarca ticarete hakim alanların değer ve rağbet kaybetmesi ve daha bilumum gelişme, değişme ve dünyanın yeni bir düzene doğru evrilişi ve bu dönemde iktidarla gelen müthiş ve sarsılmaz güven neticesinde ‘Kefere’ olarak adlandırılan Avrupa medeniyetlerinin gözden kaçırılması ‘’Devlet i Ebed i Müddet’te’’ yavaş yavaş gedikler açmaktaydı. Fakat cihan ı şümul bir nitelikle iktidar olan Devlet i Aliye’nin bunu fark etmesi zaman alacak kabul etmesi ve yenileme çalışmalarına başlaması ise çok daha fazla zaman isteyecekti.
En büyük darbeyi savaş meydanlarında alan Osmanlı haliyle ıslahatı da buradan başlatmıştır. Ancak getirilen çözümler ve günübirlik iyileştirme çabaları neticesiz kalmıştır. Çünkü Osmanlı her ne kadar bu durumu savaş meydanlarında fark etse de değişim, dönüşüm ve zamanının değişimi sadece bu alanla sınırlı değildi. Savaşlar ve kaybedilen topraklar ekonomiyi ,tımar sistemini ve iltizamla gelen toplumsal çalkantılar da haliyle insanın etkin olduğu bütün alanlara yayılmış ve Osmanlı durumu fark ettiğinde tabiri caizse bir yangın yerinin ortasında kalmıştır. Her padişahla gelen farklı ve birbirleriyle bağlantısız yenileşme hareketleri, isyanlar Tanzimat Fermanı,I. Ve II. Meşrutiyet ve nihayetinde ulaşılamayan bir uygarlık seviyesi.
Bugün cumhuriyetin 97. Yılındayız ve hala modernleşmeyle hesaplaşmamız bitmiş değil. Sanki hiç bitmeyecek bir maratondayız. Ne yaparsak yapalım istenen arzulanan medeniyete erişemeyecekmişiz gibi bir his var. Üç yüz yıllık bir yorgunluğu da unutmamak lazım. O halde yapılması gereken ama bizim atladığımız, gözden kaçırdığımız esas cevher nedir de biz bir türlü yakalamadık ve ya yakalayamıyoruz. Cevabı basit: ‘’Farklı tarihi tecrübe’’. Yani bizim tarihimizde skolastik dönem, Rönesans, Reform, Fransız İhtilali gibi kanlı ve zorlu çekişmeler yaşanmadı. Aynı zaman diliminde var olmamız düz bir çizgide aynı düşünüş, aynı tecrübe, aynı yaşayışta bulunduğumuz anlamına gelmez. Temel sorunumuz kendi iç dinamiklerimizle kendimizi yeniden üretemeyişimizdir(Bugün tarihçilerin çoğunun yorumuna baktığımızda Osmanlıdaki temel problemin de aynı olduğu görülür.). Bugün sadece teknoloji, giyim, yiyecek sektörü gibi alanlarda ithalat yapmıyoruz. Fikir ve düşünce de ithal ediyoruz. Bu sebepten iki kuvvetli basınç arasında sıkışık kalmışlığımız var. Bugün tarihten de dilden de geçmişten de ve dahi dinden de kopuğuz. Sanki tüm bu tarih unutulması gereken bir karabasan gibi zihnimizi aşındırıyor. İşin aslına bakacak olursak Göktürklerden bu yana şanlı ve hemen hemen her dönemde var olmuş bir Türk tarihi ile karşılaşıyoruz. Peki yüzyıllarca böyle köklü medeniyetler kurmuş Türkler şimdi bu kaostan nasıl kurtulmalı? Önce zihin dünyamıza dönmeli ve kendimizle, tarihimizle ve dahi bizi biz yapan unsurlarla barışmalı sonra yeni bir literatür oluşturmalı incelediğimiz, araştırdığımız problematiklere kendi dinamiklerimizle cevaplar vermeliyiz. Hala Batı’nın kavramları ile düşünüp Batı’nın terimleriyle bilim ortaya koymaya çalışıyorsak hala otorite Batı’dır ve bu hiç bitmeyecek bir kıyas ve bunun mantığı gereği olarak hep iyi ve ona yetişmeye çalışan bir diğer taraf olacaktır. Bence bugün sosyolojinin Türkiye’de tam olarak anlaşılamamasının sebeplerinden biridir bu. Türk toplumunu çözümlerken Batı toplumunu referans olarak alamazsınız. Bunun en büyük neticesi tam olarak ortaya konamamış bir problem haliyle tam olarak çözümlenememiş bir toplumdur. Biz sosyolojiyi yeniden kurmalıyız.
Kaynakça:
1)DR.AKGÜL, Mehmet ’’Türk Modernleşmesi ve Din’’