İsmail Cem, bu eserinde ileri Osmanlı toplumundan haraketle nasıl ve neden geri kaldığımızı araştırmakta, geri kalmışlığı alt edemeyen son iki yüzyıllık iktidarların hangi ortak yanlışı paylaştığını sosyal ve ekonomik düzenin temelindeki bozukluğu, bu bozukluğun günümüzdeki sonuçlarını incelemektedir.
Geri kalmışlık, teknik düzeyleri farklı olan toplumların birbirini etkilemesi sonucu oluşan sorundur. Günü birlik yaşama zorunluluğu ve yatırımlara kaynak ayrılamaması eski denge toplumunun geri kalmışlığını kökleştirir. İsmail Cem, geri kalmışlığı belirtileriyle değil oluşumuyla ele almaktadır. Geri ülke halklarındaki geleneksellik, sanıldığı gibi tutuculuktan gericilikten ileri gelmemektedir. Bu eğilim yüzyıllardan beri güçlükle ayakta tutulan ve kolaylıkla yıkılabilecek bir yaşantıyı en küçük güvensizlikten sakınma zorunluluğuyla açıklanabilir. Yeni taniatında bilinmeyeni barındırdığı için tehlike olarak algılanmaktadır. Eski dengeyi oluşturan üç unsurlar, ihtiyaç nüfus ve tekniğin tarihsel evrimi, düzeni çökertir. Mead, geri ulusların batının etkisine hedef olduğunu ve dış zorlamanın yapıyı çökerttiğini söylemektedir. İç zorlamalar, üretimin sosyal düzenini bozarken dış zorlamalar, üretimin tekniğini yabancıların çıkarınca geliştirir. Uluslar tüm gücüyle bir tek ürün üretmeye odaklanır, örneğin Cezayir’in üzüm, Küba’nın şeker, Brezilya’nın kahve üretmesi durumu toplumları köreltir. Bu noktada Sauvy, ‘’Tekniğin gelişmesi kaynağın gelirini arttırmak yerine ondan daha büyük parçalar kopartıyorsa ileri teknik geriletici bir nitelik kazanmaktadır’’ der. Kapitalizmin ileri tekniği bireyciliği ve piyasa ekonomisi eski düzeni yıkmıştır. Ailenin bozuluşundan açlığa kadar bir çürüme bütün toplumu kapsamıştır. İsmail Cem’e göre geri kalmışlığın temel nedeni, cemaatçi nitelik taşıyan halkların ferdiyetçi batı tarafından ferdiyetçi dünya görüşünü ve gereklerini uygulamaya zorlanmış olmasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nu inceleyerek devam edelim, imparatorluğun başarısı kılıçla sınırlandırılmıştır fakat kılıcın neden güçlü olduğu ve zayıfladığı anlatılmamıştır. Devletin en önemli üretim aracı olan toprak ve toprağın orduyla ilişkisini ele alarak devam edelim. 17. yy’a kadar tek üretim aracı olan toprakta devlet mülkiyeti kaide, özel mülkiyet istisnadır. Bu durum, sosyal yapıyı ve kurumları biçimlendirmiştir. Osmanlı toptak rejimi, Kuran’ın ilkelerine ve İslam hukukuna dayanmaktadır. Toprak senin benim değildir; Allahındır ilkesi, bu rejimin çıkış noktasını oluşturmaktadır. Toprak üçe ayrılır: öşirriye Müslümanların, haraciye gayri Müslimlerin, arzı miri ebedi kiracı köylülerindir. Toprak rejimiyle şekillenen ordu da yeniçeriler fetihlerin bel kemiği olarak bilinmektedir, bu tamamen yanlıştır. Büyük seferler Kanuni’nin ölümüyle sona erer, 1566’da ordunun sadece yüzde onu yeniçerilerden oluşmaktadır. Ordunun gerçek temeli profesyonel olmayan eyalet askerleridir. 1. Murad devrinde kurulan sayıları beş bini bulan yeniçerilerin sayısı Kanuni’nin ölümünde ancak on iki bindir. Yeniçerilerin azaldığı tımarlı sipahilerin azaldığı oranda ordu gücünü kaybetmiştir. Tımarlı sipahiler, milli toprak rejiminin sonucudur. İsmail Cem’e göre miri toprak rejimi olmadan ordu; ordu olmadan imparatorluk var olamazdı.
Büyük Selçuklu’da askeri iktanın çokluğu memurların derebeylerine dönüşmesine devlet otoritesinin zayıflamasına yol açmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti, askeri iktaları daraltmıştır ve toprak rejiminin kurallarını kesinleştirmiştir. Osmanlı, bu düzeni geliştirmiş toprak düzeni korundukça ordu güçlü kalmıştır. Düzen bozulunca askeri zaferler de tarih olmuştur. Osmanlı akılcılığı toplumun somut ekonomik gerçeklerini karşılamaksızın hedeflerine yönelemeyeceğini fark etmişti. Böylece dinsel hedeflerle ekonomik gerçeklerin çerçevesinde toplumun düzeni ve din görevleri sınırlandırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin hedefi, güçlü devleti ve islam felsefesinin eşitliğine, adaletine uygun; dinsel toplumu kurmaktır. Perray’a göre Osmanlı, her şeyden önce Müslümandır. Osmanlıya şekil veren kaynak Türklerin devlet kurma yetenekleri ve Kuran düşüncesidir. Din ve devlet arasındaki aynileşme devlete kişilik vermiş onu belirlemiştir. Cahit Tanyol, ‘’Devlette sınıf yoktur, tebaa vardır ve tebaa eşittir’’ der. Enver Ziya Karal’a göre devletin prensibi, memleketi bayındır; halkı da refah bir halde tutmaktır. Bu noktada Garaudy, ‘’İmparatorluk fetihleri kaosu ve hiyerarşileri süpürmüştür. Fetihler, köleliği feodalizmi yıkmış, daha yüksek ekonomik ve toplumsal örgüt biçimleri getirmiştir.’’ der. Bu yeni örgüt, halkın ihtiyaçlarına cevap verdiği içindir ki; Osmanlı fethettiği yerlerde tutunmuştur.
Osmanlı’da önemli bir kurum olan loncalarda rekabet yasaktır ve devlet loncalar aracılığıyla fiyatları denetlemektedir. Rekabetin olmayışı ekonomik kaynakların akılcı kullanılışını sağlar. Avrupa’nın devlet kuramadığı dönemde Osmanlı, fethettiği yeri devlet mülkü yaparak feodaliteyi yok eder. Osmanlı Devleti, gücünü toprak rejimine borçludur. Mantrun’un deyişiyle cemaatçi bir toplum şekli olan İslam’da ferdiyetçilik yoktur. Gibb ve Bowen’a göre, İslam toplumunun çimentosu dinse tuğlaları lonca teşkilatıdır. İbn-i Arabi’ye göre loncalar da etkili fütüvvetin aslı nefsani hazların terkidir. Osmanlı’nın büyüklüğü çağın ve toplumun gereklerini en yüksek seviyede çözümlemiş oluşundan ileri gelir. Ekonomik sosyal düzeni aynı noktada gören düzenin aracı, güçlü bir devletçilik ve devletin merkeziyetçiliğine dayanan toprak rejimi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin cemaatçi görüşünü batılılar statik ve donuk bulmaktadır. Batıya göre Osmanlı’nın görüşü dayattıkları bireyci kalınma yöntemi için engeldir. Şunu söylemek isterim ki: Anadolu irfanının kalkınmaya mani olmak şöyle dursun, kalkınmaya teşvik olduğunu tarih ispatlamaktadır. Bu noktada Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı’nın düzenini yaşatmak için değişmekten sakınması gerektiğini söylemektedir. Ham madde alıcısı Avrupa’nın teknik açıdan ilerlemesi ve coğrafi keşiflerle deniz yollarının kara yollarını gölgede bırakması, bunlara eş zamanlı olarak mukaata ve iltizam usulünün ekonomik ferdiyetçiliğin somut örneklerini oluşturması, Osmanlı Devleti’ni bocalatmıştır. Toprak mülkiyetinin bozuluşunun ardından ordu da çöker, sosyal yapı ve kurumların yıkılışıyla geri kalmışlık oluşur. Bu noktada Celali İsyanları, devlette bozulmanın hem nedeni hem de sonucu olacaktır. Ticaret gelirleri azalırken Mısır dışında fethedilen eyaletler, kazanç sağlamaz ve masraf kapısı olur ve yeniçeriler kaldırılıncaya dek maaş için isyan etmiştir. Katip Çelebi’ye göre 1527’de 122 milyon, 1609’da 380 milyon akçe yeniçerilere ödenmiştir ve bu, devleti zora sokmuştur. Toprak rejimiyle ordunun bozulması imparatorluk için sonun başlangıcı olmuştur. Toplum, değişen niteliklere göre yeni bir biçim almıştır. Toplumun evrimi 1800’lerde tamamlanırken TÜRKİYE, ARTIK GERİ KALMIŞ BİR ÜLKEDİR.
Devlet memurlarının Anadolu’daki işsiz birikimine dayanarak eşkıyalığa koyulması devlet içinde devlet kurması Anadolu’yu görülmemiş bir karışıklığa, Celali İsyanları’na, sürüklemiştir. Üçüncü Murad ve 3. Mustafa zulmeden memurlarına karşı köylüye silahlanın diyebilmiştir sadece, devlet bu fermanla aczini ilan etmiştir. Mültezimin baskısı ve köylünün açlığa mahkum oluşu köylünün direncini kırmıştır. Celali İsyanları sonrası halk, asker diye canını; vergi diye malını vermekten bitap düşmüş bir halde tepkisini dağlara kaçarak göstermiştir. Buna büyük kaçgun denir. Boş kalan köylere ağalar, yeniçeriler palazlanır. Halil İnalcık, ayanın hem devlet arazisine hem siyasi nüfuza sahip olduğunu söyler. Dış memleketler gümrük duvarları çekerken Osmanlı öz benliğine yabancılaşmanın doruğunda liberalizmin sadık uygulayıcısı haline gelir. Dış ticaret o günden bugüne yabancılarda olup yerli işbirlikçilerle yürütülmektedir. 1838 Antlaşması ile yabancı tüccar, yerli tüccar ile eşitlenir. 1878’de Berlin’de Osmanlı, maliyesini uluslararası komisyonlara teslim etmiştir. Akabinde 1888’de Duyun-u Umumiye kurulmuştur. Bu tarihle iktidara gelmek Osmanlı devlet adamlarıyla elçiler arasında pazarlık konusu haline gelir. Pazarlanan devlet, yani insanımızdır. Reşit Paşa İngiltere’ye, Ali Paşa Fransa’ya, Nedim Paşa Rus çarına yakın durmuştur. Ne tanzimat ne meşrutiyet ne de ittihatçıların iyi niyetli çabası çöküşü önleyebilmiştir. Yabancıların hâkim, Osmanlı’nın sömürge olduğu çok kötü şartlarda; milli mücadele bin bir zorlukla başarılmıştır. Atatürk, İnönü dönemi; dünya emperyalizminin önce pençesinden sonra etkisinden şimdilik kurtulduğumuz dönemdir ancak genç cumhuriyetin aynı başarıyı ekonomik ve sosyal alanda göstermesine yönetim yapısı ve şartlar el vermemiştir.
İsmail Cem’e göre, Gazi Paşa yani Atatürk olmasaydı belki Türkiye olmazdı. Attila İlhan’ın aktardığına göre, Atatürk kendisine en çok Gazi Paşa diye hitap edilmesini severmiş, o yüzden bu şekilde hitap ediyorum. Gazi Paşa’nın karmakarışık meclisleri toplayabilmesi, dağılmış orduyu düzene sokması, saltanata karşın ulusal egemenliği ve emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığı kazanması Gazi’nin bu çok yönü ustalığı ve siyasi dehası kurtuluşun gerçekleşmesinde en büyük etkendir. Anadolu eşrafı, işgale başta çekimser kalırken Gazi’nin ustalığı, yabancıların tersliklerini de kullanarak hem içteki tek finansman kaynağı hem de halkı sürükleyecek bölgesel lider durumundaki eşrafı mücadelesine kazanmak olmuştur. Mücadele, farklı görüşleri paylaşan bir kadro tarafından yürütülmüştür. Sonrasında Gazi, ‘’Benimle yola çıkanlar kendi görüş ufuklarının sonuna gelince beni birer birer bıraktılar.’’ diyecektir. İlk yıllarda izlenen liberal politikalar sonrasında 29 Buhranı’nın da etkisi ile ekonomideki boşluğa son vermek üzere devletçilik uygulanmaya başlamıştır. İnkılaplar temelde değil üst yapıda gerçekleştiğinden irtica ilk boşlukta ortaya çıkmıştır. Ekonomik ve sosyal başarısızlığın iki nedeni vardır: ilki eşraf tüccar ikilisine karşı bir avuç ilerici bürokratın sosyoloji ve ekonomi alanındaki tecrübesizliği, ikincisi yönetimin sınıfsal yapısıdır. Gazi, ‘’Bizim halkımız, menfaatleri birbirinden ayrılan sınıflar halinde değil bilakis menfaatleri ve çalışmalarının birleşmesi birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir.’’ dese de bu görüşler iyi niyetin, ümidin ifadesidir. Gerçekte eşraf ve köylünün çıkarı çelişmektedir. Birinin varlığı geri yapının devamında, ötekinin çıkarı bu yapının yıkılmasındadır. İkinci dünya harbi, zayıf ekonomiyle beş yüz bin kişilik orduyu beslemeye kaynakları buraya aktarmaya yetmiştir. Yol vergisi ve toprak vergisi, savaş bunalımını köylüye yüklemiştir. Hikmet Bayur, mecliste 40 bin harp zengini var derken 1944’te ücretliler 180 milyon, milyonlar kazanan müteahhitler 9 milyon vergi ödemiştir. İnönü, ‘’Bulanık zamanı fırsat sayan eski batakçı, çiftlik ağası ve havayı dahi ticaret metası yapmaya yeltenen gözü doymaz, vurguncu, tüccar ve büyük sıkıntıları, politik ihtirasları için fırsat sayan siyasetçiler, 500 kişiyi geçmemektedir. Bu insanların vatana aşikar olan zararlarını gidermek yolu elbette var.’’ demiştir. Bu cümleden ve toprak yasasının Menderes’in şiddetli muhalefetine rağmen meclisten geçmesi eşraf bürokrat ortaklığını bitirmiştir.
Bürokrasinin evrensel niteliği, egemen zümrelere yardımcı olmaktır, eşraf bürokrat ve tüccardan oluşan yönetimde 50’de bürokrattan boşalan yere ABD geçmiştir. İnönü zamanında Batı’dan ilk yardım alınmış, Bayar, Menderes yönetiminde Nato’ya girilmiş, sonrasında küçük Amerika olma noktasında geri dönülmez adımlar atılmıştır. Attila İlhan’a göre Türkiye, geri kalmış değil; geri bırakılmış bir ülkedir. Geri kalmışlıkta başrolü oynayan Batı Uygarlığı kimdir. Özetle, Batı kültürünün ilk kaynağı eski Yunandır, ikinci kaynak eski Yunan’ın varisi Batı’ya hukuk sistemini kazandıran medeniyet Romadır. Üçüncü kaynak Hristiyanlıktır. Hiçbir hukuk sistemi Romalıların özel mülkiyete sağladığı dokunulmazlığı sağlayamamıştır. Batı hukuku Roma Kanunları’nın değişmemiş devamından ibarettir. Özel mülkiyetin ekonominin temeli olduğu bütün Batı toplumlarında daha İlk Çağ’da başlayan kesin bir sınıflaşma vardır. Yunan Roma’da köle ile efendi arasındaki bu ayrışma, Orta Çağ’da serf – senyör ikiliğine, sonraları proleterya – burjuva ayrımına dönüşmüştür. 200 yıldır Avrupa’dan ithaline çalıştığımız kurum ve kavramlar batının kendi ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturduğu şeylerdir. Yani bize deva değildir. Batının temelinde maddiyatçılık vardır. Marks’ın dediği üzere; ‘’Burjuvazi, insanla insan arasında soğuk çıkar bağından ve nakit ödeme gereğinden başka bir şey bırakmamıştır.’’ Bu düzenin düşünürlerinden Voltaire şöyle buyurmaktadır: ‘’Barbar olan halkın hak etttiği boyunduruk sopa ve samandır.’’ Bu görüşlerin, bizim insan ve devlet anlayışımıza ne kadar ters düştüğü aşikardır.
Batı’nın aksine az gelişmiş ülkelerin az gelişmiş burjuvaları, ilkel derebeyliğini değiştiren ilerici güçler değil; derebeyliğin müttefiki, devamı hatta garantisi olmuşlardır. Avrupa’nın burjuvazisi milli bir nitelik taşırken; geri ülkelerin burjuvaları, yabancıların güdümünde aracı komisyoncu konumundadır. 200 yıldır tüm iktidarlar, kişilerin elinde ülkeyi kalkındıracak çapta bir sermaye biriktirerek milli burjuvaziyle ülkeyi kalkındırmak hedefine yönelmişlerdir ve kaynakları bu doğrultuda kullanmışlardır. Bu imkansız sevda; toplumda yabancılaşmaya, üst yapı değişimlerine, ikiliklere yol açmıştır. Unutulmasın ki; Osmanlıyı çökerten en büyük etken, devlet mülkiyetinin zayıflaması ve akabinde özel teşebbüsün güçlenmesidir. Celal Bayar’a göre, 3. Selim’den bu yana bütün yenilik haraketleri tepeden tabana, yukarıdan aşağıya yapılmıştır. Temelinde İslam’ın bulunduğu kurumların geleneklerin ve yaşam tarzının Batılılaştırmayla değiştirilmesi, halkın gözünde dinden uzaklaşmak anlamını taşımaktadır. İdris Küçükömer’e göre; bu anlayış, halk yığınlarında İslamcı bir nitelik taşıyan savunma cephelerinin kurulmasına neden olmaktadır. Yanlış Batılılaşmaya tepki olarak oluşan İslamcı cephe; Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, 31 Mart’ta isyan edecek bazen muhalefetin dayanağı Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Demokrat Parti’de suret bulacaktır. Hatırlatmak isterim ki; tüm kitle hareketlerinde olduğu gibi İslamcı kitle hareketlerinin temelinde de ekonomik buhran vardır.
Demokrat Pari dönemine geri dönersek Sovyetler karşısında Türkiye 1945’te Amerika’dan yardım istemiştir fakat reddedilmiştir üstelik ABD, Potsdam Konferansı’nda Türkiye’nin karşısında konumlanmıştır. Mehmet Günlübol, Türkiye’nin Sovyetler karşısında 1945 ve 1947 yılları arasında yalnız kaldığını fakat boyun eğmediğini söylemektedir. 1950 yılına gelindiğinde Sovyet tehdidi Tütkiye tarafından tek başına savuşturulmuşken DP yönetimi ülkenin Nato’ya girmesini sağlamıştır. İsmail Cem’e göre; Nato’ya giriş, tüccar eşraf iktidarının kendi güçsüzlüğünden doğan sınıfsal bir tercihtir. Gelen askeri yardım, 2. Dünya Savaşı’ndan kalan silahlardan ibarettir ki; Johnson, Kıbrıs’a çıkarken o silahları kullanamazsınız dediği tehditkâr mektubu yazmıştır. İnönü, bu küstahlığa cevaben ‘’Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye o dünyada yerini bulur.’’ demiştir. DP döneminde dış finansman, özel sektörcü şartlanmayla ülkeye girer, batının her çeşit ürünü piyasayı kapsar,. Bağımlılık Teorisi çerçevesinde düşünürsek bugün de medet umulan dışarıdan gelecek yatırım kalkındırmak için değil var olan kaynakları çıkarınca sömürmek için gelmektedir. Amiyane tabirle yılan sizi sokabilmek için yaklaşır ve bunu uzaktan yapamaz. Dış borç ekonomiye şırınga edilirken kapitalizme entegre oluş hızlanırken bu şartlarda 27 Mayıs’a gidilir. Celal Bayar’a göre; 27 Mayıs CHP ve DP’nin devlet anlayışları arasındaki çatışmanın sonucudur.
Halkın davranışlarından temeldeki dinamiğin maceracılık ve zenginlik olmadığı anlaşılmaktadır. Hareketlerin çıkış noktasında güvenlik özleminin yattığı söylenebilir. Türk toplumunun tarihi evrimi, ekonomik ve kültürel şartlanması hep bu toplu güvenliğin ve cemaatçiliğin doğrultusunda olmuştur. Her şeyi en üst mercii devletten bekleyen devlet baba gibi hiçbir millette rastlanmayan bir kavramı yaratan anlayıştır bu. Yabancıların ekonomik modellerini bize uygulamak istediklerinde karşılaştıkları en büyük engel, Türk toplumunun işte bu özellikleridir. Bu özellikler, devletçi ve toplumcu bir kalkınma yöntemine elverişli bir ortamı yaratır. Gendarme’nin deyişiyle geri kalmış ülkelerde kalkınma dinamikleri bireyci çıkışlarda değil; toplulukların ortak iradesinde ve toplu haraketler de aranmalıdır.
İsmail Cem, Türkiye’nin diğer geri kalmış ülkelerden, sömürgelerden farklı olarak imtiyazlı bir geri kalmışlık yaşadığını söyler. Gendarme’nin deyişiyle taş devrini yaşayan bir toplumu, sanayi çağına getirmek başka şeydir; donmuş bir medeniyeti uyandırmak başka şey. Türkiye’deki insan kaynağını en somut şekilde temsil eden Anadolu halkıdır. Bin yıllık bir kültür birikiminin başlıca yaratıcısı olan bu kültürün sağladığı düşünce ve sağduyuyu sürdüren yapısı ve geçmişiyle kendi özlemlerini cevaplayacak bir düzenin yaratıcısı ve yürütücüsü olmanın kuvvetini taşıyan topraktan öğrenip kitapsız bilen bu halk, kendi bünyesine ve çıkarlarına uygun bir hamlenin hem nitelik hem nicelik açısından tek kaynağı ve tek öncüsüdür. Halkın öncülüğü, tarihi şartların ve somut ekonomik gerçeklerin bir sonucudur. Geri kalmışlıktan kurtuluş da muhtaç olunan kudret, halkın damarlarındaki asil kanda ve halkın irfanında mevcuttur.
Çok derin analizleri olan ve günümüze ışık tutan bu eseri, sizlere en iyi şekilde ve tarafsızca anlatmaya çalıştım, umarım bu eseri okumanıza vesile olabilirim.
Rahime COŞKUNLU – İstanbul Medeniyet Üniversitesi