Zamanın İçinden Zamanın Dışından: Kitap Değerlendirmesi

Bu yazı Besim F. Dellaloğlu’nun Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabının değerlendirmesini yapmayı amaçlamaktadır. Bu amaç bağlamında öncelikle kitaba dair bir giriş yapılmış ve ardından – ele alınan kitabın alt başlığını da oluşturan – Gelenek ve Modernlik Arasında adındaki başlıkta kitabın içeriği analiz edilmiştir. Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirmenin yanı sıra kitaba ve yazara sorular yöneltilmiş ve böylelikle değerlendirme tamamlanmıştır.

Zamanın İçinden Zamanın Dışından: Kitap Değerlendirmesi
1

Giriş

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında. Yekpâre geniş bir anın parçalanmaz akışında” diyordu Tanpınar. Bu satırlar Cumhuriyet döneminin modernleşmeci zihin dünyasında gelenekten, hafızadan, geçmişi yorumlamaktan bahsederek sükût suikastına uğrayan bir entelektüelin yabancı kalışını anlatmaktadır. Bir Tanpınar uzmanı olan Besim F. Dellaloğlu da kitabına Zamanın İçinden Zamanın Dışından başlığını koymayı uygun görmüştür. Çünkü bu başlık Tanpınar’ı anlattığı kadar Dellaloğlu’nu da anlatmaktadır. Tanpınar’ın üzerinden yıllar geçmesine rağmen Dellaloğlu da sol hegemonyasındaki Türkiye entelektüel camiasında gelenekten, hafızadan, geçmişi yorumlamaktan bahsetmektedir. O da Tanpınar gibi hissetmektedir; ne içinde zamanın ne de dışında, gelenek ve modernlik arasında… Besim Dellaloğlu da Tanpınar gibi düşünüyor; Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor. Öyle ki bir güneş gözlüğünde, bir cenaze töreninde, Lizbon’daki F. Pessoa Evi’nde Türkiye modernleşmesini, Türkiye’nin sorunlarını görebiliyor. Bunu yeri geldiğinde kendini, kendi yaşadıklarını anlatarak yeri geldiğinde ise Batı üzerinden Türkiye’yi anlatarak yapıyor. Bir bakıyorsunuz bir bölümde öğrencilik yıllarında turist rehberliği yaparken yaşadığı tecrübelerden hareketle Türkiye’nin sorunlarını tartışıyor, bir bakıyorsunuz Benjamin’i, Romantikleri anlatırken konuyu Türkiye’ye getiriyor. Dellaloğlu’nun farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yazılmış yazılarının, yapılmış röportajlarının toplandığı bu eser Türkiye’yi anlatıyor, Türkiye’nin sorunlarını tartışıyor, Türkiye’nin modernleşme zihniyetini inceliyor. Sadece bunlar da değil, bunlarla bağlantılı olarak muhafazakarlık da tartışılıyor, faşizm de Üniversitelerin ahvali de. Kitap boyunca incelenen konular hem bir cümleyle anlatılmayacak kadar geniş, hem de tek bir kelimeye sığdırılacak kadar da bağlantılı duruyor; Türkiye! Birbirinden farklı zamanlarda faklı yerlerde yazılmış fakat birbiriyle bağlantılı yazılar 6 farklı başlıkta kaleme alınıyor: 1. Felsefe ve Sanat, 2. Modernlik ve Muhafazakarlık, 3.Sosyoloji yazıları, 4. Üniversite ve Akademi Üzerine, 5. Tanpınar Üzerine ve son olarak 6.Türkiye ve Sol. Tüm bu başlıkların altındaki yazıların düşünsel arka planında Dellaloğlu’nun zihin dünyasından kitabına yansıyan şu sorular ve fazlası birçok soru var; Modernite ülkesi miyiz modernleşme ülkesi mi? Üniversitelerimizde sosyoloji neden Fen-Edebiyat fakültesi içerisinde? Türkiye’de muhafazakâr olarak isimlendirilenler ne kadar muhafazakâr? İslamcılık ile Sekülerleşme arasında bağlantı var mıdır?

Gelenek ve Modernlik Arasında

Kitabın ilk yazılarında Dellaloğlu’nun yazdığı kitap konularının yoğunluğu hissedilmektedir. Bilindiği üzere Dellaloğlu Benjamin, Frankfurt Okulu, Romantizm gibi alanlarda eser vermiştir. Dellaloğlu’nun eserlerinin konu başlıkları bir çatı altında toplanabilseydi, bu modernleşme çatısı olurdu. Modernleşme çatısı diyoruz çünkü çalışma konuları, günün sonunda modernleşme alanında toplanmaktadır. Buradan hareketle en başta gelen çalışma alanlarından romantizm, kendisini aydınlanmaya karşı tepkisel hareketle başlatmaktadır. Aydınlanmanın akla olan vurgusunu eleştiren romantikler akla karşı çıkmamakta, aklın tek başına ele alınmasına eleştiri getirmektedirler. Çünkü insanda sadece akıl değil duygular da bulunmaktadır. Romantikler estetik modernlik ile moderne karşı çıkmaktadırlar. Estetik modernlik ise bugünkü anlamda güzellik ile ilgili değil insanın kendini inşa etmesiyle ilgili bir kavramdır. Buradan hareketle insanın kendisini inşa etmesinde akıl tek başına yeterli olmayacaktır. Estetik modernlik diğer ifadeyle modernizm ile modernlik aslında düşman kardeşlerdir. Modernizm modernliği hiçbir zaman beğenmez, modernliği hep aşağılar. Çünkü modernlik bugündür, modernizm yarındır. Ancak romantikler devrimci değillerdir, aksine bir getto yaratarak orada yaşamaya çalışırlar. Çünkü modernitenin ancak böyle bir ortamda kendilerine nüfuz edemeyeceklerini düşünürler. Burada konuyu sanat ile beraber düşündüğümüzde; sanat da toplumsallıktan bir kaçış olarak görülmektedir. Sanat da bir gettodur, moderniteden kurtarılmış bir bölgedir, kaçılacak bir bölge kalmadığında gidilecek tek yer olan sığınaktır. Çünkü sanat, Benjamin’inden mülhem, aurasını yitiren estetiğe karşı kendi estetiğini üretmek zorunda kalır, kendi aurasını üretir. Kentten, kaldırımdan, kalabalıktan kaçış limanı olarak kendi aurasını yaratmış bir sanat! Çünkü kentte modern özne, özne olarak değil nesne olarak karşımıza çıkar. Modern özneyi nesne kılan şey seçmekten başka seçeneği olmamasıdır, seçmekten başka seçeneği olmayan ise seçilendir. Kendi aurasını kaybetmiş modern özne biricik olmanın biricikliğinden vazgeçmiş olandır.

Benjamin gibi Adorno da sanat üzerine düşünmüş, fikir üretmiş, Dellaloğlu’nun zihin dünyasında yer etmiş şahsiyetlerdendir. Adorno da sanatı bir kaçış yeri olarak görür. Negatif diyalektiğin; tez ve antitezin gerçekleştiği yerin alanıdır sanat. Negatif diyalektik sabit bir noktada kalamamayı, durulan noktanın dahi yetersizliğinin farkında olunmasını sağlar. Bu anlamda da melankoliktir. Felsefe de öyledir. Felsefe de melankoliktir. Ufka bakarken çukuru görmemek, çukura bakarken ufku kaçırmaktır. Bu melankoliyi Dellaloğlu’nda, babasının güneş gözlüğü üzerine düşüncelerinde de görmekteyiz. Her zaman güneş gözlüğünü kaybetmek ve her defasında aynı tür güneş gözlüğü almak. Hiç sabit kalamamak, hiç farklılaşamamak. Bir Tanpınar gibi… Çünkü Tanpınar da böyledir; sabit kalmadan, farklılaşmadan değişebilmek. Sürekliliği sürdürmek, sürekliliği sürdürürken modernleşmek. Velhasıl gelenek ile modern olabilmek. Modernleşmeyi içselleştirerek, bireysel ve toplumsal düzleme getirerek gerçekleştirmek. -Tanpınar, Dellaloğlu tarafından muhafazakâr değil modern olarak görülmektedir- muhafaza etmeye yarayacak kendiliğimizi korumak, korurken devam ettirmek. Tanpınar’ın yapmaya çalıştığını şöyle de ifade edebiliriz; bir Türkiye Rönesans’ı yaşatmak. Batıcı olmayıp batı gibi olmak. Batının yaptığı gibi, değerlerimize sahip çıkarak ilerlemek. Kendimiz kalarak modern olabilmek. “Ya o ya bu değil, hem o hem bu”dan hareket etmek. Ya Proust okuyacaksın ya da Dede Efendi dinleyeceksin değil, hem Proust okuyacaksın hem de Dede Efendi dinleyeceksin düşüncesinden hareket etmek.

Adorno’ya dönersek; Adorno’nun fikirleri tam olarak Türkçeye çevrilmemiştir. Adorno gibi Batı içerisinden Batıyı eleştirenler Türkiye’ye sol içerisinden değil sağ içerisinden gelmiştir. İslamcılık, Batıyı eleştirmek için “Batının adamlarına” gitmiş, onları tercüme ederek Türkiye’ye kazandırmıştır.[1] Ancak bu tercümelerde söz konusu “adamların” politik düşüncelerine ağırlık verilmeden tercümeye tabi tutulmuştur. Bu tercüme faaliyetleri, düşünce çevirileri İslamcıları da modernleştirmiştir. Dellaloğlu’na göre dinin siyasallaşması başlı başına sekülerleşmedir. Çünkü dinin siyasallaşması dindarın dünya talebidir. Dindarın namaz kılması seküler olmasına engel değildir. Dellaloğlu burada dini doğa üstü alana hapsettiği, dinin insanların gündelik yaşam pratiklerine etkisini, hayat görüşü sağlamasını atladığı şeklinde eleştirilebilir. Din sadece aşkın ile kurulan bir iletişim değildir. Din, kurulan iletişimin sonucunda inananların gündelik yaşamlarına yansıyan pratikler üzerine de etkilere sahiptir. Buradan hareketle Dellaloğlu’nun İslamcıların siyasal talepleri bağlamında düşündüğü Sekülerleşme fikrini bir başka örnek üzerinden tekrardan düşünmek konuyu daha somut hale getirebilir. Bu bağlamda – dini sosyolojiye kaymadan, din sosyolojisi sınırları içerisinde kalarak – Hz. Peygamber’in bir devlet kurması örneği, dinin sekülerleştiğinin bir ifadesi olarak kabul etmek bizim Sekülerleşme kavramına tekrardan dönmemizi elzem kılmaktadır. Çünkü dinselliğin, doğa üstü gücün temsili noktasındaki Peygamber’in sekülerleştiğini, dünyeviliğe kaydığını düşünmek kavramsal hataların kapılarını aralar. Bir yandan kutsal olup diğer yandan seküler olunması, hem inananları hem bilim insanlarının dikotomik bir çıkmaza girmesine neden olur. Burada verilen örnek üzerinden hareketle Peygamber döneminde sekülerleşmenin düşünülmesinin bir anakronizm olacağı eleştirilerinin kapı açılmadan ifade etmek gerekir ki; burada sekülerleşmenin modern önecesi toplumlarda ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmaktan ziyade dinin sadece doğaüstü ile kurulan iletişimi ifade etmediği buna ek olarak dünyevi taleplerinin de olabileceğini belirtmektir.

Dellaloğlu dünyeviliğe kayan – ve Dellaloğlu’na göre Sekülerleşen – dindarlık dünyevi taleplerin artmasıyla kabuk değiştirmiştir, dindarlık artık neo-dindarlıktır. Değişimin farklı bir yönüne ışık tutmak amacıyla İslamcılık ve Sekülerleşme arasındaki ilişkiye modernleşme etmenini de ekleyen Dellaloğlu’nun zihin dünyasındaki İslamcıların modern bir yapı oldukları diğer ifadeyle modernleşme, kentleşme, okur yazarlık gibi etmenler sonucunda ortaya çıkmış olduğu düşüncesi altının çizilmesi gereken önemli bir noktadır.

Dellaloğlu’na göre söz konusu bu değişim sadece İslamcılar içerisinde olmamıştır. Değişim modernleşme tecrübemize de taşınmış, modernleşme “batı gibi olmak” üzerinden devlet merkezli giderken 80’ler sonrası merkez devletten topluma doğru kaymıştır. Toplum artık modernleşme istemektedir. Modernleşmenin topluma kaymasını devam ettirmek üzere Dellaloğlu Anayasanın devlete değil topluma değer vermesi gerektiğinin, her alana girmemesi diğer ifadeyle minimal optimum’dan hareket edilmesi gerektiğinin altını çizmektedir.

Dellaloğlu İslamcılık, Marksizm düşünceleri gibi faşizm düşüncesinin de modern bir düşünce olduğunu anlatmaktadır. Bu manada Dellaloğlu faşizm için modernliğin kaçınılmazlarından kitle toplumu olmasının, vatandaş kavramının oluşmasının, ortalama bir demokrasi olmasının gerekliliğinden bahseder. Bunlardan daha da önemlisinin teknolojinin gerekliliğinin altını çizer. Örneğin Hitler’in başarısı vatandaşların radyo alımıyla bağlantılıdır. Düşüncelerin herkese yayılması, herkese nüfuz etmesi gerekmektedir. Faşizmin derinlemesine nüfuz etmesi kitle iletişim araçları ile sağlanmıştır. Derinlemesine nüfuz eden faşizm demokrasi ile kendisine imkân bulmuştur. Bu anlamda faşizm halkın onaylaması ile gerçekleşmiştir. Türkiye bağlamında da 80 darbesinden sonra yapılan halk oylaması ile darbe içselleştirilmiş, halk tarafından onaylanmış, toplumun yüzde doksanından fazlası tarafından kabul edildikten sonra faşizme dönmüştür. Çünkü Dellaloğlu’na göre otoriter rejim ancak halkın belli çoğunlukla katılmasıyla faşizm haline gelir.

Faşizmden sıyrılmış şekilde otoriterlik kavramını düşündüğümüzde ise Dellaloğlu için Türkiye kendisinde bir otoriterlik barındırıyor. Çoğunluğumuzun içerisinde de azınlığımızın içerisinde de otoriterlik barınıyor. Bu gündelik hayatımıza sızan ve iliklerimize işleyen, kendimizle hayatla toplumla barışık olmadığımızdan kaynaklanan ruhsal bir otoriterliktir. Bu ruhsal otoriterliğimizin yanı sıra, kültürel olarak da otoriterliğimiz mevcut. Kültürel olarak öteki olmadığımız, öteki olmak istemediğimiz ve bir öteki yarattığımızdan dolayı kültürel otoriterlik siyasi otoriterliğimize de dönüşmektedir. Tarihsel sürecimizde uzun süre azınlık otoriterliği ile geçirdikten sonra çoğunluk otoriteryenizmini demokrasi olarak görmekteyiz. Ancak diyor Dellaloğlu, otoriteryenizmini çoğunluk üzerinden kuran AKP sadece Kemalizm eleştirisi ile kendini doğrulayamaz ya da Kemalizm eleştiri ile demokrat olamaz. Diğer ifadeyle çoğunluğa sahip otoriteryenizme sahip olmak demek demokratik olmak demek değildir, çoğunluk demokrasiyi getirmez. Demokratlık için haklı/haksız ayrımını kabul etmemek, hakkı nesnel olarak tanımak gerekiyor. Bu bağlamda Dellaloğlu Gezi olaylarını ele alıyor ve adaletin hakkı, dünyayı, doğayı paylaşmak olduğunu söylüyor.

Diğer yandan sol ise Türkiye’de hiçbir zaman siyasi otoriterlik göremese de diğer bir ifadeyle siyasi olarak iktidar olmasa da uzun yıllar kültürel hegemonyaya sahip olagelmiştir. Türkiye modernleşmesi Batıdan batının okulunu, kurumunu, alfabesini vs. almış ancak batının burjuvasını ve proletaryasını almamıştır. Türkiye’de burjuva açığı askeri-sivil bürokrasi ile proletarya açığı ise kültürel solculuk ile ikame edilmiştir.[2] Ancak asıl ikame edilmesi gereken burjuva ve proletaryaydı. Çünkü kavramlar buradan türemektedir. Bugün solun kalburüstü bir entelektüel yetiştirememesi de bununla alakalıdır. Proletaryası olmayan bir toplumun solu da toplumuna yabancılaştı. 15 Temmuz günü sokaklara dökülen halk solun doğal, tarihsel tabanını oluşturuyorken sol bu kişilerle barışmadı, onları öteki gördü. Toplumunu iktidarı seviyor diye eleştirdi ancak kendisinin “ya bu adam gitsin de, nasıl giderse gitsin” lafını görmezlikten geldi. Solun böyle düşünmesiyle toplumun iktidara böylesine yanaşmasının arasındaki bağlantıyı görmedi, görmek istemedi. Çoğu geniş kesimlerin kültürel tercih üzerinden oy vermesini, bunun da kültürel kitlenmeye yol açacağını bilemedi. Kültürel kitlenmenin kırılmasının asgari demokrasi ile mümkün olabileceğini, bunun da kitleselleşen sol olmadan gerçekleşmeyeceğini anlamadı. Fransa’nın sol entelektüelinin Aziz Pavlus’u çalıştığını görmek istemedi. Dede Korkut ile Goethe’yi beraber okumayı denemedi. Fransa geleneği ile moderniteyi yaşarken Türkiye geleneği bırakarak modernleşmek istedi. Modernleşmenin kurumlarından sosyoloji toplum merkezli olmadı devlet merkezli oldu. Bu yüzden de entelektüel yetişmedi bu topraklarda, aydın yetişti. Aydın toplumuna ideoloji sattı, geleneğe karşı olan bir ideoloji.

Bunların yanı sıra üniversite üzerine ayrılan yazılarda Türkiye’de geleneği olmayan üniversitelerde sosyoloji Fen-Edebiyat fakültesinde gerçekleştirilmektedir tespitinde bulunuluyor. Peki diyor Dellaloğlu, sosyoloji Fen içerisinde mi, Edebiyat içerisinde mi? Bu soru ile nasıl bir sosyoloji yapacağımız tartışmasının da kapılarını açıyor. Fen içerisinde yer alan bir sosyoloji pozitivist eğilimde olacakken – Dellaloğlu burada sosyolojinin pozitivist doğası ifadesini daha makul bulmaktadır – Edebiyat içerisinde yer alan sosyoloji bugünün paradigmasına daha uygun şekilde fizikten uzaklaşarak sanata yakınlaşan bir disiplin olacak. Ardından bir öneride bulunuyor; içerisinde disiplinerarası bir sosyoloji değil, disiplinleraşırı bir çalışma kurumu olarak insan bilimlerini öneriyor. Disiplinleraşırı bir alan olarak Tanpınar Kültürel Çalışmalar adında Tanpınar’ın zamanında yaşadığı Narmanlı Han’da kurulacak bir kurum öneriyor. Kurumda bugünkü akademik terminolojiye uygun şekilde öncelikle sürekli bir temel dil eğitimi bulunmalıdır. Dilin temel koşul haline getirilip yüksek lisans ve doktora eğitimi verilmesi sağlanmalıdır. Buradaki akademisyenler de sadece Enstitüye bağlı çalışmalıdır. Önerilen kurum için daha birçok ayrıntılı öneriler oluşturulabilir ancak bunlar bu yazının dışına taşar diyor, Dellaloğlu.

Sonuç

Genel olarak – farklı yazıların, röportajların bir araya getirilmesi ile oluşan kitabın kısa bir değerlendirme içerisinde hepsinin ele alınmasının zorluğu ile beraber – toparlamak gerekirse Türkiye’nin en büyük sorunu kutupsal ayrışmalardır. Kemalizmin de İslamcılığın da bu ülkede aynı fikirde oldukları tek konu vardır; modernleşme geleneğe karşıdır. Oysaki gelenek bizim kendiliğimizdir. Kutuplara ayrışarak kendiliğimizi kaybettiğimizde hiçbir şeyi başaramayız. Bir suçlu bulmanın anlamı yoktur. Bir suçlu bulmak kendimizi haklı çıkartmaktır. Bir suçlu bulmadan, hepimiz kendimizi suçlu olarak görmeliyiz. Kendimizle, toplumumuzla, ülkemizle barışmalıyız. Küserek değil barışarak istediğimizi gerçekleştirebiliriz. İslamcılık-Kemalizm, gelenek-modernlik kutuplaşmalarını aşmalıyız. Kendimiz kalmalıyız. Kendimiz kaldığımızda kendi sosyolojimizi de üreteceğiz, kendi kavramlarımızı da. Kendimize dönmeyi, kendimiz kalmayı başarabilirsek modern de olacağız, demokrat da, entelektüel de. Peki kendimize dönüp modern olduğumuzda, demokrat olduğumuzda, entelektüel yetiştirdiğimizde yeni sorunlarımız neler olacak? Ne kadar kendimize dönebilir, ne kadar kutuplaşmaları aşabiliriz? Kutuplaşmaları aşmayı ne kadar başarabiliriz, kutuplaşmaları aşmaya hazır mıyız? İslamcılık-Kemalizm aşılması gerekirken sağ-sol da aşılmalı mıdır? Burada yazılan ifadelerin arasında da kutupsal farklılıklar yok mu? Sağ-sol incelenirken bir yerden bakılmıyor mu? Bir yerden bakış olguları değerlendirmemizde bize dezavantaj sağlar mı? Bir yerden bakmayarak olgular incelenebilir mi? Bunlar ve dahası birçok soru kitaba, Dellaloğlu’na yöneltilebilir. Peki tam bir cevap alınabilir mi?

Kaynakça

Dellaloğlu, B. (2017). Zamanın İçinden Zamanın Dışından. Ankara: Heretik Yayınları.

“Solcu Aydının Krizi”, Gazete Duvar Gazetesi. Erişim adresi https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/04/solcu-aydinin-krizi

“Sağcı Aydının Krizi”, Gazete Duvar Gazetesi. Erişim adresi https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/11/sagci-aydinin-krizi

[1] Dellaloğlu aynı bağlamda “Sağcı Aydının Krizi” adlı köşe yazısında sağcı aydının en önemli sorununun evrensel müfredatı defansif bir refleks ile karşılaması olduğunu belirtmekte, sağcı aydının kültürel iktidarsızlığının nedeninin burada yattığı düşünülmektedir. Besim F. Dellaloğlu, “Sağcı Aydının Krizi”, Gazete Duvar Gazetesi, Haziran 11, 2020. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/11/sagci-aydinin-krizi (Erişim Tarihi: Mart 25, 2021).

[2] Dellaloğlu, sağcılık gibi Türkiye’deki solculuğu da şu şekilde ele almaktadır; “modernleşme toplumunun solcu aydını olmanın krizinden bir türlü sıyrılamaz ve toplumu kendi deyimiyle sığ bir sağcılığa mahkûm edenin kendi ethos’u olduğunu fark etmez … Gramsci’nin deyimiyle organikleşemez. Toplumu analitik olarak da, politik olarak da kavrayamaz. Toplumu gericilikle, cehaletle suçlar ama onlarla nasıl mücadele edeceğini de tam olarak bilemez. Oysa sorun öncelikle kendisindedir, kendi seçimlerindedir. Solcu aydının krizi, başına gelenlerin aslında kendi seçimlerinden kaynaklanmasıdır.” Besim Dellaloğlu, “Solcu Aydının Krizi”, Gazete Duvar Gazetesi, Haziran 4, 2020. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/04/solcu-aydinin-krizi (Erişim Tarihi: Mart 25, 2021).

thumbnail
Önerilen Yazı
The Platform Filmi Analizi / Sosyolojik Bakış

Marmara Üniversitesi Din Sosyolojisi Yüksek Lisans Öğrencisi.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (1)

  1. Mustafa Dönmez 29 Temmuz 2021

    Tebrik ederim, güzel bir değerlendirme yazısı olmuş.
    Sağ-sol dikotomisi üzerine İdris Küçükömer’in güzel bir lafı var: Türkiye’de sağ soldur, sol sağdır.
    Ayrıca sizinle bir konu hakkında görüşmek için iletişim kurmak istiyorum. Eğer bana mail atma imkânınız olursa müteşekkir olurum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir